Cuma, Ekim 28, 2005

Mars Venüs'ü Anlamadı!

Her şey şu 20 şeyi yazmamla başladı. Mars bana alındı.
Çünkü 1) Kendisini 19 numaraya yerleştirmişim.
Ve 2) 10 numaradaki benim onun göbişine kafamı yaslayıp uyukladığım adam kimmiş (bu arada ben tv seyrederken ve yanımda o varsa, yayarım ve yaydığım yer de genelde onun göbişi olur!).

Aklına gelen rasgele şeylerde bir hiyerarşi aramak mümkün mü? Issız bir adaya düşmüyorum ki sadece 3 şey hakkım olsun... Hem insanlar genelde yazılarını ve laflarını en vurucu cümlelerle bitirirler. Ben iki tane “çok ama çok sevdiğim”i listemin en sonuna saklamışım. Oysa Marsıma 10. sırada bir kez daha yer vermişim ama o benim her gece başka bir adamın göbeğinde uyuduğumu falan zannediyo herhalde :). Alındı bana. Ben senin nişanlınım, eğer beni yazmış olsaydın, nişanlım falan yazardın, oysa sen sevgilim demişsin dedi.

Şimdi.... Burada 3 önemli tartışma konusu ortaya atıyorum:
1) Erkekler sözlenerek, nişanlanarak, evlenerek; sevgililikten neden terfi ettiklerini ve bambaşka bir boyuta geçtiklerini düşünürler? (ben bir venüs olarak, o artık kocam olmuş olsa bile, onunla sevgili kalmak istiyorum)
2) Sen onları hayatının merkezi yapmışsındır çoktan ama onlar neden buna inanmak istemezler, hep sorgularlar?
3) Erkekler neden, senin alınmayacağın, aklının ucuna bile gelmeyen bir şeye takarlar, kırılırlar, bozulurlar? (Venüse göre herşey o kadar kusursuz ve doğrudur ki, mars birden bozulunca, kırılıverir venüse ve venüs ne yapacağını bilemez o anda.)
Allah aşkına bana söyler misiniz lütfen?

Not: Sevgili Marsım, köşemi okuduğunu biliyorum. Bunları yazdığım için sakın kızma bana. Ben sadece bunları hisseden tek dişi kalmış canavar ben miyim diye bir korkuya kapıldım, cevap arıyorum. Hem belki gelen cevapları sen de okursun ve cadılar aleminin bu konudaki yorumlarını öğrenmiş olursun

Perşembe, Ekim 27, 2005

Haydi Rasgele!

Sevgili dostum Aslı sobelemiş beni sayfasında. (Biri tarafından düşünülmek ve sobelenerek düşünüldüğünü hissetmek ne güzel!). Teşekkür ederim Aslı’cım. Beni sobeleyerek bana değer verdiğini ve düşüncelerime önem verdiğini hissettirdiğin için sana en sevdiğim 20 rasgele’yi zevkle yazıyorum. O zaman “Haydi rasgele!”

