Cuma, Mart 03, 2006

iyi değilim ben. canım sıkkın. içim acıyo. hiç bir şeyi bilmiyorum artık. ne doğruyu ne de yanlışı, kim haklıyı kim haksızı, ne oyun oynamayı ne de oynatmayı. korkuyorum da. zaten ben bilmekten değil, bilmemekten korkuyorum.

Çarşamba, Mart 01, 2006

1 kadının anatomisi

1 kadın.
Mesleği: Bakan
Neyin bakanı: Şeyin bakanı... yani biz kadınların
Ne yapmış: Bugüne kadar benim bildiğim pozitif bir faaliyeti yok.
Ne yapmamış: Malatyadaki yavrular, psikopat hela temizlikçileri tarafından hortumla dövülüp sıcak suyla haşlanırken kendisi Londra’da ısrarlara rağmen dönmemişti.
Ben neden taktım: Kadınlara yönelik pekçok sivil toplum örgütünü mahkemeye vermiş bu bakan.
Neden: Çünkü bu kadın örgütleri zat-ı alilerinin makamına faks yoluyla protesto göndermişler.
Neden protesto etmişler: Çünkü bu bakan anayasada yer alacak olan “kadınlara karşı her türlü ayrımcılığın önlenmesi” sözleşmesine imza atmamış
Peki bakan ne yapmış: Kendisine faks yoluyla protesto gönderen bilinçli hemcinslerini mahkemeye vermiş.
Kim bu bakan: 1 kadın
Protestocu kim: 1 kadın
Ben kimim: 1 kadın.

Pazartesi, Şubat 27, 2006

Sıpaya gitmenin dayanılmaz hafifliği

Sıpaları anlatacaktım size ben (Sıpa-kokoşcası: S.p.A). Hani şu bildiğimiz hamamın kibarcası. 2 hafta önce çeşmede kendini sıpa sanan bir otele gittik. Reklamlarında size muhteşem huzur, sağlık, dinginlik, ve bol ingilizce sokuşturulmuş; “fitness, beauty, tranqulity, peace, comfort, yoga, silence, calming” sunan (!) otele gittik. Heh he he ay ne komikti, anlatamam. Bizim insanımıza sıpa mıpa vız gelir tırıs gider. Bakınız şimdi size genel manzarayı anlatayım. Otelde pazar sabahı geç kahvaltıdayız, herkes akşamdan kalma. Neyin sıpası? Kim gidecek sıpaya? Yayılmış herkes kahvaltı salonuna, pide lavaş fırınına kuyruğa giren dönüyo gene giriyo, omlet yapan adamcağız ha yumurtladı ha yumurtlayacak yumurtalarla uğraşmaktan. Kahve-çay makinası dolduğu an boşalıyor, garsonlar şaş olmuş. Velhasıl o kalabalık yemek salonunu hayal edin, karnı doyan başlıyo gazete mütalaasına. Salon komple camekan yere kadar ve dışarısı çim, hava soğuk ve şakır şakır yağmur yağıyor. Ee hani sıpaya kim ne zaman girecek? Yerini bilen var mı? Huzura erecektik hani, ruhumuzu ve bedenimizi dinlendirecektik? Astral seyahat yapıyor olacaktık?

Bir an gazeteden başımı kaldırdım, iki tane tip çimler üstünde sekerek ilerliyorlar açık havuza doğru (ay ne komiklerdi anlatamam); biri dişi- diğeri erkek, giymişler üstlerine otelin bornozlarını, altlarında da otel odalarındaki kağıt terliklerden (allah insanı gerzek yapmasın arkadaşlar!) çamurlu çimlere basa basa çapı yaklaşık 2 metre olan içi kahverengi çamurlu su dolu süs havuzu kılıklı çukura geldiler. Ben bu arada yan masalara göz kaydırdım ki, herkes bırakmış gazeteleri bunları seyrediyo. Yan masadan bi adamcağız bağırarak durumu en hakikisinden özetledi :
“K.çları donacak bunların yahu!”

Bornozlu olanlardan erkek olanı gitti, bahçeden üstü ıslak 2 adet şezlong da getirdi, ıkıl ıkıl taşıdı onları. Kadın öyle bornozuna sıkı sıkı sarılmış bekledi adamı, korktu herhalde dibini görmediği suya yanlız girmeye. Adam geldi, bizim tarafta da camlar seyirciyle doldu. Herkes garfield gibi yapıştı cama, bahisler açıldı. Adam cupp diye atladı. Evet arkadaşlar atlamak fiilini kullandım çünkü adam o k.ç kadar suya çivileme atladı ! Kadın da bornozunu striptizci edasıyla çamurlu çimen üstüne bırakıverdi ve süt gibi bembeyaz teniyle suya indi. Adam değil kulaç atmak sadece 1 adımla kızın yanına geldi, oteldeki tüm müşteriler kahvaltı salonunda yayıp onları seyreyleye dursun bunlar kah çıkıp ıslak şezlonga oturdular, kah üşüyüp çamurlu su içine girdiler. Aslında madalya takmak lazım onlara. Otelde sıpa denilen şeyi (eğer otel buna sıpa diyosa ya da çiftimiz sıpayı, çamur dolu çocuk havuzu sandıysa bilmem) kullanan sadece bu iki kişiydi. Büyük ihtimalle yazdan bu yana kullanılmayan ve içi bu zamana kadar pis şeylerle dolduğu için çamur rengine bürünen çocuk havuzunu kullandı bu gerzek çift. Biz ve oteldeki diğer tüm müşteriler şömineli salonda çaylarımızı yudumlayıp gazeteleri okuren, bunlara çok güldük. O yüzden sıpa bizim milleti aşar arkadaşlar!

Cuma, Şubat 24, 2006

bir istek daha. ne gırtlaksınız yahu!

Yani beni de Emine S. Beder yaptınız ya, aşkolun. İlla ki tarifini yaz dediniz ben de şaşa döndüm, hangisini yazayım diye. Ancak özel istek geldi pırasalı - mantarlı kiş için.
İşte tarifim.
Kiş öncesi hazırlıklar: Bulunduğunuz yerdeki camları sonuna kadar açın, musluğu da açın ve mümkünse akan suyun yanında pırasaları doğrayın. Yoksa kıpkırmızı gözlerini zoluyo (denedim, gözlerim yaş içinde kaldı). Burun akmasına yönelik de peçete falan buludurun.
İçi için: Valla göz kararı ince halka olacak şekilde doğrayın pırasaları (yanan gözler ve akan burun için bakınız yukardaki paragraf). Az zeytinyağında teflonda kavurun pırasaları. Pırasalar kavrulurken dilimlediğiniz 1 kutu mantarı içine boşaltın. Tuz ve isterseniz baharatları ekleyin (ben sebzeli çeşnilerden kattım içine, hiç fena olmadı yani) mantarlar suyunu çekince söndürün. İçiniz hazırdır arkadaşlar
Kiş hamuru için: 200 gr un ( ben 200 gramın 1 su bardağı dolusu olduğuna karar kıldım ve öyle yaptım), 100 gr margarin/tereyağ (ben becel kullandım)- oda sıcaklığında böyle vıcık vıcık bir yağ olacak, yarım çay kaşığı tuz ve yarım çay bardağı soğuk su. Un, yağ ve tuzu elinizle ekmek kırınıtısı olacak şekilde ufalayarak yoğurun. Sonra dolapta soğuttuğunuz suyu içine azar azar dökün, öyle haaarş diye dökmeyin, çok cıvık olabiliyo çünkü (bakınız geçmiş haftaki deneyimlerim). Hem hepsini de dökmenize gerek yok. Ucundan accık! Hamuru top şekline getirip üstüne bez örtüp bi 15-20 dakika buzdolabına koyun.
Üst için: 1 su bardağı kaşar rendesi, 1 su bardağı süt, 1 yumurta, 1 çrb kaşığı un. Yumurtayı ve sütü çırp, diğerlerini ekle ve karıştır.
Son işlemler: Buzdolabından hamuru alıp kişi pişireceğin kalıba yay, üst için yaptığın karışımın içine pırasalı mantarlı karışımı ekleyip karıştır, hamurun üstüne yay ve yallah fırına. Klasik pişirme derecesinde diyo ama ben o gün habire fırında bişeyler pişirdiğim için fırın derecesini hiç değiştirmedim, siz de kafaya göre takılın artık. Afiyet şeker olsun

Perşembe, Şubat 23, 2006

istek üzerine limonlu pay tarifi

Şimdi limonlu payın tarifini veriyorum sıkı durun.
Ancak öncelikle şunu itiraf etmeliyim ki aşağıda yazacağım tarif benim cumartesi yapmış olduğum tarif değil. Nasıl mı? Şöyle ki, orjinal tarifi uzun uzun inceledim. Ben tarife baktım, o bana baktı. Oturdum mutfak masasında kendime bir türk kahvesi yaptım, tarife baktım, o bana baktı ve “aaay, ben uğraşamam bu kadar çetrefil işle” dedim ve tarifi son kez okuyup doğru markete indim. Kendime göre bir yöntem buldum ve tarifi modifiye ederek en kolayından yaptım. Aynısı gibi olmasa da yendi bitti kül oldu. Napiyim? Diyorum size inanmıyorsunuz, benim öyle zor mutfak işleriyle işim olmaz, kolaysa varım ama zorsa, zor olanı anında kendime göre kolay hale getiririm.
İşte asıl limonlu pay tarifiniz:
Tart malzeme:
125 gr margarin (ocakta eriteceksin önce), ½ su bardağı şeker, ¾ su bardağı un (ay neden böyle kesirli tarif verirler ki bu insanlar, söyle deseler mesela; 1 bardaktan 1 parmak az un-nası daha mantıklı değil mi yani?), ½ çay kaşığı kabartma tuzu (yarım çay kaşığı deseler ölürler), 2 yumurta (hah sıkıysa yumurta ölçüsünü de da 5/3 diye verin de göriyim!), 1 paket vanilya
Malzemelerin hepsi bir güzel mikserla çırpılıyor, yağlanmış kelepçeli kalıba dökülüyo (ben o kelepçeli kalıplarda taban tepsisini hep tersini yüze taktığım için ilk iki kek pişirmem hüsran oldu, aktı hepsi fırına). Neyse işte hepsi yaklaşık 180 derece gibi pişirilir.
İç malzeme: Kekimiz pişerken siz muhallebiyi yapmaya başlayacakmışsınız. 3 çorb.kş un,1 fincan toz şeker, 1 limon kabuğu rendesi ve aynı limonun suyundan 8-10 çorba kaşığı ekleyin, 3 yumurtanın sarısı (akları atmayın, onlar köpüğü yaparken lazım), 2 fincan sıcak su ya da süt (isteğe bağlı). Eğer su / sütü daha fazla (göz kararı) koyarsanız daha yumuşak bir muhallebi olur. Tercih sizin. Bu malzemelerin hepsini ateşte mikserla bir güzel çırpa çırpa pişiriyosunuz. Sonra bu muhallebiyi kekin üstüne harrş diye bi güzel döküyosunuz.
Köpük: Hatırlarsanız 3 adet yumurta akımız elimizde vardı, 6 çorb.kş toz şeker de bulup buluşturuverin. Önce yumurta aklarını köpük oluncaya kadar çırpın, azar azar şekeri ekleyin ve çırpmaya devam. Kekin üstüne şekilli yay ve fırının ızgarasına tekrar koy üstü kahverengi olunca çıkar.

Peki ben bu kadar uğraştım mı? Tabi ki hayır! Peki ben ne yaptım?

Markete gittim, limonlu hazır kek aldım, limonlu puding aldım. Kelepçeli kalıbı yine ters taktım, sonra düzelttim, hazır kekin yarısını yaptım ki tart gibi dibinde az kek olsun diye. Yoksa kabarıp normal bir kek olur diye, yarım ölçüde işi hallettim. Ayrı bir yerde limonlu pudingi daha az süt ölçüsü kullanarak pişirdim, içine limon kabuğu rendesi attım (zor oldu ama napalım dostlar sağolsun) ve en üste limonlu payın gerçek tarifindeki köpüğü yaptım ama ve fırına attım. Valla aynısı gibi oldu. İşte benim anında süpürülen limonlu payımın sırrı budur arkadaşlar. Aklımı seveyim :) Siz her ikisini de deneyin tabi, ben beceriksiz olduğum için orjinali denemekten korktum. Ama eminim siz becerirsiniz. Afiyet şeker olsun, top top et, pıt pıt yağ olsun.

Salı, Şubat 21, 2006

Özüme döndüm

Eveeet, bu kadar yemek olayı beni aşar arkadaşlar.
Bugün itibariyle özüme dönüyor ve iğneleri batırmaya devam ediyorum.
Geçtiğimiz Cumartesi pasta-börek canavarlarını kapıdan yolladıktan sonra bendeniz çeşmede bir otele doğru bacadan yola koyuldum. Ben kendisine otel desem de otel nedense bu saptamayı üstüne almayıp ısrarla “spa” olarak anılmak istiyor (bu spa adına da sinir oluyorum. Açılımı ne olabilir ki? Bizim atalarımızdan bildiğimiz hamam ve tellakın -ki kibarcası masöz oluyo- bulunduğu, ekstradan bol çamurlu k.ç kadar pis bir havuzun olduğu, hamamın içine fıskıyeli bir havuzun oturtulup içine nedense iki-üç çiçek yaprağı attırdın mı al sana spa işte!). Herneyse geç kalmış sevgililer günü programına gittik. Tabi biz izmirliler için bazı olaylar (hadi konseptler diyim de artizzler gibi konuşmuş olayım) halen basite indirgenerek anlaşılmaktadır. Otelin ilanı sevgililer günü kaçamağı diye çıkmış ama güzelim hemşehrilerim otele çoktan yerleşmişler de sanki 23 nisan bayramını kutluyoruz. Amanin, sağım solum çocuk. E hani bu haftasonu tüm sevgililer gelcekti buraya? Ay bi de otel her bi yere kalp şeklinde kırmızı balonlar serpiştirmiş, çocuklar da çat-pat patlatıp duruyorlar, ortalık duman. Sıfır romantizm olayı.
Bugünkü takıntım düğün-dernek, balo, nişan, kına gecesi hiç farketmez dans pistinde salak salak dans eden çocuklar:)
Akşam yemeği de ayrı bir komediydi. Cansu Cancan misali bir üvertür kadın çıkmış sahneye çığlık çığlığa şarkı söylüyor. Belli, yıkılmış bir kadın, hayli çirkin, hayli geçkin ağlamaklı... (Timur Selçuk’tan çaldım bu sözleri, konuya da çok uydu-napiyim?)
Hadi dedik, bırakalım bu akşamlık söylesin, biz de gülelim bari, dans edenleri seyredelim.
Ne mümkün!
Bakın, ister yazlık sitelerin diskosunda olun, ister bir yakınınızın düğününde, nişanında olun, ister ailelerin de katılabileceği bir şirket yıldönümü kutlamasında; hiç farketmez; eğer müzik varsa piste bakın. Pistte büyükten çok çocuk göreceksiniz. Hadi bir de bu çocuklar müzikle ahenkle dans etseler, can kurban amma velakin kollarını iki yana açmış mevlevi gibi olduğu yerde dönen ve muhtemelen tepe sersemi olup yere kapaklanan çok çocuk gördüm ben. Yani çoccum, seni kim ne yapsın?, bak seni seyretmiyo kimse, bu gerçeği kabullen ve bırak büyükler dans etsin o pistte. Ama yok! Olmuyor, büyükler oturup kendilerinden geçerler car car muhabbette, çocuk pisti birbirine mi katmış, dans etmeye çalışan büyüklerin arasına bodozlama mı dalmış, milleti masalarına zorla geri mi göndermiş, umurlarında değildir.

