Salı, Temmuz 22, 2008

Ruj ve Kutsal Damacana

Tek istediğim pembe renkli bir ruj almaktı. Birgün bir baktım elimdeki tüm rujlar; tüp şeklinde şeffaf, parıltılı... Diğer tüm normal rujlarımın yerini bu yeni moda tüpler almış. Basbaya ruj istiyorum kendime. Eski usulden. Tüptekiler bu yaz sıcağında yayılıp, ağız dışımda her yere bulaşıyor, hele hele rüzgarda saçım dudaklarıma değdiyse, vay anam vayy.. yüzümde rüzgarın yönüne doğru oluşan tuhaf simli yağlı ruj döküntüleri. İşte bu ihtiyaçtan yola çıkarak kendime artık biraz da normal rujlar almalıyım diye bir karara vardım.

Fakat heyhattttt; çok önemli bir şeyi unuttum: Ki ben parfümerilerde çalışan ebleh kızlardan nefret ederim. Parfümeriye adım attığınız andan itibaren içlerinden en gıcık olanı, sizi çantada keklik vaadiyle cangıldaki en vahşi hayvan nidasıyla avlamaya and içer. Atlar doğrudan üstünüze. Merhaba...size de. Ne bakmıştınız? Şeyy ben rujlara bakıyorum. Buyrun size göstereyim. ..

Yaa bırak beni be kadın. Bana ruj göstermene gerek yok; neye benzediğini çok iyi biliyorum, ben sadece hepsine bakıp beğendiğimi alıp si..r olup gitmek istiyorum. Tabi bunu diyemiyorsunuz kadının suratına. Hasbinallah diyip gidiyorsunuz arkasından. Zınk diye abuk bir markanın önünde durduruyor (muhtemelen o markanın ürünlerini satmaktan sorumlu); ne renk bakmıştınız? Ben pembe bakıyorum fakat ben x markayı tercih ederim, bu ismi ilk kez duyuyorum. Çok kalitelidir bu, verin elinizi süreyim, renk nasıl? Hanfendi bu pembe mi? basbaya koyu kahve... Ama size çok yakıştı, bunu da alın. hem 2 ruj alana, aseton veriyoruz. Ben aseton istemiyorum. Başka standlara bakıcam, size teşekkürler.. Durun ben size diğerlerini de göstereyim. Ayşe hanım, y standına geçiyorum ben.. (allah allah sülük gibi bırakmıyor peşimi.. sabır iğne, sabııırrrr). Bu markada da 3 rimel alana orkid veriyoruz. Bakın ben sadece pembe bir ruj bakıcam, beğendiğimi alıp gidicem; şampuan ne kullanıyorsunuz? Elidorda kampanya var, şampuanla 2 saç bakım kremi alana 1 adet pazen don veriyoruz, hanfendi bakın, siz isterseniz başkalarıyla ilgilenin, ben kendi kendime ruj bakıcam burda... (hala sabır küpüyüm maşallah; kime şikayet etsem ki; hepsi aynı halt bu parfümeri sektöründekilerin)... Kızı başımdan savmak için rengarenk boyadığı elimin üstünü temizlemek amacıyla pamuk ve temizleyici istedim. Kız gidince de gözüme kestirdiğim bir başka ruj standına kaçarcasına uzaklaştım. Filhakika sırtlan geri döndü. elind ekupkuru bir pamuk bana uzattı. Bu ne? Elinizi silmeniz için? Yok mu ıslak bir madde de elimi sileyim? Bu kuru pamukla elden bu kopkoyu rujları nasıl sileceğim? Şey temizleyicimiz bitti. (Allah kahretsin seni de, seni işe alanı da, sizin gibi işletmeyi de...) Kaçarcasına uzaklaşıyorum ordan... Çantamda bulduğum kolonyalı mendille elimdeki izleri çıkartmaya çalışıyorum.

Yemin ederim, 3 denememde de benzer sorunla karşılaştım. En kalitelisinden en dandiğine kadar değişen bir şey yok. Hepsinde sırtlan tezgahtarlar, aslında hiçbirinin senin ne istediğin umurunda değil. Hepsinin tek arzusu temsil ettiği markaları satıp cüzdanlarını doldurmak...