1. Yanlız kalıp yanlızlığın keyfini çıkartmayı çok seviyorum ben. Ama planlı olmayacak, plan yapınca hep bir mani çıkıyor çünkü. Evde yanlız olup, yemeğimi bir tepsiye koyup salona geçip tv karşısında hep yemek yiyip hem de tv seyretmekten süper keyif alıyorum.
2. Müziği açıp kimse evde yokken bağıra çağıra şarkılara eşlik etmek, keyfim gıcırsa kendi kendime dans etmek, arada da komşular duydu mu diye rezil olma tehlikesiyle soluklanıp, müziği kısıp abuk abuk etrafı dinlemek.
3. Hava yağmurlu ve soğukken, eşofmanlar üstümde, battaniyeye sarılmış, yanımda sıcacık bir sütlü kahvem, elimde bir kitap, müzik setinde eskilerden bir melodi, yağmurun sesi.
4. Yazın o güzelim günlerinde “uzanmışım kumsala, güneş damlar içime”, ben puf puf yastıklar üzerinde Banu Alkan misali güneşlenirken, elimde lay lay lom bir dergi ya da kitabım, diğer elimin ara sıra uzanıp alabileceği yakınlıkta hiç ısınmayacak buzz gibi limonlu bir kola. Sıcaklayınca kah denize gireyim, karnım acıkınca kah karnımı doyurayım, akşama kadar yatıp o günü dibine kadar yaşayayım.
5. Akşam kordonda dostlarla muhabbete hapsolmak ve sonra o güzel hava eşliğinde sahilden eve kadar yürüyüş yapmak.
6. Dostlarımla birlikte olmak. Ne yaptığımız, nerede olduğumuz hiç farketmez. Çatlarcasına gülmek, dedikodu yapmak, dert-sır paylaşmak, birilerini çekiştirmek, tavsiyeler almak-tavsiyeler vermek, yediğin güzel şeylerin tariflerini almak, tarif vermek.
7. Alışveriş yapmak; yanlız ya da kalabalık o da farketmez. Alışverişin dayanılmaz hafifliği benim ve türümün tüm temsilcilerinin vazgeçilmezidir eminim. İhtiyaç dahili olsun olmasın vitrinde görüp de beğendiğim şeyin mutlaka alınması kararını beynimin vermesiyle, dükkan içine girerkenki haz, bedenemime tıpatıp uyması ve bana da yakışması. Ah işte o anki hazzı dünyaya değişmem.
8. Ailem.. kimin olmazsa olmazıdır ki... Annemle analı-kızlı on kahvesi seansımız. Anneannem de gelirse 3 kuşaklı seansın keyfi, deymeyin gitsin!
9. Elektra misali, babamın dizine kafamı koyup bana “minnoşum” diyip saçlarımı okşarkenki sahneyi çok seviyorum. Gerçi 32 yaşına gelince pek komik oluyo bu görüntü. Kart kızın sevgi ihtiyacı.
10. Sevdiğim adamın dizine yatıp saçlarımın okşanması da bambaşka tabi. Hemen minik bir kedicik haline dönüşüveriyor bu kart kız. Miyavlayıp sıcacık bir döşek bulmuşçasına geriniveriyor ve uykusu geliyor, gözleri kapanıyor ve uykuya dalıyor. Aah, bunu da çok seviyorum.
11. Arnavut kaldırımlı, daracık sokaklarda, kimsenin henüz fazla keşfedemediği gittiğim yerlerin arka sokaklarında dolaşmak, dar sokaktaki bir kahvede, dışarı atılmış tahta sandalyelerde kahvemi yudumlamak, eski evlerin pencerelerindeki rengarenk sardunyaları, fesleğenleri elleyip koklamak, fonda cızırtılı bir şarkıyı dinlemek.
12. Seyahat etmek, yurt içi-yurt dışı farketmez; yeni dünyaları keşfe çıkıp o dünyalara ait yaşayan halkı gözlemleyip ne tür hayat yaşadıklarına dair fikirler türetmek, hayaller kurmak, onlarla sohbet edip yeni insanlar tanımak.