Çocuk havuzları da gereksizdir otellerde. Boşuna kaynak harcanmıştır sırf bu havuzlar yapılsın diye. Ben bugüne kadar çocuk havuzuna giren bir tek çocuğa raslamadım. Nerde var büyüklere göre bir su birikintisi, hepsi orda! Ya çocuklar kendilerini çocuk saymıyorlar ya da çocuk havuzları; aslında ayak yıkamak için özel tasarlanmış dezenfekte su birikintileri olmalı.
Tam şezlongunuzdan kalkıp yüzmeye karar vermişsinizdir, şöyle sağı solu yoklayıp kaç kişi size doğru bakmakta, bikinizin üst tarafı olması gereken yerde mi, popomun arasına bikinim kaçmış mı, göbeğimi yeterince içine çekebilmiş miyim gibi her tür havuzda salınma aktivitesini gerçekleştirip havuzun dibine banu alkan misali geldiğinizde saatlerdir güneşte yanmanın bedeli olan havuz suyunun soğuk gelmesi, bir -iki çocuğun tam önünüzden havuza atlayarak havuzun tüm suyunu üstünüze, ağzınıza burnunuza sıçratması ile son bulur. Siz tam bağıracakken güneşlenmekte olan annesinin “berkcaaan, oğlum sabahtan beri havuzdasın, gel hamburgerini yee” diye seslenmesiyle hevesiniz kursağınızda kalır. Ya hasbel kader havuza kendi iradeniz ile girmişsinizdir ve yayıla yayıla içinde su balesi yapmaktasınızdır. Birden bir uçan tekme böğrünüze saplanıverir. Ve baktığınızda tam orda size sinir sinir sırıtan bir çocuk görürsünüz. Nedense de gözlerinde deniz gözlüğü ya da yüzücü gözlüğü takmıştır o çocuk ve size sinsi sinsi bakmaktadır. Ha bi de ayaklarında da palet vardır. O daracık havuzda sanki mercan kayalıkları var, onlara bakmaktadır veya yaklaşık 20bin fersah su altına dalacaktır da su yüzeyine çıkışı hızlı olsun diye palet takmaktadır! O kadar donanımlı yani! O çocuğu oracıkta boğamamanın vermiş olduğu hayal kırıklığı içinde başka bir yöne doğru yüzmeye başlarsınız ve bu sefer de üstünüzden uçarak bir çocuk atlar cooof diye ve tüm o klorlu suyu yutarsınız, yutarken de kafanıza bir çocuk kovası bir yerlerden uçuverir.

İşte ben çocuklardaki bu atlama, dönme, zıplama gibi eylemleri çözebilmiş değilim. Dans edemezsiniz, çünkü siz yavaş bir şarkıda sevdiğinizle dans ederken onlar sizin yanınızda kanguru gibi zıplar ve dönme dolap gibi dönerler ve bunları yaparken de aynı anda size çarpıp, üstünüze çıkarlar. Havuzda dilediğiniz gibi yüzemezsiniz çünkü aynı eylemleri orda da yaparlar, büyüklere ait olan herşeye ortak olmayı severler ve malesef bazı aileler de buna hiç ses çıkarmazlar.
Ya ben size spalarla ilgili tersime giden konuları yazacaktım. Gene nerden başladım, nereye geldim... Neyse onu da öbür yazıma ayırayım bari.

Pazartesi, Şubat 20, 2006

Gitti altınlar, geldi kilolar

Söz verdiğim gibi cumartesi günü yapmış olduğum şaheser çalışmalarımı bugün size ulaştırıyorum. Şaheser oldukları nerden mi belli? Valla hepsi silip süprüldüğüne göre demek ki beğenildi. Açıkçası bol bol övgü aldım ve bu da beni çok mutlu etti. Hani var ya, sanki patronum beni bir sürü insanın önünde övse o kadar hislenmez ve mutlu olmazdım. Bayanlar için güzel yemek yapabilme yetisi demek ki bu kadar önemli bir şey. Hani başka bir konuda bu kadar takdir edilsen böylesine mutlu olamazsın; siz düşünün benim halimi. Ama yorgunum valla. Hele hele Cumartesi konuklarım gidince” annemin evini temiz buldun temiz bırak” mantığıyla bir de tekrar çalışma yaparak haftanın kakılmışı ünvanına hak kazandım. Ee uzatma da sadede gel dediğinizin farkındayım, tamam anlatıyorum... Hem de önce ve sonra modelini kullanarak! - Öz hakiki italyan işi tiramisu (öyle altın kekten değil; kedi dilinden yaptım. İzmir’de pastane pastane dolaştım bulmak için. Allahım neden İzmir’de öyle herşey bulunamıyor kolay kolay?). İçinin kreması da labneden değil. Ben İtalya’ya gittiğimde bizim rehber pek bir avanaktı. Hani italyanca biliyo ya, almışlar bunu italyancası var diye rehber yapmışlar. Ben de otobüsün şöförü Marizio ile kanka olmuştum. Meğersem amcam hem aşçı hem şöför hem de turizm gönüllüsüymüş; eh yaşlı da olunca malum çenesi düşer insanın bu maurizio da bana yeterince italyan elçisi olarak çalışmış ve mascorpane peyniri bulamazsam bu en sevdiğim pasta türü içine koymam gerekeni anlatmıştı. Neyse uzattım gene- işte o yüzden özhakiki tiramisu yaptım diyorum ben.
- 2 çeşit börek. Birisi ıspanaklı-pastırmalı. (işte bu böreğin iç tarifini bir blogdan aldım. Ama ne olur hangi blog olduğunu hatırlamıyorum affedin beni, o kadar çok tarif için bloglar arasında gezindim ki ıspanakla pastırmanın bu kadar yakışacağını hangi blogda okuduğumu unuttum. Tarif kiminse ellerin dert görmesin, sağolasın. Diğeri de kendi uyduruk içli böreğim. Sebzeli yaptım.
- Limonlu pay yaptım. İçi limonlu kek, üstü limonlu muhallebi ve en üstü de yumurta aklarından. Onun tarifini taaa benim üniversite yıllarından kalma bir dönemde bir arkadaşımın annesi yapmış ve ben de çok yapacakmışım gibi tarifini almıştım. 32 yaşında ancak yapıyorum. Ayıp doğrusu!
- Pırasalı-mantarlı kiş yaptım. Annem o kadar bundan bana da ayır demesine rağmen, ben çay koymak için mutfağa girmiştim bir döndüm ki kişin bulunduğu borcamın içinde yeller esiyor. Kiş-miş hak getire! Demek ki bu da beğenildi. Pırasalı-mantarlı kişin tarifini de bloglar arasında dolanırken beğenip almıştım, tarif kiminse (ben unuttum, özür diliyorum), burda çıksın, yanaklarından öpücem, harika birşey oldu- yani olmuş- ben bilmiyorum... Hanginiz yedi son kırıntısına kadar? İnsan bana da bırakır di mi!
- Günün ağır topu; adana usulü; Sarmısaklı köfte. İşte bir tek bunu 2 haftalık yalakalıklarımla annecim yaptı. Sağolsun, tek tek mantı gibi yuvarlanıp şekil verilen bu bulgur köftesiyle uğraşmaktan kadının belleri kopmuş ama onun aklı hala pırasalı kişte. İnsan bir dilim ayırır değil mi ama çoccum diyip duruyo. Ben bu hafta bi daha yapayım bari, nasılsa bu gazla ben epey giderim.

Bugüne gelmemde katkıları olan tüm blog dostlarıma teşekkürü bir borç bilirim.
Emine S. Beder ve Sahrap Soysal karışımı yeni mutfak üstadınız (!)
Toplu İğne
not: altınlar mı? ne altını? Altın-maltın kalmadı ama katmer katmer yağ var ve benim bunları düğüne kadar da vermem şaaartttt!

Cuma, Şubat 17, 2006

Yardım kampanyamın uygulama safhası ve daha gelmeden eriyen altınlarım

İşte o malum gün geldi çattı. Yarın cumartesi ve benim meşhur ilk altın günüm. Şimdi son 3 haftadır bu altın günü uğruna yaptığım araştırma ve çalışmaları inceleyelim hep birlikte:
İnternette ve bloglar arasında ne yapabilirim diye turlama (en zevkli aşaması doğrusu; ne şaheserler gördüm, ne hayıflandım, ne ağzımın suyu aktı; anlatamam)
Turlama esnasında beğenilen internet ve blog adreslerini bir yerlere kaydedip ilerde tekrar bakılmak üzere hoşçakal denme
O bir yerlere kaydettiğin adresleri bulamama ve internette tekrar gezinme (hadiseye başa dönüş ve ilk aşamadan başlama)
Tekrar beğendiklerinin adreslerini kaydetme ama bu sefer elle yazarak kaydetme
Boş bir vakit yaratılıp patrondan gizli ofiste bu tariflerin çıktılarını alma ve renkli toneri bitirme
Tariflerin içinden beğendiklerini değil, yapabilecek olduğuna inandıklarını seçme
Yapmış olduğun seçimlerden utanç duyma ve beceriksizliğini örtbas edecek başka eylemler bulma
Karar verme süreci tamamlandıktan sonra ihtiyacın olacak malzemelerin temini
Her bir malzeme için farklı bakkal, market, pastane (hihh-pastane mi dedim ben? Pardon pardon...) ziyaretleri (neden aradığınız tüm malzemeleri tek bir yere girdiğinizde bulamazsınız?)
Akşamları eve gidince mutfakta ben diyim küçük, annem desin korkunç boyda denemeler yapma ve mutfağı batırma
Nişanlı tarafından ilgi arsızlığı yapılma
Yapılanlan denemelerden kimse tatmak istemeyince yapılan şaheserleri (!) komşunun yaramazlarına kaktırma
Ertesi gün yeni bir denemede tekrar bakkal, market ve pas...neyse işte yine oralara gidip tekrar malzeme alma
Akşam evde tekrar deneme ve aynı süreçlerden geçme
Nişanlı tarafından hakir görülüp yapılanları beğenmeme
Ertesi gün yeni bir denemede tekrar bakkal, market ve pas...neyse yine oralara gidip tekrar malzeme alma
Akşam evde tekrar deneme ve aynı süreçlerden geçme
Hergün altın gününe gelecek olan pasta canavarlarının “bize ne yapacaksın, yapacaksan en az 6 çeşit yap” soru ve emirlerine had bildirme
Nişanlı tarafından geleceğe ilişkin olası mutfak başarısızlıklarım için önceden dalge geçilme
Nişanlıya haddini bildirme
Ve işte bugüne geldim. Bugün cuma ve cuma akşamı programım belli. Yine bana mutfak ve nihai üretime geçeceğim saatler düştü ve yarın popstar jüri heyeti gelecek bana. Ben diyim birisi Huysuz Virjin, siz deyin diğeri Armağan Çağlayan... O kadar zor beğenen pasta canavarı var yani. Tabi intikamı soğuk yiyecekler hepsi. Gerçi bana da müstahak ama neyse...
Daha sabahtan sormalar başladı bile. “Ne yapacan bizeee?” Vermiş olduğum cevabı burda yazmam mümkün değil, RTÜK ceza yazabilir. Eğer unutmazsam hayatımdaki bu ilki size fotoğraflayıp burada yayınlayacağım. Destek olan herkese çok teşekkür ederim.
Sonuç: Altın-maltın kalmayacak bana. Her gün market- bakkal-pastane alışverişleri yaparsan, bunları deneyip beğenmeyip yenilerini tekrar alırsan; gitti çil çil altınlarım. Hepsi kredi kartlarını kapatacak.
Çıkarım: Valla ben bu işten bir şey anladıysam arap olayım!
Neymiş: Sıfıra sıfır elde var sıfır!

Çarşamba, Şubat 15, 2006

bana gelenler var yine.