O yüzden hala kendime bir pembe ruj alamadım; sanırım en güzeli denemeden strawberry'den almak... Zaten nerdeyse her tür parfümeri ve kozmetik ihtiyacımı ordan alıyorum. Rujları da karavana ordan alıcam artık ne yapayım? Hadi burdaki bir parfümeriye gidip ruj beğenip strawberry'den sipariş vereyim diyorum ama sırtlanlar deneme yapmama bile izin vermiyorlar. Offff.. . Sonuç: Hala pembe rujum yok...

Ve kutsal damacana olayı.. Hayır bahsedeceğim o salak film ile ilgili değil. Sorun şu ki ben haliyle şişko bir insan oldum. Ayaklar şişti, göbek şişti; tombili oldum yani. Her na kadar hamile diyeti yapıp dikkat ediyorsam da; gittikçe dev anası oluyorum. Ve hain kocam bana bu ismi taktı: "Kutsal Damacana"... Şimdi bu kocaya nasıl bir iade-i ziyaret yapılır söyleyin bana?

Çarşamba, Temmuz 02, 2008

46 XX

Berbat bir 8 gün geçirdim. Telefonum çaldı, doktorum İğnecim, 3lü testinde bir yüksek risk faktörü gördüm hemen amniyosentez yaptırmamız lazım dedi.
ŞOKK - Höyküre höyküre ağlamak - Eli ayağına dolaşmak - Ürpermek - Hızlı kalp çarpıntısı - Yine ve de hep ağlamak - Dualar etmek ve ertesi sabah gönüllü olarak koşa koşa amniyosenteze gitmek.

Geçen hafta bugün bunları yaşadım, sonra da raporlu bir şekilde anacığımın şefkatli kollarında düşük riski var diye mabadımı dinlendirmek, az hareket ve endişeli bekleyiş. Doktorlar eminiz yok birşey ama emniyet için yapılması uygun olur dediler.

Güzelim ülkemde bu işlemi sskda ya da devlet hastenelerinde yaptırısan nerden baksan 2 ay sonraya sıra veriyorlarmış filhakika bu işlem sadece 16-18. haftalar arası yapılması gerekiyor. Bu nasıl bir gerizekalılıktır anlayabilmiş değilim (hoş nelerini anlayabiliyorum ki ben bunların? anlayan varsa beri gelsin). Ee peki ssk ödüyor mu diye sorun lütfen bana? Utanmayın sorun sorun.. Nayırrrrr - Naslaaaaa- Eh çok da umurumdu gerçi? Ama ya kıt kanaat geçinen insanlar ne olacak? 3 çocuk yap diyeceğine, normal - sağlıklı çocuk yap desene.... Böyle eşeği saldım çayıra dersen, herkes 10 tane yapar kanımca. Neyse bi de dediler ki eğer Türkiye'de yaptırırsanız devlet hastanesinde, hadi torpille size hafta içi randevu verdiler, 3 hafta sonra belli oluyor dediler. Çüşşşş - hösssst. Çocuk doğacak nerdeyse, ya kötü bir şey olursa? O tarihte aldırmak için çok geç kalınmaz mı? Başka alternatifimiz nedir? Londra'ya gönderirsek 3 günde gelecek sonuçlar? Hem de kültür testleri bile 3 günde bitmiş oluyor. Ok hemen öyle yapalım. İstemem Ankara'ya göndermeyin. 3 hafta bu yürek heyecanı ile bekleyemem ben.

Sırf meraktan soruyorum, bu testi ülkemde 3 hafta beklemeyi göze alıp yaptırmış olsaydım kaç para verecektik? 750 YTL. Peki biz şimdi İngiltere'ye gönderince ne kadar ödeyeceğiz? 1050 YTL.. Ne fark sadece 300 YTL mi? Evet RTE çok haklıymış, sosyal güvenlik ve sağlık hizmetlerimizde çağ atlamışız resmen (!)


Güzel haberimiz ve raporumuz 46 XX olarak geldi. 46 XX'in ne olduğunu; bilenler bilmeyenlere anlatıversin lütfen. Ben raporlu hala evde yatıyorum gerçi ama olsun, minik kuşum sağlıklı ya, Allah'a binlerce şükür. Ben yatmaya razıyım.