13. Kitapçıları dolaşıp, rahatsız edilmeden kitapların o yeni basılmış kokusunu duyarak kitap seçmek, önünü-arkasını- içinden rasgele seçtiğim bir sayfasını okumak, kitapçıda çalan şarkıyı fonda duyarken özgürce rahatsız edilmeden saatler geçirmek.
14. Halk pazarlarında özgürce dolaşıp esnaftan peynir, zeytin, mandalin,portakal tatmayı çok seviyorum. Esnafımız koca bir peynir parçasını tattırıverir, loru, tulumu, tenekesi, çökeleği derken yarım kilo peyniri beleşe yersin. Sıra meyvelere gelir, onlar da tatlı mı ekşi mi, taze mi diye vitamin ihtiyacını da karşılarsın. Sonra elbise, havlu, incik boncuk, taklit çanta, pijama, penye satan yerlerde dolanmaya da bayılırım ben pazarlarda. Ne güzel vakit geçer, bir tek sevmediğim bi sürü kadının kıtlıktan çıkmış gibi seni ezmeye çalışarak itekleyip çekiştirmesi.. Ama olsun, o da güzeldir yav.
15. Sonra ben yazı yazmayı da çok severim (Şekil A’da da görüldüğü gibi). Yazar da değilim ama ne bileyim, çocukluğumdan beri yazarım ben. Kendimi yazarak konuşaraktan daha iyi ifade ettiğimi düşünüyorum.
16. Müziğe de bayılırım. Ama öyle ne bulursa dinleyen biri değilim. Genelde takıntılarım arasında; Pink Martini, Buena Vista Social Club, Cesare Evora, Andrea Bocelli, Sarah Brightman, Leonard Cohen, Vaya con Dios, Frank Sinatra ve ismini bilemediğim ya da şu an hatırlayamadığım bir sürü lounge music ve buddha bar tarzı müziklere de bayılırım.
17. Ah ben nostaljik türk filmlerine-hani vahi öz, mualla sürer, mürrüvet sin, hulusi kentmen, suzan avcı, adile naşit’li şaheserlere bayılırım. Siyah-beyaz olacak hafif de dikey çizikler olacak ekranda seyrederken böyle cızırtılı. Eski taş plak melodileriyle canlandıracaklar sana eski istanbulu, sokakları, ahşap konakları, ince bıyıklı ayhan ışık’a benzer özel makam şöförleri, arap dadılar, bacı kalfalar, temiz aşklar, gururlu aşıklar, zengin kızlar, fakir ve de grurlu oğlanlar, nayırlar, nolamazlar, “şraaak” yanağa tokatlar, ayrılanlar, barışanlar, mutlu sonlar.
18. Ama ben Kemal Sunal filmlerini de çok severim. En favorilerim Tosun paşa, süt kardeşler, şabanoğlu şaban, davaro, hababam sınıfının tüm eski serisi (yenileri iiireenç). Rahmetlinin daha yeni olan filmlerini hiç sevemedim. Eskileri bambaşkaydı bence.
19. Müstakbel eşimin yani nişanlımı da çok severim. Onun beni sevmesini de daha bi çok severim. Yolda yürürken üşümeyeyim diye, atkımı yukarı doğru çekmesini severim, yolda bir vasıta beklerken alnıma kondurduğu o küçük buseyi severim. Deprem olursa diye beni sabaha kadar arabada sokakta oturup beklemesini severim. Kısacası ben onu çook severim.
20. Ben İzmir’i severim. Doğduğum yeri... Havasını, suyunu, imbatını, denizden batan güneşini, yazlığını, kışlığını, denizini, boyozunu, kumrusunu, sahilde oturan aşıklarını, izmirlinin gidiyom-geliyom şeklinde türkçe fiilleri yuvarlayışını, araya rumca kelimeler sokulan cümlelerini, yazın balkon sefalarını, pencerelere konan saksıdaki akşam sefalarını, annemin balkon yıkayışını, şapur şupur çıplak ayaklarla balkonda serinleyişimizi, yazlıkların bahçelerinden gelen mis gibi mangal kokularını, kordonda oturup dostlarla hiç bitmeyen o güzel muhabbetleri, azıcık bir kar yağsa da kar görmemiş insanların o sevinç çığlıklarını....