Bana yine soldan soldan gelmeye başladı. Ben malumunuz Türkçemizin gittikçe ingilizceye dönüşmesine ve dönüşen ingilizce+türkçe karışımı olan ucube yeni dile alışmamakta direnen ve ana dilini kullanmaktan utanmayan ender kalmış müzeliklerden biriyim. Türkçe içinde ingilizce kullanmayı bir halt sanan insanlara da sonsuz gıcığım. Sadece insanlar da değil, basın diyip de göklere çıkartılan o menfur güç de sebebi bilinmez bir şekilde abuk sabuk ingilizce türkçe karışımıyla, halkı matah bir konuşma diline alıştırmakta herhangi bir sakınca görmemekte. Alın size %100 canlı ve de gerçek örnekler. Hem de kaynaklarıyla.
Açın Haberturk denen kanalı. Adında hayır yok birkere. Türk “Ü” harfiyle yazılır. “U” ile değil. Daha şimdiden 1-0... Haydi bu kanalın bu programlarına şöyle bir göz atalım.
Haberturk WEEKEND söyleşiler
FLASH Haber
Cengiz semercioğlu ile FULL EKRAN
Özlem İşiten ile POP CITY
Oylum talu & hakan çelik Haberweekend
SULEYMAN’S (ben en çok bunda koptum arkadaşlar- sülonun yeri dese daha bi sempatik olurdu mesela)
Selin canik ile
TECHLIFE
Melda yücel ile BORSA CAFE (kahve / kahvesi derse ölür çünkü. zaten ingilizce olarak cafe de yanlış. bari doğrusunu yazsaydın be meldacım.)
CELEBRITY (bu programda umarım Lerzan mutlu denen kadını göstermiyorlardır!)
CNNTURK’de de mimar ve öz be öz türk bir hanfendi sunuyor kendi programını: DESIGN360
COSMOPOLIS
FUTBOLMANIA
Şiştim...durun derin bir nefes alayım...
Haftasonu da gazetede İstanbulda bir berberin artık kuaför salonunun ismini – kendi ismine bir son ek getirerek- değiştirdiğini ve bundan böyle öyle anılmak istediğini yazan bir haber vardı. Adamın adı Hakan Köse. İsmiyle soy ismiyle harbi Türk ismi. Neymiş efendim bundan böyle Hakan Kose Difference olacakmış. Ve ını nı nıııınnn! Dan diye flaş haber geliyor şimdi, yaslanın koltuklarınıza.... Habere göre different (!) “berber–insan” Hakan’ın katalog çekimlerini ünlü fotoğrafçı NIAZZI OzEDINCHI hazırlamış. Kimmiş? Bildiğimiz Niyazi canım. Siz de yani çok cocosh’sunuz (!) (gerçi ingilizler kokoşa “posh” derler. Kokoş aslında yeniyetme neslin kullandığı bir türk argosuymuş ama onu bile bizimkiler sanki ingilizcesi buymuş gibi “cocosh” yazıyorlar ya, git uçan tekme at!)
Yine gazetede bir ilan... Ağaoğlu Myworld Ataşehir evleri... Ne diyossuuun? My world olayı... Yani şöyle bi mesaj gidiyo tüketiciye: “Kardeşim bu siteden ev alırsın ama komşu alamazsın öyle kolay kolay. Önce ingilizce bileceksin, bizim sitede türkçe yasak, kapıcımız bile oxford mezunu, ona göre yani”.
Yolda görüyorum, tabelalar, ilanlar...
CepSHOP
DERİSHOW
SKYTURK (“ü” ile değil; doğru okuyun lütfen- please yani)
SHOW HABER
INDREAM (ki bu örneği dilimizden utanmayalım başlıklı geçmiş yazımda vermiştim. Devamını ordan okuyabilirsiniz)
Kısacası, dilimizden utanmayalım, utananları yerelim, protesto edelim, isimlerini vermekten çekinmeyelim, onlarla dalga geçelim, türkçemizi sevmeyenleri biz de sevmeyelim.

Salı, Şubat 14, 2006

Nokta (.)


Günlerdir gazeteler televizyonlar derin bir tartışma içindeler. Yok efendim o adam köylü değil provakatörmüş, yok bizim başbakanımız halk adamıymış, çıktığı yeri unutmuyormuş, yok efendim bizim halkımız da zaten hep argo konuşurmuş, kahvehane ağzı, külhanbeyi ağzı zaten halk arasında çok kullanılırmış, halk insanı başbakan da böyle konuşurmuş. Aslında ben politik konulara girmemeye çalışıyorum – malum internet ortamı; ağzı olan konuşuyor; boşu da var dolusu da... herkesin görüşlerine saygı duyulabilir ama bir yere kadar... Ben burada konuyu noktalandırıyor ve size iki çift göze dikkatli bakmanızı öneriyorum. Bu gözlerden biri Mersin’de diğeri de Tokat’ta konuşmuş. Ben size kısaca “Bırakın Gözler Konuşsun” diyorum.

Perşembe, Şubat 09, 2006

Kendime "Yardım Kampanyası" Açıyorum. Yardım Edin

Allahım hayatımda ilk kez Altın Günü yapıyorum. Misafirlerim gelecek :)
Yıllardır güldüğüm şey başıma geldi. Sevdiğim dostlarımı görecek olmasam ve gerçek anlamı eski işyerinden yaprak dökümü misali ayrılan ve bu altın günü ismi konarak resmiyete dökülen özel buluşma anı olmasa, görüşemeyeceğim bir sürü arkadaşımla buluşmayacak olmasam; hiçbir kuvvet beni hele ki altın gününe katılımcı yapamayacaktı. Eh madem toplandık, günü boşa getirmeyelim, bizler de analarımızdan gördüğümüz görgü birikimiyle altın getirelim dendi ve sonuç... İşte sıra bana geldi. Açıkçası bugüne kadarki börek-çörek-pasta bilgim annemin misafir kabulünden arda kalanları mideme götürmek olan ben, bu cüce şubat içinde misafirlerime davet kabulünden bilumum hamur işi girişimi yapmak zorundayım. Ve açıklıyorum ben bu konularda zır cahilim. Bakın, ben çok güzel yerim; yediklerimi de “bu sert olmuş, bu böreğin içi boş, insan kıyma koyar, bu kurabiyeler taş gibi, kafaya atsan kafanı yarar, bu işin kolayına kaçmış, iki milföy içine sokmuş sosisi, soğumuş kayış olmuş” şeklindeki popstar jürisi eleştirileriyle de milleti büyük ihtimalle sinir ederim. Ama napayım, ben böyleyim işte. Şimdi geldi sıra bana... Ne yapacam ben arkadaşlarıma?

Bir de bilirsiniz, eminim sizin de başınıza gelmiştir; bir davete gidersiniz ya da benzeri bir altın-dolar gününe kaynak olursunuz; baştan herkes adını koyar, yöntemi belirler, “3 çeşitten fazla yapılmayacak, 1 tatlı, 1 tuzlu, bir de kısır ya da türevi bir şey; yeter” denir ve uygulamaya geçersiniz. İlkinde sözler tutulur, kurada ilk çıkan kişi 3 çeşiti yapar; millet aç kalır, 2. tabak turuna çıkılır, tabaklardaki biter, herkesin gözü masada kalan 1-2 kaşık kısır ve son dilim börektedir, cesur bir arkadaş kalkar yerinden 3. tur için ve “ayy, ben artık akşam bir şey yemiycem, bunu da yiyim tamamdır, hem gerçi ben sabah da kahvaltı etmemiştim” şeklinde geleneksel bahaneleri sıralar ve servis tabağında son kalanları süpürür. Ama diğer ay gelir, sıradaki ev sahibini bir düşünce alır gider, “ay geçen ay kısır vardı ayşe’de, ben şimdi mercimekli köfte yapayım değişik olsun, ama geçen gün fatma’da yediğim o değişik tavuklu beşamelli börek de çok güzeldi, ben onu da yapayım, tiramisum çok meşhurdur onu da yapıcam, ama nesrin’in çilekli pastası da muhteşemdi, dur bak iyi aklıma geldi ben onu da yapayım kızlar bayılır” diye kararını verir ve iş, inanın arkadaşlar, o anda çığırından çıkar. O altın gününde masada emin olun en az 6 çeşit yiyecek vardır. Ve geride yağlarına katman katman yağ ekleyen bir sürü bayan... Diğer ayki mağdurenin şansı seçenekler içinde gittikçe azalmaktadır. “Yok onu yapamam, ayşe yapmıştı, çilekli pasta da yapamam onu da fatma yapmıştı, hem fatma 6 çeşit yapmıştı, şimdi ben nasıl 3 çeşit çıkartırım?” şeklinde bir gaz’la işe girişir ve altın gününde masa daha da dolar. Evet, her ay her gidilen evin masası nedense daha yaratıcı, daha ilginç, daha dolu olmak zorunda gibi tuhaf bir bilinçaltı kuralı konur. Bunu sorulunca kimse kabul etmez, kabul etse de itiraf edemez ve olan da kurayı çekip de son aylara kalan benim gibi şansız yağ tulumlarına olur. Çünkü sona kalıp dona kalanlar her ay gidip o kadar güzel şeyleri mideye indiriken hem şişkolaşmış, hem de diyet moduna girmiş ve yapılanların içinden ne yiyebilirimi kara kara düşünmeye başlamışlardır. Hele hele pasta-börek işinde profesyonelleşememiş benim gibi bilgi fakiri iseniz ne yapacam ben bu kadar misafire diye düşünür durusunuz. Haliyle arkadaşların da bir beklentisi oluyor tabi. Eh her gittiğin yerde şaklabanlık yapıp yediklerini bir güzel eleştirirsen millet de intikam çanlarını şimdiden çalmaya başlar kesin. Yukarda da değindiğim gibi şimdi aslında ortay açıkıp sadece 3 çeşit yapsam, “eh ama kızlar siz baştan öyle kararlaştırmıştınız, 3 çeşitten fazlası yapılmayacak diye; alın size, bir çeşit börek, bir tuzlu çörek bir de kek yaptım” dersem emin olun benim üstüme çullanırlar, “hain insan bizde yerken iyiydi, bunlar ne böyle, altın-maltın yok sana; hakketmek lazım önce-nihiaaahhhaaaaa” derler. Mi acaba? :)

Ya da şöyle mi desem..”Kızlaaaar, baktım da aylardır börek-pasta yemekten maşallah tosun gibi oldunuz, ben sizi düşündüm, o yüzden kepekli tost-içinde diyet kaşar peynirli (1 çeşit), diyet kepekli yulaflı kurabiye (2. çeşit), sınırsız marul (3. çeşit), bir de bonusunuz var havuç ve salatalık dilimleri. Bu ay da böyle geçirelim altın günümüzü” desem. Sanırım bu sefer iş altın vermemekle kalmaz, beni parça-pinçik ederler. Ya da acaba “LOBSTER” (!) getirtsem İstanbul’dan; sudan ucuz malum! Ama benim kızlar nerden bilecekler LOBSTER parçalamayı, yemeği; batırırlar anamın evini alimallah :) Acaba haftasonu köşesini lobster yemeye takan magazin duyaenine mail mi atsam??? Bu hafta da LOBSTER nasıl yenir’i bizlere anlatıp, bizi aydınlatsana.

Ya da en güzeli, bu konuda ustalaşmış sevgili blog dostlarım, benim durumuma bir el atın da yardımcı olun; benim ilginç ve ilk denemede başarılı olabileceğim tariflere ihtiyacım var. Size söz yardımlarınız sayesinde yapabildiklerimin fotoğrafını çekip burada yayınlayacak ve bilirkişiliğinize sunacağım.
Sevgilerle

Çarşamba, Şubat 08, 2006

Kıl Olanlar Derneği

Bugün de can’ım İzmir’de “Tunceli’yi Sevenler ve Tunceliler Kültür Dayanışma Derneği” ni gördüm! Sabahın bir kör vakti otobüsle işe giderken trafikte otobüs durdu ve ben camdan dışarı baktım. Daannn! Tutmayın beni, hemen gidip üye olucam. Kapalı olmasaydı inanın gidip, içerde yeşil çuhalı masalar var mı yoksa belki beni utandırıp içerde sadece Tunceli türküleri, el sanatları, Tunceli yemekleri falan mı sergileniyor diye bakacaktım. Pes, pes! Çekiyor herhalde beni ortamdaki her gariplik. Eğreti otu benim bildiğim az olur, amma çok var eğreti otları ya da algıda seçicilik bu. Neyse eylemlerim devam edecek. Ben de “Her şeye kıl olanlar derneği” kurayım diyorum. Var mı üye olmak isteyen?

Salı, Şubat 07, 2006

Dersimiz gazetecilik

Yer: Kuaför salonu
Tarih: Geçtiğimiz pazar
Saat: Sabahın erken ve afyon patlamamış bir vakti
Yapmakta olduğum şey: Sıra beklemek (düşünün o kadar sıra var yani tek deli ben değilim)
Diğer yapmakta olduğum şey: Elime geçen gazeteyi okumak ve çay içmek
Okuduğum gazetenin türü: Herhangi bir gazetenin pazar eki
Köşe: Köşe denmez ona, bir sayfayı komple hanfendiye ne yediğini, ne gördüğünü, nerde kaldığını yazsın diye ayırmışlar. Tam sayfa – boru değil!
Yazar: Köşe pardon tam sayfa yazarı olan bir hanımefendimiz. İsim vermeyeceğim.
Konu: Konu-monu yok, aramayın; nerde ne yedim, nerenin garsonu bana hayvani bir porsiyon getirip kıyak çekti, kim en lezzetli somon filetoyu yapmış, bunun kuşkonmazını ne pariste ne barcelonada hiç bir yerde yiyemezsiniz gibi apır-sapır şeyler
E peki bana ne oluyor?: Bana olan şu: Köşe pardon tam sayfa yazarı denen hanfendi yazısının ilk cümlelerine hiç abartmıyorum aynen şöyle başlamış. “LOBSTER’A BAYILIYORUM. HAYATIMIN HER DÖNEMİNDE HEP LOBSTER YEMİŞİMDİR AMA EN GÜZEL LOBSTERLAR BURADA YAPILIYOR.... BU ARADA LOBSTER İSTAKOZ DEMEK. BİR GAZETECİ OLARAK SİZİ BİLGİLENDİREYİM DEDİM (sağol abla.. magazin duayeni dediğin de böyle olur işte. Harbi kadınsın abla, iyi ki varsın, aksi taktirde biz nerden bilecektik lobster’ı, istakozu; yanlız merak ediyorum çocukken de evinizde “lobster” mı pişiyodu yoksa ananız siz acıkınca evde hamur açıp “pişi” mi veriyodu elinize?
Haberin Devamı: Ünlü magazin duayeni yazılarına devam ediyor: BURADAKİ LOBSTERLAR İSTANBULLU SOSYETİK ÜNLÜ İŞ KADINI BİLMEMNE HANIMIN LOBSTER İTHALATÇISI FİRMASINDAN GELİYOR (bakın, hala istakoz demiyor; dikkatinizi çekerim; neymiş? L-o-b-s-t-e-r! Tekrarlayın içinizden; aferim iyi gidiyor, siz de öğrendiniz artık, eskiden yarımdınız, bunu öğrendiniz artık tam bir insansınız; bugün milattır arkadaşlar; haydi hep birlikte “”lobster” yiyelim mon chérié! Ve “don perignon” şampanyalarımızla da bunu kutlayalım!) neyse haberin devamı: KİŞİ BAŞI, EĞER ALKOL ALMAZSANIZ 100 MİLYONA ÇIKABİLİRSİNİZ, YANİ ÖYLE KORKTUĞUNUZ GİBİ DEĞİL, HERKES YİYEBİLİR, HEM BU LOBSTERLAR DÜNYANIN EN LEZZETLİSİ. İNANIN BANA DÜNYANIN HER YERİNDE YEDİM AMA BURDAKİLER HARİKA. ŞEF BİLMEMNE DE BENİMLE ÇOK İLGİLENDİ, HİZMET SÜPER, İŞLETME MÜDÜRÜ BENİM ZATEN YILLARDAN BERİ SEVDİĞİM ÇOK SEVGİLİ DOSTUM BİLMEMNE BEY (bu aslında şu demek oluyor arkadaşlar: yıllardır bu adamın işlettiği yerlerde hep beleşe yedim, bu adamcağız gıkını çıkarmadı, en son 20 kişilik dostlarıma ramazan iftar yemeği verdim, para da almadı, sağolsun).
Anafikir: Lobster uzaylı değildir, o bir istakozdur, ucuzdur, onu herkes yiyebilir, zenginlik göstergesi değildir, bir gazetenin tam sayfası kendisine ayrılacak kadar önemli bir konudur, türkçesini kullanmak avamlıktır. İngilizcesini kullanmak ise bir asalet ve kalite göstergesidir. Böyle biline!

Perşembe, Şubat 02, 2006

Trigonometrinin anlamı!

Trigonometri dersinin anlam ve önemini bilen var mı? Ben bu yaşıma geldim hala ne işime yaradığını çözemedim de... sinüsü, tanjantı, kosünüsü, pi sayısını da kullanamadım daha.
Okulda ne kadar gereksiz şeylerle boş kafamızı doldurmaya çalıştılar. Çinkonun kimyadaki sembolü hangi harfti, peki ya manganezin? İridyum “I” mıydı? “N” atom muydu? Her ne idiyse hatırlamıyorum. Bi tek bulmaca çözerken işimize yarar zaten bu kısaltmalar. Bugüne kadar ne iş görüşmesinde işime yaramıştır ne ay sonunu getirmeye çalışırken, ne alışveriş yaparken ne de müşteriye mal satmaya çalışırken.
“Ama lütfü bey öyle demeyin, bakın deneyimsiz olabilirim, ama 2 dakkada en zor trigronomi porblemini çözebilirim, lisede tirgronomi ustasıydım ben, o yüzden şirketinizin benle çalışmaması büyük hata!”
“Evet Mehmet bey, haklısınız size konsinye ürün veremiyoruz, şirket politikamız bu filhakika, C2HN3’ün hangi elementler olduğunu ben ve ekibim ezbere biliriz, tüm ödeüllü bulmacaları sizin adınıza çözebiliriz”
“Bak, Hilmi usta, evim su bastı, musluğun contası gevşemiş dedin, arada bir kontrol etmeniz gerekirdi diye beni suçluyosun, oysaki sen bu musluğu daha geçen ay tamir etmiştin. Ben ne anlarım musluk contası değiştirmekten; oysa sor bana havuz problemi, 2 saatte 5 vanayı açarak doldurduğum havuzu, 1 saatte kaç vanayla boşaltabileceğimi ezbere yaparım şimdi.”

Yaaa işte ben hala anlamış değilim. Çocukken neler öğrenmek zorunda kalmışız, şimdi soruyo bana bizim komşunun himinileri,
“Ya abla ya, benim bi trigonometri problemim var ,örtmen verdi; yardım etsene”
Ben tıssss tabi. Ne bileyim, nerden hatırlayayım? E peki neden o kadar ciddiye alıp okuduk biz o konuları boşu boşuna. Büyüyüp gelecekte Hawkings ya da Einstein çıksam ne ala; hollanda ineğinin kaç cins olduğunu, merinos koyunundan yılda kaç kilo yün çıktığını, pi sayısının ne gibi bir işe yaradığını, missipinin kaç kilometre uzunlukta olduğunu, ya da neden bir çemberin yarıçapına takılıp kaldığımızı, havuz denen ve sadece yüzmeye yarayan güzel bir ortamın neden “problem” haline getirildiğini halen anlayabilmiş değilim.
Aristo mantığı da bana hala yavan gelir mesela. Aynı mantığı bugün iş ortamında kullanmamız da delilik ya da intihar olabilir. Düşünsenize “hayat acıdır, salça da acıdır, o zaman hayat salçadır” mantığını hayat felsefesi edinip benzer bir tümevarımla patronunuza söylüyorsunuz.
“Sayın patron; söylediğiniz şey tam bir saçmalık; sözleriniz saçmalıktır, saçmalık aptallıktır, o halde siz bir aptalsınız!” “Pardon, ne dedin sen?” “Ben demedim efendim, Aristo demiş bunu; Aristo mantığı deniyor, siz lisede almadınız mı mantık dersini? Hayatın anlamı bu ders, ben aristo mantığı ile hareket etmeyen patronla çalışamam efendim, istifa ediyorum”, “Hay haaay, o zaman tutmayalım biz sizi, yanlız eşyalarınızı toplarken muhasebeye uğramayı aklınızdan geçirmeyin, iş kanunun ...... cü maddesine göre tazminatsız kovuldunuz”

Hayatla ilgili, ilk iş kazığı yiyenler genellikle üniversiteden yeni mezun çaylaklardır. Ben de dahil. Çünkü üniversitelerde de işin pratiğini öğretmezler. Siz de sanırsınız ki, mezun olunca herşey muhasebe hocasının anlattığı gibi olur. “E hani, böyle defter-i kebir tutacaktık? Mizan falan; yok onlar artık bilgisayarda şu programla tutuluyo, onu bağımsız denetçi firma yapar, bizle alakası yok, yok uluslarası bilmemne protokolü var” falan falan. “E ben müşteriden çek aldım patron, ama kendi adı yazmıyo, bilmemne firmasının çekini verdi bana, napiyim ben şimdi, size mi vereyim gerçi ben başkasına verdim bu çeki olduğu gibi. Acaba yanlış mı verdim?” “Kızım sen de ne salaksın, ciro etmedin mi yoksa“Ama müdürüm ciro etmek ne demek ki? Hem bakın; aristo der ki?!?!?!?”
Sevgiyle kalın

Çarşamba, Şubat 01, 2006

İşte ben böyle bir hal içindeyim...

Şimdi ben yakında evleniyorum ya; tuhaf duygular içindeyim. Daha önce hiç evlenmedim bilmiyorum, hissettiklerim doğal mı? İşin raconu mu bunu gerektiriyor? Bir tuhaf hallerdeyim ben. Hafif tırsak durumdayım. Allahım, ben gerçekten evleniyorum. Büyükannem, (anneannemin annesi oluyordu rahmetli) “kocanın koca koca donları vardır evladım” derdi; çocukken baya bi gözüm korkmuştu. Nasıl yani kocam olacak adam şişman mı, kocaman poposu mu vardı da donu kocaman olacaktı gibi anlamazdım lafındaki tuzağı. Şimdi çözmeye mi başladım? Tuhaf açıkçası; hele bir de babam sen artık nişanlı bir bayansın, eskisi gibi öyle kafana esip istediğini yapamazsın tarzındaki garip yaklaşımlarıyla; boğazıma ilmik ilmik boğumlar atıyor. Sahi evliler, size soruyorum evlilik öncesi sizde de benzer gerilimler başladı mı?

Bekarken hayatta önemsemediğiniz şeyler, ciddi bir beraberlik olunca nedense çok önemli bir etkinlik haline geliyor. Senin taraf, benim taraf, garip bir adalet anlayışı geliyor. Eminim pek çoğumuz bekarken aile bağlarının önemine radikal bakmazken nedense iş ciddiye bindiğinde herkes kendi tarafına hürmet, ilgi, alaka, şevkat gibi konuları pek bir ciddiye almaya başlıyor. Anneler, babalar, kardeşler ve bizler nedense kendini karşı tarafa saydırtmak ve önem verdirmek için birbirleriyle yarışıyor. Bazen biz çiftler de bu saydırtma yarışına içinde bulunulan darboğaz sebebiyle inatla devam ettiriyoruz. Sanki dünyanın sonu gelir o konu olmazsa. İlla ki bir taraf baskın olacak, illa ki “ohh işte yaptırttık istediğimizi onlara” diye gurur yapılacak. Arada da bizler; yani kurbanlıklar.

Haliyle geriyor bu konular. Şimdi bay Darcy’m okursa bunu, tezeği avuçla yediğimin resmidir ama ne yapayım, bu aralar bir tuhafım. Bugüne kadar hayatımın her zerresinde kendi kararlarımı kendim verip, yaptığım işlerin iyi veya kötü arkasında durdum, ancak iş yeni bir hayata beraberce adım atmak olunca; bu yeni hayatına kimseyi müdahale ettirmek istemiyorsun. Buna kendi ailen dahil. Herkes geri planda eskiden yaptıkları gibi dursun, sen sevdiğin insanla ikili olarak devam edeceğin yeni hayata sadece ama sadece ikili olarak karar al, başını derde sok, feraha kavuş, batağa bat, bataktan çık ama ne yaparsan yap ikili olarak yap.

Haliyle ailelerden tuhaf müdahaleler geliyor çiftlere, herkes karışmak, ilgilenmek, fikir beyan ettirmek ve istediğini yaptırtmak istiyor ve genellikle bu tür şeyler “yardım önerisi” adı altında geliyor ve sonra “yine de siz bilirsiniz, bizim görevimiz sadece büyük olarak size yol göstermek” şeklinde klasik uyarılara dönüşüyor. Tabi bu lafların gerçek türkçe meali şu: “siz daha acemisiniz, yaşınız küçük, ne bilirsiniz ev kurmanın zorluğunu, ne ustadan anlarsınız, ne perdeciden, ne temizliği becerebilirsiniz ne de ev yerleştirmeyi, biz biliriz herşeyin en iyisini, mobilya seçmeyi bilmezsiniz, kazık yersiniz...”

Yahu, ben yıllardır iş alemindeyim; bana göre gerçek kurtlar vadisinde. Ne satın almalar yapmışım çalıştığım şirket adına, ne ihalelere girmişim, ne brifingler vermişim ihale öncesi ajanslara, ne ülkemi aşağılayan gavurlarla yurtdışı toplantılarda yırtıp bi yerlerimi çata çat had bildirmişim; iki kıçı kırık mobilyacı ve marangozdan mı kazık yiyeceğim? Ülkenin nerelerine bi başıma arabayla gitmişim, bi perdeciyi mi bulamıyacağım? Üniversitede yıllarca dirsek çürütmüşüm, akademik doktora yapmışım, üniversitede öğrencilere kaç senedir ders verip bilim öğretmekteyim, bir tek evimi ve dolaplarımı mı yerleştiremeyeceğim?

Bırakın, yemezleer!

Salı, Ocak 31, 2006

İzmir, İzmir 1-2

Bugün Alsancak’ın göbeğinde bir yerde kırmızı ışığın yeşile dönmesini beklerken karşı kaldırımda bekleyenlerin suratlarına bakacağıma, karşı apartmanlara abuk sabuk şekilde serpiştirilmiş tabelalara bakma gafletinde bulundum. Yere bak, ne bileyim ya da ışığa bak, yeşil yanınca ikile, git işine değil mi? Yok illaki bakıcam ve tabi illaki de gözüme bir tuhaflık çarpacak. Alsancağın göbeği, en merkezi yerlerinden biri. Apartmanın tam 4.katı (neden bakıyorum ki 4. katlara?) ve kocaman tabeleda yazan şey:
“Gümüşhaneliler Dayanışma ve Kültür Derneği”
Höööö?
Tamam, anladık; güzel İzmirim de son 10 senedir, hayatının en büyük göç furyalarından birini aldı. Hatta bu göç kurtuluş savaşı dönemindeki İzmir bağlantılı rum-türk mübadelesine bile fark atar, inanın sözüme. Ama sorarım size Gümüşhane nire, İzmir nire?
Hadi madem geldiniz İzmir’e, neden İzmir’le dayanışmıyorsunuz da İzmir’de olan tüm Gümüşhane’lilerle kaynaşma gereği duyuyorsunuz? Çok mu lazımdı İzmir’e bu dernek?
Sözüm aslında sözkonusu vilayetimize değil. Ben gıcığım bu tür popülist yaklaşımlara, sınıfsal, bölgesel, vilayetsel ayrımcılığa. Hem bu tür bölge ayrımcılığı yapacaksın, hem bulunduğu şehre ya da ülkeye kültürel anlamda entegre olmayacaksın, sonra da cart cart ülkemdeki ayrımcılıklardan bahsedeceksin. Yok ya? Sizce bu tür dayanışma dernekleri “neyi” dayanışırlar? Ne yapar bu dernekler?
İzmirliler sözüm size, hepimize? Ben bugüne kadar Türkiye genelinde hiç İzmirliler Kültür ve Dayanışma Derneği duymadım, görmedim, bilmedim. Malatya, Kars, Muşlular, Mardin, Niğdeliler, Çorumlular, Konyalılar ve bugün itibariyle Gümüşhaneliler Kültür ve Dayanışma Derneği’ni duydum. Neden İzmir’in yok? İzmirlinin yok? Yoksa biz gavuruz diye mi? Eğer varsa ne olur beni bilgilendirin, gidip remen üye olucam :)

Perşembe, Ocak 26, 2006

Spor Yapmak ya da Yapmamak! İşte Bütün Mesele Bu

Spor yapmayı hiç sevmiyorum. Sevmedim, sevemedim ve sevemiyeceğim. Spor insanın doğasına aykırı bi kere. Hadi ilk insanlar döneminde mecburen hızlı koşmak, atletik vücut önemliydi muhakkak. Boru değil, koskoca mamut koşuyo peşinden, yakalarsa ne olur bilinmez. Eh haliyle atletik olmak canını kurtarmak anlamına geliyodu. Öyle ya, hımbıl hımbıl çayırda ormanda dolanan piknik tipli bir mağara adamı, etobur bir dinazorun ara sıcağı olabilirdi.