Pazartesi, Ekim 24, 2005

Aysu'nun dudakları, Mahsun'un kaşları...


Sizin de hiç dikkatinizi çekti mi acaba? Manken kızımız aysu'nun her basına poz verişindeki o dudaklarının büründüğü yarı şişik yarı dışarıya bel vermiş şekil? Ya da Mahsun beyimizin Mr. Spack'a benzer aldırdığı kaşları? Taktım mı takıyorum işte. Hani başka konu mu kalmadı da bunu yazıyorsun diyebilirsiniz ama ne yapayım, taktım işte. Kendi resimlerime bakıyorum, kiminde sırıtmışımdır, kimin de pişmiş kelle pozı, kimin de gözler parlamıştır falan ama dudaklarım ne kadar normal. Ne gerek var Cansu Cancan tarzı üvertür pavyon şarkıcıları gibi 333'lemeye? Ya da karizmayı çizdirmek adına, alem buysa kral benim dedin ama aleme kendini rezil ettin, kaşlarını yeniden dekore ettin, hele geçen gün kral tv'de mahsun ağbimizin 3 büyük dine adadığı (!) yeni şarkısını ihtiva eden abuk klibini izledim..allahım o ne karizma, o ne kaş..bi de yeni moda var ya kaşkolunu 2 sıra yapıp, gemici düğümü attırıverip içinden geçirip boğazına düğümlüyorlar ya, mahsun ağbimiz kusur kalmamış, o da düğümletivermiş kendisini imaj maker'larına. Kendisi evliyalar gibi beyazlar içinde. Beyazlık=masumiyet imajı vererek yürümekte sırat köprüsünden. Kaşkol da boynunda gemici düğümüyle sırıtmış da hangi metafora yönlendirmekte bizi pek çıkartamadım. Ekranda da üç büyük dinin sembolleri bir bir geçmekte. Dünya toplumları da bunu seyredip "aah aahh, ne güzel mesaj veriyor, hepimiz kardeşiz, haydi savaşlara bi el atalım,"we are the world we are the childreeeen" diyecekler sanki. Ya da güzel yurdumun güzel insanları da bu klibi izleyip, "yahu ben şu kapkaç işine bi son vereyim, mahsun abimiz haklı, ne günah işliyorum ben, yok yok ben kızkardeşimi aşık oldu diye doğramayayım, şu aile meclisine gidip hepsini ikna edeyim, onlara kardeşlik türküsünü söyliyim" diyecekler sanki.. Levent Yüksel ne güzel diyor ya şarkısında.. Geç Bunları, anam babam geç bunları...