E peki bize ne oluyor, bu kadar spor salonu, diyet, makinalar her bir yerine bağlı, koş babam koş.. Sanırsınız arkanızdan puma kovalıyor, yani koşmazsan ilk insan ata’nın makus talihi sana da musallat olacak. Hadi koştun diyelim de nereye gidiyosun? Kendi çapında dönen bir bant üzerinde amaçsız, varışsız koş bakalım. Olduğun yerde saymak deyimi bu olsa gerek.
İki sene evvel gaza geldim, spora gidicem. Çevremdeki çoğu kişi gidiyor ya, kendimi ezik hissettim, sürekli aynı heyecanlı teşvik sözlerini dinliyorum.
- Ay mutlaka gelmelisin, nasıl fit (!) oldum anlatamam, selülitlerim kayboldu , kilo verdim, nefesim açıldı, akşam iş çıkışı gdiyorum, haftasonu komple ordayım, havuzu var, saunası var, buhar odası, jauzisi var.. Kesin gel!
Eh hadi madem, ben de yazılayım, önümüz yaz, zayıflarım, ben de fit (!) olurum, hem jakuzi var, sauna var, oh yay babam yay!
Gitmez olaydım, hem paraları bayıldım bir de üstüne üstlük gerizekalı gibi yıllık üye oldum. Benim gibi “kezban sporcu müsfettelerini” üye yapan çocuk bana spor merkezini gezdiriyor, kendinden geçmiş spor manyakları hiçbiryere gitmeyen bantlarda koşup duruyor, tık nefes. Bir arkadaşıma raslıyorum, kolunda tansiyon aleti gibi bir şey bağlı, suratı pancar gibi koşmaktan patlayacak, ter içinde... Bana el sallıyor, ben işin dalgasında
- Hoop hemşerim yolculuk nere?
diye sırıtyorum, bana el sallarken adımları şaşırıp sendeliyor ve belli ki bana küfür saydırmakla meşgul. Baktım herkes bir şık, makyajlar,saçlar fönlü, eşofman ve ayakkabılar birbirine uyumlu, havuz sefasında bikiniler çekilmiş,pareo uyumu süper falan. Ben de gaza geldim ya, şimdi kendimi hülya koçyiğit’in kezban istanbul’da filmindeki gibi rezil hissetmemek için gittip kendime eşofman aldım, spor ayakkabısı, yüzücü gözlüğü, spor çanta, havlu derken bir de spor mağazasına bayıldım o kadar para. Ha sonra mı ne oldu? Yıl içinde toplam 6 kez giderek yılın en kek ve en muteber müşterisi seçildim. Gitti paracıklarım.

İlk gittiğimde dibimden ayrılmayan kıl kuyruk bir spor hocası (!) benim bir güzel ölçümü aldı, kefen dikecek sanki. Tuhaf tuhaf yağlı bölgelere bakarak bloknotuna bişeyler yazdı, suratı da bi ciddi anlatamam, sanki einstein’in izafiyet teorisini çözüyor. O makine senin bu makine benim 4 kat dolaştırdı beni. Herbirini denetti hunharca. Canımı yaktı, bilmemne kasım çalışırmış öyle yakınca bi de en az 45 dakka yapmak lazımmış o işkenceyi, ancak 45 dak.dan sonra yağlar yanmaya başlarmış. Yapamadığım zaman adamın suratının aldığı ifade bilal inci, erol taş tarzıydı. “Nihaaaa haaaa, yapamıyorsun işte, ben bu aletlere yıllarımı verdim, sen yağ fıçısı, kolay mı o dumble’ları kaldırmak, kollarında kas yerine patates püresi taşıyorsun, nihaaaaahaa”, şraaakkk (kırbaç sesi)

Sonra (işkenceden yaklaşık 4 saat sonra) erol taş beni havuz ve jakuzinin olduğu yere gönderdi, tam 1 saat yüzeceksin dedi.
- Ama hani sauna, buhar odası, jakuzi? Hani ben orda biraz dinlensem?
Adam bana bir zavallıymışım gibi baktı – “bir de bu haline bakmadan, utanmadan jakuzi istiyorsun ha? – çabuk dooğru, havuza saat tutucam 1 saat yüzeceksin” der gibiydi. Ben mahçup “cup” havuza, yüz babam yüz, adam gitmiyor, yatır gibi başımda, “çabuk, çabuk, tempo, tempo, son 20 tur” dediğinden sonrasını ben hatırlamıyorum. Sanıyorum tansiyonum düştü ya da işime geldi numara yaptım ve adam acıdı “tamam serbestsin” dedi. Ben de
- “Heil, Hitler”!
diyerek çıktım havuzdan, girdim jakuziye. Ohhh be, dünya varmış, yıl içindeki diğer 5 gidişte de sadece o jakuzideydim. Hitler’e görünmemek için ikinci sefer baya çaba sarfettim ama sonra aklıma o spor merkezine bayıldığım paraları hatırlayınca benim Hitleri’in muhtemel 2 senelik maaşını karşılamış olduğumu düşündüm ve güvenim yerime geldi. Beni o jakuziden kimse çıkartamadı. Deli gibi çalışıyordum iş yerinde, spor merkezinde de ne gerek var çalışmaya, gir havuza lay lay lom, sonra da sıcak jakuziye. Tamam işte, al sana spor. Yalan söylemiyim, saunaya ve buhar odasına da girdim birer kez ama tıkandım, nefes alamadım, dar çıktım o havasız yerden, “amaan be, ne çıkarsın o jakuziden, kaşındın gene” dedim. Eşofmanlarım yepyeni durmakta, olan sadece yüzücü mayoma oldu, klordan laçka oldu lastikleri.

Ama yine de 6 kez gitmişliğim var bir yıl içinde. Günah yani. Demek ki spor bana haram. Sevmiyorum çünkü. Aslında ben suni olan şeyleri sevmiyorum.

Düşünsenize suni ışıkta suni yerlerde-kapalı ortamlarda çalışıyoruz. Suni ısıtıcı ve soğutucularımız var. Soluduğumuz hava bile gerçek değil. İçtiğimiz sular su, yediğimiz domatesler bile gerçek değil. Çayımıza attığımız şeker gerçek değil. Vazoyla gelen hediye çiçekler bile gerçek değil. Burnumuz, dudaklarımız, saçlarımız gerçek değil. Sonra gerçek olmayan spor salonlarına gidiyoruz. Koş diyorlar, o da gerçek değil. Kürek çek diyorlar, o da gerçek değil, ağırlık kaldır diyorlar o da değil, buhar odasına gir diyorlar, buhar da değil. O kadar suni şeyi kullanıp sonra sağlıklı yaşam için spor salonuna giden android tipler var mesela. Kaslanmış, ergenliğe geçemeyen erkeklere benzeyen kadınlar gördüm orda. Ben öyle olmak istemiyorum. Bir tek benim yağlarım gerçek galiba. Acaba o yüzden mi kurtulmak istemiyorum onlardan?

Pazartesi, Ocak 23, 2006

Şehir Efsaneleri-1

Biri anam yaşında bir kadın; bıyıkları yeni terlemiş, karayağız, saf kan kıro-sesi cırtlak-sıfır kültür yüklemeli ergen arabeskçiyle aşkın doruğuna tırmanışını milyonlarca aptalla paylaşıyor her gün. Diğeri (ki o da anneannem yaşında) yanında sado sevgilisiyle mazo yaşam sürmekte ekran önünde. Koca k.ç.nı sallaya sallaya, meşhur (!) ayva göbeğini pörtleterek sevdiği adamdan hakaret, eziyet ve küçük düşürücü davranışlar görüyor. Milletin paralarıyla Paris senin, beleş yaşam senin, gezdikçe geziyor. İsmi İtilmiş olan herifi de sıkı durun -iş adamıymış şuan için turizm yapıyormuş. Sorarım size hangimiz birer çalışan olarak patronlardan izin alıp abuk showlarda manyaklık yapabiliriz? Sürekli izin almak bu kadar kolay mıdır? İpsiz sapsız, bi b.ka yaramayan bir insansın, bunu kabul et be adam. Büyük ihtimalle 2 ayda tüketeceğin 3-5 kuruş para için rezil rüsva oluyorsun.

Bir diğeri de utanmadan 23 yaşında olduğunu söyleyen, oysa ki 55’lik anamdan bile daha yaşlı gösteren “hannibal” kadın. Önüne gelenin yanağını ısırarak ünlü olan ve önüne gelene çemkiren bir boya küpü, suni kadıncık. Ve yine utanmadan diyor ki, başka bir deha ötesinden (!) bahsederken, “ o kendi background’una baksın, ben konservatuarlıyım, nota biliyorum” diyor. Türkçeyi katledenler konusundaki hislerimi bir önceki yazımdan hatırlarsınız.

Bunları neden mi yazıyorum? Televizyonda kanal değiştirirken gözüme çarptılar hepsi. Bana da yazık ama değil mi? Bari teker teker gelin üstüme. Bu kadar üst üste aynı anda o kadar “mal” görmek bende depresif etki yapıyor. Bugün iptalim anlayacağınız, dün evde epey kapalı kalınca mecburen televizyon açtım her kanalda yukardakiler veya onlardan birer demet vardı.

4. büyük güç “Basın” diyor ki, halk bunu istiyor, ratingler bunu gösteriyor. Yahu ben yıllardır kafaya takmış durumdayım, sormadığım insan kalmadı, bu rating ölçme aletleri kimlerin evine takılı allahaşkına? Kim karar veriyor hangi evlere takılacağına? Yukardaki dallamaları seyretmeyi halkın yüzde kaçı istiyor? Peki ya bizim isteklerimizi ne zaman kaale alacaklar? Bizim eve ne zaman rating ölçme cihazı takacaklar? Sizin evlerde var mı şu şehir efsanesi haline gelen ölçüm cihazından?

Perşembe, Ocak 19, 2006

Resimdeki Gözyaşları

80’li yılların o iğrenç gençlik hallerini yaşamış bir nesilden geliyorum ben. Omuzlarda kocaman sünger vatkalar, dar paça olup yüksek bel taşlaşmış kot pantolonlar, rengarenk kareli kalın kumaş ceketler, gömlek yakalarından aşağıya sallandırılan siyah uzun deriden yapılma kovboy şeritleri, bazen de o sevimsiz erkek özentisi kravatlar, lasteks pantolonlar –dize kadar çekilen tozluklar, alına takılan renkli bantlar, şal desenli gömlekler, altları lastikli füzo (füzo da ne demekse?) pantolonlar, gülen suratlı (smiley) ve “acid” yazılı aptal penye tişörtler, üniversite ve lise yıllarında da gidilen diskoların gündüz matineleri... Elimizde kolalar, güneşli ve güzel günlerde kapanılan pis-tozlu ortamlar ve tavanda asılı yanar-döner koca toplar altında ter içinde edilen danslar. Saçlar tüm kızlarda aynı: Merinos koyunu gibi kıvırcık permalar ama mutlaka katlı kesim; önler jöleyle tiftilmiş ve o kadar tiftilmiş ki sanırsın elektrik prizine parmak ıslak elle sokulmuş! Yaşıtımız erkeklerde de durum daha az bir facia. Hiç değilse saçlarda perma yok! Ama onlarda da saçlar ense bitimine kadar uzun, arkaya ıslak jöleli (bakınız eski ozan orhon-suat suna resimleri), beyaz gömlek ama içlerinde mutlaka siyah boğazlı kazak), ebeveynlerinden ve hocalarından gizli içtikleri sigaralarıyla artistlik yapmalar, eskitme bordolu - siyahlı okul ayakkabıları... Biz bi de o iğrenç hallerimizle ve benzer tipsizlikteki oğlanlarla phil colins’in “another day in paradise” adlı sosyal içerikli şarkısıyla çok anlarmış gibi dans ederdik. Ay şimdi bunu yazarken bile gülüyorum hatırladıklarıma. Romantizme bir bakın! Gündüz saati izmir sıcağında diskodasın, tepende yanar döner koca bir küre, mor ışıktan dişler ve gözün beyaz yerleri uzaylı gibi fosfordan yıkılıyo ve sen vatkalı apoletler içinde napoleon gibisin, saçlar zaten rezalet, sivilceli ve boru sesli bir çirkin oğlanla avaz avaz “another day in paradise” sallanıyorsun...

Kollar birleştirilerek yığınla kitap ve defter taşımak da ayrı bir salaklıktı mesela. Kalemkutusu düşer, onu alırken kitabı düşürürsün, cüzdanı koyacak yer bulamazsın. Al bir çanta da as sırtına mı omzuna mı nereye asacaksan değil mi? Yok, illa ki elde taşınacak o gavur ölüsü gibi kitaplar! Kaset doldurtma da vardı, hatırlar mısınız? Benim bir kasetçim vardı okula yakın. Hiç üşenmeden beğendiğim şarkıların isimlerini biriktirir sonra dosdoğru kasetçiye götürür ve şimdiki geyik arkadaşların dediği şekliyle “best of”lar hazırlatırdım kendime. Top Gun filmi ilk çıktığında da Ray-Ban gözlüklerden almıştım. Tom Cruise’un taktıklarından. Küçücük surata kelebek konmuş gibi ne de gülünç ve iğrenç olmuştum, ama moda tabi.. O yıllarda demek ki iğrenç olma modası hüküm sürmekteydi. Benim tüm arkadaşlarım da aynı benim gibi koyu yeşil, ortasında (2 kaş arasında kemikten ya da deriden bir çubuk olan) yüzümün tümünü kaplayan Top Gun güneş gözlüklerimizle gerizekalı gibi dolaşırdık Alsancak’ta. Odalarda Duran Duran üyelerinin kollektif ya da bireysel (benimki John Taylor’du) üye posterleri asılı, annem isyanlarda, bi de sapık mı neydim Brooke Sheilds’a bayılırdım, onun da Sahara ve Mavi Göl filminden posterleri asılıydı. Tabi o zamanlar şimdiki zaman gençleri gibi kötü fikirli değildik. İnsan kendi hemcinsini beğenebilir ve resmini asabilirdi. Kaşlarımı ve saçlarımı Brooke Shields’a benzetebilmek ne çok uğraşırdım yarabbim? Beşiktaşlı Metin’e de bayılırdım ben, onun yüzünden spor sayfalarını çok anlarmış gibi okur, resimlerini keser ve defter kapaklarına yapıştırırdım (salak. salak. salak!), efes oteline gelirdi o zamanlar futbol takımları, biz de dersaneyi kırıp yukardaki değindiğim o iğrenç kılık kıyafetlerimizle futbolcu görmeye giderdik, elimizde eski model fotoğraf makinalarıyla, fotoğraf çektirmek için kapı görevlilerine az mı yalakalık yapmadık? Akşamları okul çıkışlarında pastanelerde oturur pasta yer, kola içerdik. Günün dedikodusunu yapardık ama eve gidince annemleri sinir ederek saatlerce telefonda bıdı bıdı konuşmayı sürdürürdük. O zamanlar cep telefonu yoktu tabi, bilgisayar ve internette... Olsa acaba biz de mi “yoz” olurduk? TRT’de “ahmet’in günlüğü” diye bir dizi vardı, ordan özenip ben de günlük tutmaya başlamıştım. Aptal saptal şeyler yazıyordum büyük ihtimalle, sonradan bulamayışımdan belli. Kimbilir nereye sokuşturuverdim, attım mı, yaktım mı, yırttım mı, akıbeti belli değil.

Hey gidi günler heeey! Şimdi bakıyordum da eski resimlerime, aklıma Cem Karaca’nın o çok sevdiğim şarkısı geldi. “Bir gün belki hayatta, geçmişteki günlerde...” Onu başladım dinlemeye. Dinlerken de aklıma küçüklüğüm ve ergenliğim geldi ve de nedense de 80’lerde yaşadıklarım ve tükettiğim yıllar. Başladım bu yazıyı yazmaya. Oh be geçmişimi unutmamışım!

Pazartesi, Ocak 09, 2006

DİLİMİZDEN UTANMAYALIM!


Reklam Yaratıcıları Derneği’nin Başlattığı Kampanya’ya Katılıyoruz...
Lütfen Dilimize sahip çıkalım çünkü Atamızdan yadigar bir tek o kaldı...

Neyimiz doğruydu ki? Atamızdan yadigar bir tek dilimiz kalmıştı. Onu da bozduk sonunda, utanır olduk o güzel dilimizden, sokuşturuverir olduk araya ingilizceleri, fransızcaları. Osmanlı’dan kalma farsça ve arapçalar zaten başa belaydı, yanınızda bir arap dursun, ne konuştuğunu az buçuk anlardınız. Sonra bir de bu çok kirliliğin üstüne, frenk üzümlerinin ve anglosakson yumurtalarının yurduma çaktırmadan dil işgali geldi; sonrası mı? Sonrası, önüm arkam sağım solum “oha falan oldu” (!)
Bir kültürün en büyük göstergelerinden biri de dilidir. Bir milleti “millet” yapan en önemli unsur, “dilidir” yani bizim de Türk milleti olmamızın en önemli unsurudur Türkçemiz. Atatürk “Türk Dil Kurumu”nu kurmuştu. Amacı Türkiye Cumhuriyeti’nin ana dilinin arapça ve farsçadan arınmış bir Türkçeyi egemen kılmak idi. Sonra yıllar geçti, kültürel yozlaşma ile birlikte “dil” yozlaşması da her bir yere saçıldı. Televizyon programlarında, dizilerde, gazete sayfalarında beyinler yıkanarak kültür yozlaştırılırken en büyük yozlaşma da dilimizde yapılıyor. Türkçemiz, Arapçanın, Farsçanın etkisinden kurtarılsın derken, Amerikan
kültürünün, İngilizcenin boyunduruğuna mı teslim ediliyor?

Farkında mısınız bilmem ama güzel Türkçemizde özellikle son yıllarda yaşanan kirlenme ve yanlış kullanım ciddi boyutlara ulaştı. Bu durum, hem Türkçede karşılığı olduğu halde yabancı sözcüklerin kullanımı hem de Türkçe ifadede anlam yanlışlığı ve sözcüklerin yanlış kullanımı ile karşımıza çıkıyor.

İşte size bazı örnekler:
Bir toplantıya gideceğiz; önceden toplantı programını gönderiyorlar. Programda saat 10.30-11.00 arası “coffee break”.. Ee iyi de toplantı Türkçe olacak, program da Türkçe yazıyor, peki neden kahve arası ingilizce yazılmış?
Bir mobilya mağazası haftasonunda gazeteye reklam vermiş, ilanda Türk malı olmasıyla gurur duyuyor ama “Yeni Show Room Açılışımıza Bekleriz” diyor. Show room???
Vakko gelinlik satmaya başlamış, gelinlik mağazasının adı da ” Vakko-wedding”. Vayy beee!
Bilgisayarın adı PC (pi-si) oldu. Halbuki bilgisayar; computer (kompütır)ın Türkçesi olarak ne de güzel adapte edilmişti dilimize. Şimdi PC oldu, yazıcı da printer.. Ofiste çalışanlar birbirine “printer’a bir yazı gönderdim, çıkmış mı bakabilir misin?” diye sesleniyorlar. Diğeri de “okeydir” diye cevap veriyor.
En büyük nefretliğim de İstanbul’da her gün bir yenisi açılan o büyük alışveriş ve yaşam merkezleri... İsimleri ya “Tower”dır, “City” dir, “Metro”dur ya “Plaza” ya da “Mall”.. Yok bizim bildiğimiz “mal” değil- ha belki sahipleri gerçek bir mal olabilir ama bu “mall”lar başka... Gökdelen de, İş Merkezi de, Alışveriş Merkezi de ama yok “Tower” de, olaya tarz kat.
Televizyonu açıyorsun “Talk-show” var! Talk show denen yersiz, düzeysiz ve bir o kadar da gereksiz programda Hakan Ural denen adam “Benim background’um .... diye başlıyor lafa... Senin background’ını da futureground’ını da yesinler diye devam ettiriyorum tabi ben de...
Ofiste telefonda konuşuyorum biriyle. Toplantı tarihi hakkında uzlaşmaya çalışıyoruz. “Ben bir schedule’uma bakiyim ve size döniyim” diyor. Nasıl yani?
Komşumuzun kızı da dolamış ağzına “oha falan oldum- kal geldi” laflarını... Doğru düzgün kelimeler bulsana konuşurken diyorum, aman canım ne var, televizyonda söylüyorlar, kötü birşey olsa söylenmez ki diyor. Ben de söylenir, asıl en büyük dil düşmanı televizyon oldu, iyisi mi ben sana benim çocuk kitaplarımı çıkartıp bulayım onları oku, bak ne güzel yazmış Kemalettin Tuğcu, Rıfat Ilgaz, Milliyet Çocuk Kitaplarım da vardı benim diyorum. Bizim ki amaaan, sen de amma loo loo yaptın diyor..Loo lo yapmak! Bakın bunu da yazın bir yere. “Lo lo”. Nedir o? “Hebele hübele” gibi bişi... E peki hebele hübele ne?
D&R Müzik zamanında Doğan Medya Grubu ile Raks Müzik oraklığında kurulmuştu. Doğan’ın “D”si ile Raks’ın “R”si birleşmiş ve D&R olmuştu. Düşünsenize “de ve re” harflari neden birdenbire “di and ar” oldu? Sanki sahiplerinin isimleri “Diana ve Ronald” olsa anlıycam, kısaltmaları da ingilizce okunsun. Bildiğimiz Doğan ve Raks neden kısalınca ingilizceye dönüşüverir? Eğer Kanal D’nin de “D”si Doğan’dan geliyorsa neden ona channel di denmiyor.
Vitrinlerde de indirim yerine zaman zaman “sale” ya da bazı yaratıcı geyikler “in-dream” yazıyor ya ben sinir oluyorum. Sanki içerdeki tezgahtarlar içerde çatır çatır ingilizce konuşuyorlar da, turist dolu memlekette, hepsi Türkiye’deki ‘in-dream’i bekliyor.. Oysa kaç kez başıma geldi, şahit oldum ve de esnafa tercümanlıkta yardım ettim: dışarda “sale” yazıyor, hasbel kader bir iki turist girmiş dükkandan içeri, içerdeki tezgahtarlar ve dükkan sahibi kalakalıyorlar. Turiste bir tek “hello, sale var sale var, comon plizzzz” diyip şişen ve turiste mel mel bakan çok esnaf gördüm ben. Oysa vitrinine çakmışsın “sale ve in-dream” yazılarını, hani nerde, konuşsana.
Pazarlar da daha komiktir. Badi, bodi, baudi, body ve türevlerini yazarlar ve cırtlak sesleriyle bağırırlar. Koomon ablalar, yengeler... badi vaar, çok ucuz, gel ablaa geeeel diye. Orada penye atlet, bluz var dese, kimse anlamaz sanki.
Bankalar da el değiştirdikçe (daha doğrusu bizim Türkler bankacılığı beceremeyince) satıveriyorlar yabancılara, ‘çaat’, isimler de değişiyor. Demirbank vardı, HSBC (eyç es bi si-lütfen doğru okuyalım) oldu; Dışbank da gitti o da Fortis oldu (neyse ki italyanca kelimelerin büyük çoğunluğu yazıldığı gibi okunuyor da yırttık), basında da (pardon media denecek ona da) Skytürk, show (şov değil ama- mutlaka ‘w’ olacak), star, shopping channel da var bu arada kablo tv’de gördüm. Kanalın adı “shopping channel”. Ekranda iki tane dişi geyik canlı yayında kalitesiz malları pazarlamaya çalışıyorlardı.

Dilimiz yozlaştırılıyor. Hem de gençlerin ve çocukların beyinleri yıkanarak.Türkçemiz, Arapçanın, Farsçanın etkisinden kurtarılsın derken, Amerikan kültürünün, İngilizcenin boyunduruğuna mı teslim ediliyor? Bir toplumun en önemli kültürel mirası olan dilin bu kadar kirlenmesi de doğal olarak toplumun kültürüne zarar veriyor.

Bu yazıyı yazmama gazetede gördüğüm Reklam Yaratıcıları Derneği’nin düzenlediği “Dilinizden Utanmayın” kampanyası sebep oldu. Hoş dil hepimizin, kampanya sloganı olarak neden ikinci çoğul kişiyi kullandılar anlayamadım. Keşke “Dilimizden utanmayalım” deselerdi, dili kirletenler sadece halk değil ki, reklamcılar ve basın mensupları da bu konuda suçlu bence. Kampanya süreci, basın ilanı ile, bir ünlünün dilinden utanmayarak “dil çıkarması” ile sürecekmiş. Ben Haldun Dormen ve Ahmet Gülhan’ın yer aldığı kampanyaları gördüm. Hoşuma gitti. Umarım toplumda bir farkındalık yaratıp olumlu yönde amaca hizmet verir.
Sonuç olarak, dilimizden utanmayalım! Türkçe dünyanın en zengin ve en güzel
dillerinden biri. Onu yabancı sözcüklerle kirletmeyelim. Türkçe kullanalım.

Pazartesi, Ocak 02, 2006

O-r-g-a-n-i-z-e İ-ş-le-r Bunlar

Dün akşam nişanlımla Organize İşler’i izlemeye sinemaya gittik. Pek de iyi organize edilememiş bir film izledik doğrusu. Çıktığımızda baktık birbirimize, “eeeee, neydi bu?” der gibi... Madem filmin adını “organize işler” koyacaksın o zaman büyük lokma ye ama büyük laf konuşma atasözünün anlamını çok iyi bileceksin. Bizim insanlarımız olayın kolayına kaçmakta birebirdir zaten. Ülkemizde yeterince şan-şöhret mertebesine ulaştıysan bu senin büyük yönetmen olmak için gereken tek şarttır. Hele de elinde sürekli çalıştığın tanıdık eş-dosttan pirim yapmış kadrolu sanatçın varsa, serpiştiriverirsin onları filmde bazı karelere; otursa da olur oturmasa da... Bi de atarsın ortaya belden aşağı esprileri, bilindik muhabbetleri ve bir o kadar da bilindik sosyal içerikleri; al sana film işte... Biz zannediyoruz ki yabancı kameramanı ve digital montajcıyı ithal edelim, hareketli kamera oyunları, yükselsin alçalsın, helikopterden çekim yapılsın, hollywood’da kullanılan her ne teknik özellik varsa, bastıralım parayı (sponsorlar sağolsun!) kiralayalım; al sana film.. Eee peki sonra sorarız işte kendimize “neydi bu?” diye. Bir kere bir yönetmen her çektiği filmde ısrarla aynı kadrodan şaşmıyorsa, esas oğlanı hep kendisi oynuyorsa, ana karakterlerden en yan karaktere kadar tüm isimleri hep bilindik isimlerden seçerse, hergün medyadan görmekten bay gelen medya maymunlarına filmin tüm rollerini verirse, ; eh söyleyin allahaşkına siz o filmden nasıl bir sanat bekleyeblirsiniz ki? Artık ülkemizle ilgili “hiciv” içerikli komedimsilerden bıktım usandım... Biraz da yaratıcı olun yav. Biraz da başka konulardan bahsedin, mesela aşkı anlatın bize, sevmeyi anlatın; sevmek’le güldürün bizi, aşk’la güldürün. Aldatma ile güldürün. Abuklaşmadan korkutun, ağlatın bizi, ağlatın ama sinirden değil. His’lendirin bizi. Belden aşağıya inerek yapmayın esprilerinizi, Olacak O Kadar espirileri de istemiyoruz biz. Güldürmüyor onlar bizi. Biz sizin hala durmakta olduğunuz yıllarda yaşamıyoruz çünkü. Bizim en az sizler kadar kıvrak zekamız ve de kaliteli bir zevkimiz var. Eğer sizin sinema filminizin hedef kitlesi bizsek, o zaman bizim ne zekamızı aşağılayın ne de zevkimizi...