Aslında "Pamuk" kelimesi ne güzeldir! Yumuşak,güvenli,ısıtan...

Sezen Aksu ne güzel şakıyor: "Seni pamuklara sarmalar, sararım..." İyi de bugünlerde içinde "pamuk" geçen herşey beni uyuz ediyor. Tersime geliyor. Halbu ki ne güzel anlamı vardır pamuğun.. Böyle pufidik kedilere pamuk ismi verirler. İnsan sevdiğine "seni pamuklara sarıp sarmalarım" der, kış soğuğundan pamuklu giyip korunuruz. Yün insanları alerji yapıp kaşındırabilir. Bir yerimiz yaralandığında pamuk olmazsa olmazlarındandır ilk yardım desteğimizin. Pamuk prenses bile pamuğun insana güven veren, içini ısıtan bu halet-i ruhiyesinden dolayı türkçemize çevrilmiştir. Yani biz Türk insanı severiz pamuğu... Ben de severim daha doğrusu severdim. Artık ne zaman duysam aklıma Avrupa'da kitabını pazarlamak ve ismini duyurmak amacıyla bize ulus olarak demediğini bırakmayan bir anti-pamuk adam geliyor. Kılım ben bu adama. Benim uzmanlık alanım pazarlama. Belki bu yüzden kendisinin ne yapmaya çalıştığını daha iyi anlıyorum. Yıllar öncesinde kendisi henüz Avrupa sınırlarında bölücü çığırtkanlığı yapmaya başlamadan önceleri ben de onun isim rüzgarına kapılarak bir kitabını almıştım. Allahım bitmiyor kitap, diyorum ki kendime acaba bende mi bir amorfluk var da anlamıyorum... Şüphesiz ki bitmedi kitap, gitmedi sona doğru. Derken bir başka kitabını çıkarttı, gazete yazarları bir pompaladılar, bir sundular, eh ben yine gittim aldım ve o da kaldı hem de bu sefer daha ilk bölümü bitmeden kaldırıldı rafa. Sonra adam yakışıklı ya ( daha doğrusu avrupai ya- işte bakın kara bıyıklı değil bizim insanlarımız, kumral sarışın, iyi giyinimli, kıro değil-üstelik yazar, ülkemizin yeni yüzü, imajı [bir ara da sarışın ve güzel bir kadın için de benzer avrupa şakşakçılığı yapılmıştı- ki kendisi izmir buca ile beypazarı'nın aynı ilçe olduğunu sanırdı]; işte bu sebeplerden bir pompaladı bizim basın bu adamı. Ama bir de süper ötesi herkesi başının üstüne koyan halkımızın da az buz yardımı olmadı yani. Biz beğenmesek de alkışlarız, başımızın üstüne koyarız. Bu adamın kitabını okudum, bi bok anlamadım, beğenmedim dolayısıyla demeyi yiğitlik saymazlar diye herkes bir beğendi bu adamın kitaplarını, sormayın gitsin. Sorsanız ne anladın diye tek diyebildikleri "valla karsta geçiyo işte, o dönemi anlatıyo, siyasi işbirlikçiler, o dönemi ve yöreyi iyi anlatmış" gibi kalıp laflardı. Yok ya! Oku bir gazetedeki köşede yazan özeti, söyle bana.
Ben herşeyden önce yazar olarak sevmedim kendisini daha doğrusu eserlerini. Entel olmak uğruna anlamasam da sevmesem de, herkes beğendiğine göre vardır bişey demedim. Almadı beni içine yazdıkları. Sonra unutulur oldu iç pazarda, az sattı belki de daha çok satan yazarları gördükçe bir şeyler yapması zorunlu oldu. İç pazar anlayamadı onun derinliklerini ve yurt dışına rotasını çizdi. Ama avrupa ve amerika pazarının ülke pazarına benzemediğini çabuk kavrayacak kadar zekiydi. Öyle ya, orası yazar ve kitap kaynamaktaydı. Kendisi gibi orda çok vardı. İlkönce kendi ismini duyurmalıydı, ne kadar çok duyulursa adı o kadar satardı kitabı. Amma velakin, 3. dünya ülkesi olarak bahsi geçen, kötü imaja sahip bir ülkenin yazarı, dünyanın önde gelen yazarları arasına nasıl girecek, yazdığı o kitapları nasıl okutturacaktı? Pazarlamanın sihirli dünyasını keşfetti. Yurtdışında hele hele avrupada bir türk vatandaşı nasıl adını duyurur? Cevabı basit.. Bakın son 1-2 senedir yurtdışındaki faaliyetlerine, bir takip edin anlarsınız. Sonuç olarak Ver Gaz Gitsin! Ve ismini duyurdu hatta ödül bile aldı.
Ben bu şahsı sevmiyorum. Hem yazdıklarını sevmiyorum hem de fikirlerini (gerçek fikirleri mi yoksa kendisi daha çok basına malzeme olup kitaplarını satabilirim diye sahte fikir mi yaratıyor bilemedim). Artık kendisini de sevmiyorum. Birey olarak bana hiçbir şey ifade etmiyor. Soyadı da kendisine tam tezat.
Yeni bir kitap dolanıyor etrafta; Ferrasini satan bilge mi ne...
Ben şimdi erdemli bir yazardan bekliyorum benzer başlıkla bir kitap. Hadi ismi de benden olsun: "Ülkesini satan adam". Kitabın kapağına da söke ovasından çekilmiş bir pamuk tarlası fotoğrafı. Nasıl beğendiniz mi?