Berrak Tüzünataç diye bir kız vardı filmde. Tüm yaz gazetelerin magazin sayfalarını kızımızın bodrumda bitmek tükenmez tatilinin bol bikinili fotoğrafları süslemekteydi. Ebru Akel’i ise yıllardır zap’lasak da bir başka kanala transfer olarak, yayın saatini haftanın her gününe yayarak karabasan gibi ümüğümüzde hissetmekteydik. Kurtlar vadisinin ünlü Türk düşünürü polat efendinin sevgilisinden, özel hayatında çakırın sevgilisinden başka bir atraksiyonunu bilmediğimiz Özgü Namal, Bir İstanbul Masalı’ndaki iyi niyet ötesi kutsal yürek Altan Erkekli, halen ne iş yaptığını çözemediğim sevgi böcüğü gamzeli insan İclal Aydın, Yılmaz Erdoğan da olmasa elinden kimsenin tutmadığı ve tutmayacağı- ailenin bir türlü meşhur olamamış tek kardeşi Deniz Erdoğan, Yılmaz Erdoğan’ın özkızı (bir Gülben eksikti aileden!), Bir Demet Tiyatro’nun full kadrosu (Fadıl Fıdıllıoğlundan, Eyvah Necdet’e, Mücverin sevgililerinden Mükremin’in Asu’suna, kimi arasanız vardı filmde. BKM’ye bağlı her kim varsa hepsi topyekün cumburlop filmde! Ya yeterin ama ya! Sanki bir kadro var kiralık; “film yapıyoruz, hadi abi toplanalım, istikamet Van Gevaş, istikamet İstanbul!” Ve tabiki canımız cananımız Cem Yılmaz. Ha Doritos Alaturca reklamı, ha 50 YTL bayılmaktan kendimizi alıkoyamadığımız bir CY standup show’u. Konu da Türkiye’de dönen olaylar olunca yönetmenin fazlaca da bi organize olmasına gerek kalmıyor tabi.. Çünkü elinde herkes-herşey var. Kimi arasan var, kamera da gereksiz oyunlarla sizi şaşı ediyor (hele helikopter çekiminde resmen arabada mideniz bulanır ya, resmen kamera tuttu, midem bulandı), o ne biçim abuk bir hava çekimi öyle. Hani verseniz kamerayı bana yeminle daha iyi bir acemi çekimi yaparım. Bu arada keşke kameramanı yurtdışından getirtirken promosyonu da var mı diye de sorsaydı da hiç değilse sesçiyi de ithal etselerdi, sesçi berbattı çünkü... Ara ara azalıyor, gidip geliyordu. Dış sesleri kalitesiz kaydetmişlerdi. Aman canım bunlar önemli değil ki; Y.E, C.Y ve diğerleri var nasıl olsa. Demet Akbağ herzamanki gibiydi. Oyunculuk kalitesini çok sevmeme rağmen, kocası rolündeki Altan Erkekli ile atışmaları bana hep Lütfiye'yi hatırlattı. aynı hazır cevaplık, benzer laf ebelikleri... Ama kadının suçu ne? Yıllardır Demet'in her oynadığı oyunu yazan ve yöneten ve de başrol oyuncusu aynı olursa olacağı budur tabi.

Lafın özü;
Lütfen hem film yönetip hem de başrolü oynamayın (cin olmadan şeytan çarpmayın: insan hem senarist, hem oyuncu hem de aynı anda yönetmen olamıyor. Olunca da işte, “o-r-g-a-n-i-z-e olamıyor!
Lütfen filmlerinizde kadrolaşma yapmayın (devlet dairesi gibisiniz)
Oyuncularınızı, sırf medyatik diye gazetelerin magazin sayfalarından “o piti piti” diyerek elinize geçeni seçmeyin
Doğru düzgün konu bulun (zira Türkiye’deki bilindik olayların hicivleri artık pek tutmuyor. Siz Levent Kırca’ya artık gülüyor musunuz mesela?)
Büyük laflar üretmeyin, büyük işler üretin
Yaratıcı olun, yaratın ve kendinizi taklitten kaçının
Doğru film yapmak istiyorsanız biz blog dostlarının sobelendikleri filmlere bakın.. Bakın ki öğrenin halk hangi filmleri beğeniyor, iyice okuyun, gözleyin.

Tersköşe cinema club hepinize iyi seyirler diler :)

Perşembe, Aralık 29, 2005

Banu Alkan Okan’ın Fahriye Ablası mı?

Dikkat ettiniz mi Okan Bayülgen habire Banu Alkan’ı pohpohlayan ve lüzumsuzca Banu’nun sönmüş, lüzümsuz kariyerini pompalayan bir tutum sergiliyor. Gecenin kör vaktinde uykusuz kalıp Okan’ı arayan yurdumun güzel insanları, sordukları en normal soruda bile Okan’ın hakir gören bakışları ve hakarete varan cevaplarıyla ödüllendirilirken Banu gibi bir ‘freak-enstein’a olan hayranlığı bana çocukluğumun tuhaf filmi Müjde Ar’lı Fahriye Abla’yı hatırlatıyor.

O filmde de annesi yaşındaki, erkeklerin ağızlarının suyunu akıttığı mahallenin tombul, koca memeli ablasına aşık olan Freud’un kulaklarını çınlatacak bir çocuk-ergen hayranlığı sergileyen yarı spastik ve nevrozun alt ve üst notalarında gezinen bir oğlancık vardı. O Fahriye ablaya nasıl da aşıktı.

Nedense Okan’ın o kavruk kalmış haliyle Banu’ya bakışlarını, göz süzmelerini, öpebilmek için yaptığı yalakalıkları görünce aklıma o film geldi. Önceleri bir gazetede Okan’ın röportajını okumuştum. Babasız büyümüş ve evlerinde de annesi, teyzesi ve diğer kadınlardan oluşan “erkeksiz” bilumum kadınların içinde yetişmiş. Fahriye abla filminde Müjde’ye aşık olan o oğlan çocuğu da öyle birşeydi.. Bilemiyorum nedense burada Banu Alkan, Okan’ın Fahriye Abla fantazisini tekrar hayata döküyor gibime geliyor.

Kimi de klasik yorumlar katarak olayı basite indirgiyor: Yok efendim Okan çok zekiymiş (ki bence de- buna itirazım yok), aslında Banu’yla dalgasını geçiyormuş, aslında Okan’ın amacı Banu’nun gerizekalığını Türk halkının gözüne sokmakmış... Yok Banu aslında bir feneomenmişşşş (!). E pes yani.. O kadar da basit değil. Olayı basite indirgeyip bizleri aptal yerine koymak da biraz ayıp olmuyor mu? Biz Banu’nun ne menem bi şey olduğunu anlayacak kapasitede değil miyiz? Okan bunu inceden hicvederek bizlere öğreteceğini sanarak bizi gerzek mi zannetmektedir? Hem Okan %100 zeki, muhteşem, mükemmel ötesi bir insan mıdır, onun da bir zaafı olamaz mı, onun da kişiliğinde hasara uğramış bir parça bulunamaz mı? Bence basbaya Okan’ın da Banu'ya zaafı var. O kadıncağız da kendini Afrodite benzeten bir zavallı “looser”! Okan yıllardır ekrana o kadar abuk insan çıkarttı ama hiçbirine Banu teyzemize çektiği kadar yağ çekmedi. Milleti kıtır kıtır doğrayıp parça pinçik ederken, Fahriye ablasına bu kadar kıyak ve yağ çekmekle beni tiksindirdi. Bir seyirci olarak beni, bu gereksiz şova ortak etti, ben de bu Freak show’u izliycem diye kendime olan saygımı yitirdim. Dumurluğum daha yeni yeni geçiyor.

Bu arada, bir türlü ağız tadıyla izleyip yazamadım şu Banu Alkan- Murat Taşdemir’in ortak saçmaladıkları “Biri Banuyu dikizliyor” adlı bir diğer şovumsu abukluğu. Banu Alkan’la ne idüğü belirsiz o ucubik Murat Taşdemir’i aynı eve sokup bir ay boyunca röntgenci milletimin dikizlemesini ve salyalarının akmasını sağlayan her kim ise onu can-ı gönülden tebrik etmek isterim. Bravoo, şak şak şak.. Türkiye için fevkalade bir iş yaptınız. Atatürk yaşasaydı size kahramanlık madalyası takardı (!). Eminim bu vatan için canlarını feda eden dedeleriniz de artık mezarda rahat rahat uyuyacaklardır. Öyle ya, torunları Türk halkına Böyle bir program yaparak büyük bir fayda sağladı, halkının eğitim ve bilinç seviyesini yükseltti. Bu işe vesile olması dolayısıyla programın yaratıcılarını tebrik ediyorum şahsım adına. Okan’a da teşekkürü unutmamak lazım, sönmüş yıldızcıkları parlatarak onların aç karınlarını doyurduğu için. Umarım bir gün ülkemde gerçek yıldızların pırıl pırıl parladığını görebilirim.

Pazartesi, Aralık 19, 2005

Sobelendim...

Beni etkileyen 8 film...
Nefincim sobelemiş beni, seni etkileyen 8 filmi yaz çabuk diye... Düşündüm taşındım, ne çok film geldi aklıma.. Nasıl 8’e indirgeyebileceğimi düşünmek bile vakit aldı vallahi... Neyse başlayalım bakalım:

1. Tartışmasız –The Prefessional - Leon
Jean Reno var, Gary Oldman var. Daha ne isteyeyim ki Allahtan? Luc Besson’ın diğer filmleri beni çok sarmadı ancak bu filmin üstüne film tanımam ben arkadaşlar. “The Professional” ( Leon ) adlı film, ailesini öldürenlerden intikam almaya çalışan küçük bir kızla profesyonel bir katilin arasındaki sıcak ilişkiyi anlatıyor. Luc Besson’un Nikitası da güzeldi ama burada Jean Reno ve Gary Oldman ikilisinin çıkarttığı muhteşem oyunculuk, dünyalar tatlısı Mathilda; bir katilin bir çiçek ve bir çocuğa kalbini kilitlemesi ve ölümü pahasına onları koruması beni sadece göz yaşlarına boğmakla kalmayıp etkisinden uzun süre de kurtulamamıştım.

2. Godfather serisi (ama özellikle I ve II)
Her sinema filminin seri yapılmadan önce ilk çekileni makbul deselerde, bence Baba serisi sinema-televizyon bölümlerinde ders olarak gösterilmesi gereken bir baş yapıt. Serinin diğer filmleri sıkmıyor birbirini, tekrar yok, oyuncuların hepsi muhteşem, Marlon Brando ve Al Pacino harikalar yaratmıştı. Hele James Caan’in (Baba’nın en büyük oğlu) otoban gişelerinde pusuya düşürülüp katledildikten sonra Marlon’un morgda oğlunu teşhis ederkenki sahnesini hiç unutamam. Oscar heykelciklerini hakkıyla toplayan dönemin en büyük Amerikan eleştirisi bence.

3. Rain Man
Ah Dustin Hoffman ah! Tom Cruise için o filme gidenler bile otistik Dustin’e aşık olup çıkmışlardı. Şapka çıkartılacak bir oyun, muhteşem bir performans, o güne kadar bilmediğimiz ya da bilmek istemediğimiz çok sık görülebilen bir rahatsızlıktan muzdarip yetişkin bir adam. Onun kafası boş işlere çalışan, paradan başka bir şey düşünmeyen haylaz erkek kardeşi ve otizmle yaşamak durumunda kalan ağbeyinin ona karşılıksız beslediği sevgi ve verdiği büyük hayat dersi.

4. Guguk Kuşu
Bir deli düşünün... Hele ki o deli Jack Nicholson olunca... Çok küçük yaşlardaydım guguk kuşunu seyrettiğimde. Jack, tutuklu olduğu cezaevinde kalmamak için deli rolü yapan bir mahkumu oynuyordu. Bir akıl hastanesine gönderilen mahkum Jack’in ordaki delilere akıllı olmayı, başkaldırmayı öğretişi, düzene isyan edişi...O nasıl bir performanstı? Sinema tarihi uzmanı değilim, Jack Nicholson o rolle oscarı aldı mı bilmiyorum ama eğer ona o rolle oscar vermedilerse, Helen Hunt’la oynadıkları o komedi ile adama ödül verdilerse, yazık etmişler demektir.

5. Good Morning Vietnam
Savaşın hep askerler ve silahlardan ibaret olduğunu düşünenleri dumur eden; bir sivilin hem de bir radyocunun Vietnam savaşında ne işi olabiliri bize bir güzel anlatan harika bir filmdi. Ben çok etkilenmiştim. Hem filmden hem konusundan hem de Robin Williams’tan. Oyunculuğuna bayılmış, performansını ayakta alkışlamıştım. Savaşın iğrençliğini burnumuza sokmadan, ortalığı kan gövdeyi götürmeden savaşın nelere malolduğunu anlatan çok güzel bir filmdi bence. Ya müzikleri? James Brown “I feel Good”, Louis Armstrong “What a wonderful world” ve niceleri.

6. Shrekkkkk..
Nasıl ama? Hiç beklemiyordunuz benden bu filmi değil mi? Belki de ruhumun çocuk kalmakta ısrarlı olan tarafına hitap mı ediyor yoksa türkçe seslendirmesinde harikalar yaratan Mehmet Ali Erbil ve Okan Bayülgen’in başarısı mıdır yoksa shrek’te yaratılan animasyon harikaları mı yoksa amerikan filmlerinden alınan bazı meşhur sahneleri ti’ye alan anekdotlar mı? Bilemedim ama ben shrek’ten çok ama çook etkilendim.

7. La vita e dolce – Hayat güzeldir
Her ne kadar arka planda yahudi soykırımı da olsa, Hayat güzeldir de, kendine has çocuksu saflığı ile, hayatının kadınının kalbini çalmaya çalışan ve sonunda da bunu başaran hafif akıllı yahudi garson Guido’nun hikayesi bu. Yıllar sonra kendinisi, büyük aşkı karısını ve çocuğunu toplama kampında hapsedilmiş bulan Guido’nun kampta ailesinin hayatını kurtarmaya çalışma hikayesi beni kah güldürmüş kah ağlatmıştı. Ancak beni yerime mıhlayan final sahnesi bana, bazen filmlerin mutlu sonla bitmeyeceğini hıçkırıklarla öğretmiş oldu.

8. Some Like it Hot! (Bazıları sıcak sever)
Klasiksiz olmaz... Ben eski filmlere daha çok bayılıyorum nedense... Belki 10 kez izlemişimdir bu filmi. Başrollerinde Marilyn Monroe, Tony Curtis, Jack Lemmon gibi efsane oyuncuların yer aldığı filmin orjinal adı “ Some Like It Hot ”. 1955’de çekilen film, gangsterlerden kaçarken çareyi kadın kılığına girerek kızlar bandosuna girmekte bulan iki şaşkın adamın maceraları konu alıyor. Her yabancı filmin türk versiyonunu yapmayı bir görev bilen yeşilçamımız zamanında bu güzelim filmin de “made in turkey”ini yapmıştı ancak geçmiş zaman olurki de İzzet Günay ve Sadri Alışık oynadıkları için sakil kalmamıştı. Filmin her iki hali de 1950’li yıllarda geçtiği ve “Türkler uzayda” tarzı bir gerizeklılık örneği taşımadığı için abes kaçmamıştı.


Ama ben duramıyorum bir türlü.. Neden 8 dedin be Nefin’cim? Ne çok varmış, aklıma geldikçe, ay bu da beni çok etkilemişti diyorum...

9. Tootsie
1980’li yıllar. Ben daha tıfıl bir ortaokul öğrencisiyim... Seyrettiğimde ne etkilenmiştim anlatamam. 1990’lı yılların Mrs. Doubtfire’ına örnek olduğu muhakkak. Başrolünde Dustin Hoffman, Jessica Lange’in yer aldığı filmin yönetmenliğini Sydney Pollack üstlenmiş. Tootsie de Mrs. Doubtfire ” gibi kılık değiştirme üzerine kurulmuş bir komediydi. İş bulmakta zorluk çeken bir aktörün, kadın kılığına girdikten sonra ummadığı kadar büyük bir şöhretin kapısını aralaması, boşandığı eşi, çocuğu falan derken hem güldürüp hem ağlattığı eşşiz bir Dustin Hoffman filmi daha.


10. A Star Is Born- Bir Yıldız Doğuyor-
Bu film Show tv’de yayınlanan “kim en salak rol keser ?” tarzı bir yıldızcık doğuran yarışmalardan değil! Barbara Straisand ve Kris Kristofferson’ın başrollerini paylaştığı bu film de ne oldum değil, ne olucam dedirten bir filmdi.. Belki siz de hatırlarsınız bu filmi. Ünlü olmak isteyen bir yıldız adayı, ününün zirvesinde ama alkolik bir starla tanışır, adama aşık olur; sonra kadının ünü yükselirken adam düşüşe geçer ve Hollywood çarkı ikilinin ilişkilerini çark dişlisinin içine alır ve çökertir aşıkları... Barbara’nın muhteşem sesi ve şarkılarıyla da mest olmuş, çok etkilenmiştim.


Ve daha neler neler? Singing in the Rain, Pulp Fiction, Kill Bill (I), Yüzüklerin Efendisi (tüm seri), çocukluğumda neden böyle filmler yoktu diyip hayıflandığım ve şu an çocuk gibi seyretmeye doyamadığım tüm Henry Potter’lar, James Bond (ama sadece Sean Connery’nin oynadıkları), Son Mohikan, My Left Foot, Kuzuların Sessizliği, Braveheart, Piano ve daha niceleri...


Cuma, Aralık 16, 2005

Fierspfingpfff

Zaman zaman horladığımız ve hoyratça davrandığımız derimiz yani tenimiz neymiş biliyor musunuz? Deri eşsiz ve son derece ilginç bir organmış. Bir yetişkinin bedenini kaplayan deri ortalama olarak 3m2 den biraz fazla olup ağırlığı tüm vucut ağırlığının %15 i kadarmış. 1 cm2 deride milyonlarca hücre,sıcak,soğuk ve ağrıyı hissetmek için binlerce sinir ucu varmış. Vallahi internette bütün bi gün okuyup araştırdım... Ayrıca yağ bezleri, kıl dibi kesecikleri ve ter bezleri de derinin aslında en önemli parçalaruymış. Bu karmaşık yapıyı besleyen milyonlarca kılcal kan damarı da inanilmaz bir şebekeyle deriye yayılmış durumdaymış. Ortalama deri kalınlığı yine yetişkin bir insanda 2,5mm ye kadar olmakla beraber yer yer çok inceymiş (örneğin göz kapaklarında).

Delirdin mi hayırdır? diye soranınız olabilir... Evet delirdim, hatta midem kalktı ve hatta içim cızz etti... o kızları bi güzel pataklamak geldi içimden... Ye aslında ben şu derilerini deldirip güzelim bedenlerine işkence yapanlardan bahsetmek istiyorum bugün. Benim okuldaki öğrencilerim
den bazıları piercing denilen güzelim deriyi deldirmece oyununa başlamışlar.. Derste pek belli olmuyo, o kadar kalabalıkta kaynadılar ama ders arasında wc’de gördüm onları. Ellerimi yıkıyordum birden aynadan yansıdı parıltı, gözümü aldı; bir döndüm baktım kaşını deldirmiş; bi de yeni deldirmiş kan oturmuş, kabuk bağlamış ve kaşımış, iltihap bağlamış, bana bakmakta... kızım naptın sen gözüne, kan oturmuş, iltihap toplamış tüm kaş altların, bu koca toplar da ne diye yırtındım... Kızımız daha 17’sinde.. Teomanın 17 şarkısına bayılırdım eskiden... aklıma nedense o şarkı geliverdi birden.. sanki yitirilen 17 yaşındaki kıza bir metafordu bu kaşa girmiş top mermileri... Kızımız bana hocam ne var süper oldu, acıyo daha 1 hafta oldu yaptıralı ama geçiyo, daha kötüydü, dedi... Neden yaptırdın kızım dedim? Ohoo hocam bu benim ilk değil, göbeeemde (göbek demek istiyo) de var dedi.. eee, devamı gelecek mi dedim; bu mahçup eğdi başını, hocam haftaya dilime yaptırcam dedi.. Ben dumur! Peki annen-baban ne diyo dedim; annesi demiş ki “ah evladım seni yüzünün neresinden öpeceğimi şaşırdım artık” demekle yetinmiş... babam da sen yakıştırıyorsan kendine bence bir sakıncası yok demiş. Eh bana da bu durumda ordan ikilemek düşerdi...

Ertesi hafta sınıfta baktım kızımız ortalıkta yok! Nerde dedim, arkadaşı (onun da kaşında koca bir metal çubuk var!) hocam haftabaşı küçük bir operasyon geçirdi bugün gelmiycek dedi. ..Durumu çaktım tabi, kesin gene bi yerini deldirdi diy mi dedim, arkadaşı anlamsızca sırıttı. Asıl hikaye onu yeni diliyle ortalıkta metal fırtınası şeklinde dolanırken gördüğümde... Beril dedim, gel bakayım buraya, deldirdinmi dilini? “Pierfpsing o hocamf, deldsirme denmess onaf” diyerek dilini çık
arttı bana, “bakıfn hocamf, ne küselfff oldu”... kızcağızın konuşması da – yüzüklerin efendisindeki gollum gibi olmuştu. Bir gözü kapanmak üzereydi-demek ki kaştaki iltihap aşağılara doğru kaymakta... bana nedense o manzara quazi modo’yu hatırlattı. Garibim Quazi de Notre dame klisesinde bi gözü kapalı ve şiş olarak güzelim esmeralda’ya kur yapardı. Berilcim, neden deldirip duruyorsun o güzelim suratını, neden işkence çektiriyorsun bedenine dedim, inanın oturup ağlayacaktım, o kadar küçük ve tazecikti ki..kıyamadım ona...kendi çocuğum olsa ne yapardım diye düşündüm. Bana verdiği cevap tam dumurluktu: “hocamff, benf kendimfi taha iyi iffaafde edebilfmekf içinf yapıfyrumpf çefreye taha iyi ifadfe edefbiliyofum” dedi... Ah küçük kız aaah, bi de kendini daha iyi ifade edebilmek için konuşmayı öğrensen... Neyin kendini ifadesi ha? Sen cümle kuramıyorsun daha, deldirdin dilini, dudaklarını, kaşını, göz kenarını....şişti dilin, gözün, dudağın, yardırdın dilini, ne tadı alabileceksin artık ne de ekşiyi... konuşamıyorsun da artık, bi de kalkmış bana kendimi daha iyi ifade edebilmek için yaptırdım diyorsun.. böyle mi ifade edeceksin kendini topluma; sen ancak “quazi modo ile gollum’a kim en çok benzer”i ifade ettin bana. “my preciousssss.... Kıymetlimisssssss... bu yüsük bisssiiim.....”, “bana suuu veerdiiiii, esmeralda ssuu verdiii” size de tanıdık geldi mi bu replikler?

Pazartesi, Aralık 12, 2005

Ya Sizce?


Geçen gün bloglar arasında gezinip dururken bir blog dostumuzun sayfasında ilginç bir tartışma konusu vardı. Konu çok ilgimi çekti. Fight club’ta edward mı yoksa brad mi daha iyi diye. Ben de kusur kalmadım tabi oraya görüşümü atıverdim de konuyu kendi blogumda da detaylandırayım dedim. Bende nedense çok güzel ya da çok yakışıklı artistler oscarı hakkedecek bir rol oynayamazlar, onlara genelde aşk-romantizm-cinsellik-komedi kokan filmler yaraşır; kendilerini oscara ya da iyi oyunculukta ispat edebilmeleri için mutlaka tiplerini kaymış hale getirmeleri gerekiyor diye bir fikri sabit var. Konuyu sizin görüşlerinize de açmak istedim... Sizce güzeller & yakışıklılar ; çirkinler & karizmatikler kadar iyi oyun çıkartabilirler mi? Yani Julia, Tom, Brad oscarlık oyun çıkartabilirler mi? Ya da Julia Erin brokowich filmindeki rolüyle oscarı haketmiş miydi? Misal Brad Pitt mi yoksa Sir Anthony Hopkins mi? Julia Roberts mı yoksa Meryl Streep mi?
Aslında Fight Club ilginç bir film... Sonra Tom Cruise da kusur kalmayıp Vanilla Sky'ı yaptı. Onda da aynı tarz, aynı haz, benzer hezeyanlar, seyirciye son dakka golü atmaca derken, bence sakil kalmıştı. Fight club iyiydi ama bence Edward Norton esip üfürmüştü Brad'i.


Belki de Brad fazla bebek surat da hiçbirimiz kaale almıyoruz adamı. "Hadi ordan seksi şey!" diyip geçiyoruz. Belki adamı izlerken gözünün rengine, saçına, ensesine, boyuna posuna, endamına bakmaktan nasıl rol kestiğini atlıyoruz.
Mesela güzel kadınların filmlerinde de rol kabiliyetlerine bakmayız. Mesela Julia Roberts'ın Erin Brokowich'le nasıl oscar aldığına hala şaşırmaktayım. Oysa ki Meryl Streep alsa hiç o kadar şaşırmazdım. Baksanıza Charlize Theron bile Monster filminde çirkinleşerek oscar aldı.

Yani güzel ve yakışıklıysan rol yapamazsın gibi bir klişe oluştu çoğumuzda. Sanki dünyada da benzer bir klişe oluştu sinema camiasında. Filmin ödül alsın istiyorsan (oscar); yapman gereken işler: 1. Konu tarihten bir olay ya da tarihe geçmiş bir kişinin hayat hikayesi olacak 2. Oyuncu mutlaka çirkinleştirilecek / kilo alacak / zayıflayacak / hastalıklı bir görünüme bürünecek 3. mutlaka ve mutlaka amerikan tarihinden bir kesiti içine alacak... Bunları çoğaltabilirsiniz mutlaka.
Ancak ben yine de Julia Roberts’ın hala nasıl oscarı kaptığına şaşıyorum. Tamam anladık, şirinlik muskası bir amerikan rüyası. Tamam Halle Berry’ede çikolata rengiyle tüm afro-amerikalılar adına zamanında bir heykelcik verilmişti ama... Yine de sizce neden ben hala güzel ve yakışıklı oyunculara bir Anthony Hopkins ya da Meryl Streep kadar pirim veremiyoru
m? Sizce sorun bende mi?


Perşembe, Aralık 01, 2005

Dünya, sen niye hiç adil değilsin?




Şımarık çocuk gittiğimiz davette annesine de bize de dünyayı dar etti. Tepişmekten, yerlerde sürünmekten, annesine şımarıklık yapmaktan, masayı dağıtmaktan, önüne gelen yemeği arsızca midesine indirip “daha, daha” nidalarıyla yan masada oturan aile fertlerine musallat olunca benim cinlerim hafiften selamlaşmaya geldiler. Ters bakıyorum anlamıyor, masada duran şeyleri deviriyor, düzeni bozuyor, ters bakmaktan başka birşey yapamıyorum, içim kahroluyor. Çocuk dememe bakmayın siz, kızımızın ergen olma yaşına 1-2 kalmış. Yanına da toplamış davetin diğer bebelerini, kendisi aralarında diken otu gibi sırıtmakta. Düşünsenize bir otelin balo salonundasınız herkes yemeklerini müzik eşliğinde yerken yerlerde çocuk güruhu yuvarlanıyor, bir elinde ekmek arası yaptığı o güzelim yemekle yerlerin tozunu süpürüyor, diğer elde kola bardakları sağa sola saçılıyor, itiş kakış sandalye ve masalar arasında koşturmaca oynuyor. Ayaklarınıza basıyor, çantanızı yerlere düşürüyor, sandalyenizi iterken sizin elinizdeki bardağı üstünüze boca ettirmiş oluyor, sonra masaya oturup oburlukla yemeklere saldırıp garsonlara terbiyesizce laf söylüyor, yan masadan annesinin içi rahat olsa da kızı obeziteyle burun buruna gelse de karnı tok, sırtı pek, gönlü rahat. Anne de arada kızının peşinde al yavrum at ağzına şunu da. Sonra fark ettim ki yaşları 3-14 arasında geniş bir yelpazeye sahip olup da davete katılan annelerde hep aynı sahne. Çocuklar yaptıkça şımarıklık, annelerdeki sakinlik katsayısı da artmakta. Özel bir davete çocuk getirmek ayrı bir düşünce yapısı saygı göstermek lazım ama açıkçası geçen gün e-mailime bu resimler düşünce bu annelerin hiçbirine saygı göstermek gelmedi içimden, ne yalan söyliyim gözlerimde dolanan yaşlar beni mıh gibi oturduğum yere çaktı.

Dünya hiç adil değil mi? Sanki bizler de bu adaletsizlikle istemeden işbirliği yapar gibiyiz. Kendinizden utandığınız oldu mu hiç? Ben işte bu resimleri gördüğümde o kadar utandım ki kendimden, sanki kötü bir şey yapmışım gibi. Belki de suçluydum bu zamana kadar dünya için bir şey yapmadağımdan. Ama bundan böyle en önemli görevimin bu dünyaya “hayata duyarlı” bir çocuk getirmek olduğunun farkına vardım. Şımarıklıktan uzak, kendisine sunulan şanslar zincirinin ne kadar da zor bulunur olduğunun farkında olacak, şükredecek, elindekilerle yetinmeyi bilecek ve paylaşmaktan korkmayacak aksine mutlu olacak... Bu zor görevimde kendime başarılar dilerim...
Sevgiyle kalın ve bu fotoğraflara çok dikkatli bakın (belki bazı çocuk fotoğrafları size tanıdık gelebilir).