Cuma, Ekim 21, 2005

Sallayın Gitsin!

Ne salladı ama! Uygarlığın beşiği güzel İzmir'im şanına yakışır bir şekilde bir haftadır beşik gibi sallanmaya devam ediyor. Dün gece de salladı. Hep merak ederim genelde neden geceleri sallar şu deprem yeryüzünü? Bu bir haftadır gerçi zaman-maman kalmadı her dakika sallanıyoruz. Sabaha kadar tüm şehir uykusuz, sokaklarda. Ha bir de anlık dostluklar kurulur bu tür afet ya da toplulukları ilgilendiren olaylarda. Fark ettiniz mi hiç? Mesela dün gece... Ortalıkta battaniyelerine sarılmış bekleşenler birbirlerine bakarak; "ne çok sallandık değil mi?, ay benim dolap kapakları açıldı, biblolar düştü"; diğeri "ay o da bi şey mi, benim oğlan bilgisayar başındaydı, bilgisayarı devrildi"; öteki devreye girer hemen elinde 2-3 bardak plastik içi çay dolu bardaklarla bu çekirdek gruba yaklaşarak (iki arada bi derede nerden yaptın o çayı be kadın? tüp mü getirdin yanına?). "ah hepimize geçmiş olsun ama bu bölgenin zemini sağlammış, benim kaynım inşaat mühendisi o söyledi. siz gidin bir de karşı tarafı görün, muhallebiymiş zemin, muhallebiii!"der. Grup mitoz çoğalarak birkaç battaniyeli daha görünür: "ya şu apartman var ya, aha ağaç gövdesi kadar açılmış arası, sıvaları dökülüyo"...Tüm kafalar döner tabi; çaylar tazelenir, kimisi çiğdem çitler kimisi bisküvi dağıtır ertesi gün görse selam vermeyeceği o tanımadığı insanlara. Dikkat edin bir devlet dairesi ya da banka kuyruğunda ya da herhangi bir amaç için birbirini tanımayan insanlardan oluşan bekleşen insanlara. Hep o an için başlar belirli konuya yöenlik muhabbet, benzer şikayetler, ortak paydalarla sohbetler derinleşir, sonra "yerime bir bakıver, ben bir gevrek alıcam, kimse kapmasın yerimi" şeklinde güven perçinlenir. Nasıl da kuruluverir yine o geçici dostluk ağları? Kuyruktaki kişi milli görev adletmişçesine siper eder gövdesini, kedi bile yaklaştırmaz o yere. Diğeri dönene kadar bekler ülke sınırını bekleyen asker gibi. Diğeri gelince de kendi önünü tüm iyi niyetiyle iade ediverir. Halbu ki o kuyruk biter, herkes dağılır, otobüste belki karşılaşır "hoop ilerlesene hemşerim!" muhabbetleri ya da kalk yer ver adama-adam yaşlı, hem senin 2 saat yerini de tuttu değil mi?
İşte dün akşam da kimbilir ne muhabbetler çevrildi, ne çaylar içildi, kurabiyeler yendi sabaha kadar, bir daha belki günaydını bile birbirlerine çok görecek insanlar arasında.
Ay muhabbet nerden nereye geldi, ben deprem korkusuyla sokaklarda hep bunları gözlemledim, ne yapayım? Başka türlü korkumu geçiremezdim ki. Aman neyse deprem salladıysa bizi, ben de onu sallıyorum işte. Siz de sallayın gitsin, tavsiye ederim, iyi geliyor.

Perşembe, Ekim 20, 2005

Yatmak ama yatıp da büyütmemek istiyorum.


Kendimi nasıl yorgun hissediyorum anlatamam. Kimileri "bahar geldi, bahar yorgunluğu bu" der, kimileri "yazdan çıktık, yazın yorgunluğu" der, kimisi de atlar hemen "bütün gün çalışıyoruz, ev işi-ofis işi kolay mı?" der.. Velhasıl azizim, yorgunuz hep. Daha doğrusu ben. YORGUNUM! Eve gidip de pijamaları üstüme geçirmek, televizyonun karşısına yatay bir pozisyonda kurulmak, yanıma her tür ıvır-zıvırları alıp bir daha hiç kalmamak, abur cuburları bir güzel götürmek (ama hiç kilo almamak), dinlenmek, rahatsız edilmemek, aradığım herşey elimin altında olmak, ben yatmak, yaymak, şımarmak, herkese miyav'lamak, hasbi tembeller olmak istiyorum... Bu kadar basit mi aslında hayat? Bu aralar galiba yorgunum ben, siz bana aldırmayın. Yayan varsa ne mutlu, ama o mutluluğu çok görmeyin bana, bana ne ben de istiyorum işte. Kendimi aynı bu resimdeki gibi hayal ediyorum işte. OFF, hayata bakar mısınız lütfen?

Nerden çıktı bu Blog?

Hayatta en çok sevdiğim şeylerden biri yazı yazmaktır. İlkokuldan beri de aynı sevdam devam etmektedir. Yok öyle hemen burun kıvırmayın, vallahi öyle Nobel ödülü almak gibi bir sevdam yok ya da büyük bir gazetede köşem olsun; o köşede anamı-babamı, dostu-düşmanı, kim bana beleş tatil ayarladı, kime yemeğe gittim gibi otu-boku, evcil hayvanımın dökülen tüylerini, içimin sızısını, kalbimin yarasını anlatayım gibi de bir derdim yok... Ben sadece yazmak isterdim, sonra iki dostum bana hararetle yeni bir yöntem bulduklarından sözettiler, önce şaştım, sonra baktım ve şimdi.. Evet şimdi de karşınızdayım... "Uygulayarak öğren" yöntemiyle bu sayfayı hazırlayacağım... Sürç-ü lisan edersem affola. Evet bu Blog iyi ki çıktı, benim de artık bırakın bir köşeyi, koskoca bir sayfam hatta sitem oldu.. İyi ki çıktın, iyi ki çıkarttılar seni karşıma...