Hoşgeldin çıtırım :))) (ağzım kulaklarımda)

Perşembe, Haziran 19, 2008

Hayret Bişiyy

Bu hamilelik olayında dikkatimi çeken ve beni gıcık yapan nedir biliyor musunuz ey ahali?

Tanıdık tanımadık önüne gelenin bana ilk sorduğu soru! Şimdi olağan bazı diyalogları aşağıda yazıyorum. Ne demek istediğimi anlıyacaksınız:

Kişi: Aaa iğnecim, hamileymişsin, duydum çok sevindim
İğne: Çok sağol, evet 4 ay oldu.
Kişi: Doktorun kim?
---------------
Kişi: Buyrun hanfendi?
İğne: Şey ben hamileyim de bebek için bir iki birşey bakacaktım...
Kişi: Hayırlısı olsun, doktorunuz kim?
--------------
Bir partide tanışılan arkadaşın arkadaşı: aaa öyle mi? Siz de mi hamilesiniz, benim de kuzenim yeni doğurdu.
İğne: Ne güzel allah bağışlasın
Bir partide tanışılan arkadaşın arkadaşı: Peki doktorunuz kim?
----------------

Evet dostlar, ben bu soruyu duymaktan şimdiden çok sıkıldım. Size de olmuş muydu bu? Hayır ne yapacaksınız doktorumun kim olduğunu? Kimse kim! Size ne doktorumun kim olduğundan? Herhalde evde kendi kendime doğum yapıp sonra taşla kordonu kesecek değilim. Nedir bu anlamsız doktor merakı?

Bi de önceden doğum yapan bazı kişiler de ilk soruyu sorup doktorumun ismini öğrenince (ki öylesine sordukları belli, hııı diyip geçiyorlar, nerden tanıyacaksın ki binlerce jineko var bu ilde) şunu söylüyorlar: "Benim doktorum süperrr, muayenehanesinde her tür cihaz var, çok profesyonel, öyle kendi bakmıyor her hastasına, bi sürü asistanı var, bulursan adamı ne ala, çok ama çook popüler"
Sanki ben durdup durup izmirin en ilkel doğum yaptıran, köy ebesine gidiyorum da, hatunlar bana acıyıp fikir veriyorlar... aha böyle cinsiyet tahminini bile koltuk alına konan makas veya bıçak denemesiyle öğrenecem sanki. Ne yapayım senin doktorunun cihazları son modaysa? Sen bilmez misin ki ben Kezban değilim, ayrıca seni sulu götürüp susuz getiririm, sence ben doğru doktor bulamayacak kadar salağa benziyor muyum?

Hayır gerçekten iyice gıcık oldum. 1. doktorumun ismini sorup duruyorlar sanki başka soracak konu kalmamış gibi 2. kendi doktorlarını övüp duruyorlar bana, sanki ömürleri boyunca jinekodan çıkmamışlar da... töbe töbe...

Ben eğer size doktor, hastane önerin dersem, ya da senin doktorun kimdi diye sorarsam söyleyin ama lütfen dakka bir gol bir kimse bana "doktorun kim" sorusunu sormasın. Acaip gıcık kaptım o soruya hırpalarım sonra, şimdiden uyarması!

Cuma, Mayıs 30, 2008

Fırkkk

Artık sabahları kör vakitte, ezandan önce uyanıyorum. Her sabah, her sabah, yok uykum. alerjim had safhaya çıktı, burnum akıyor, ben habire çekiyorum, fırrrk

Kargalar b.k yemeden kalkınca tv açıyorum ve büyük koltuğa kaykılıyorum. Sihirli annem var (tekrarı sanırsam - kimse kalkıp o saatte seyretmez diye sanırım- benim gibi kırıklar hariç); sihir yapan dünya safı bir peri, kötü anası, evde 3 çocuk, hizmetçi, sarsak ve aptal bir koca. Seyreden ağlak iğne ben. Hapşuuuu; fırrrrkk; "sevgili betüş, seni çok seviyoruz, o kadar iyisin ki, annemiz öldükten sonra bize annelik yaptın, biliyoruz sana anne diyemedik hiç, ANNE ANNE, bizim annemiz olur musun Betüş?".. uaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa.. Fırrrkkkkkk

Kanal atlıyorum, gözlerim kan çanağına döndü ağlamaktan. Çizgi film. Yaşasın, ağlamayacağım bir şey.. Ayyy tavuk yumurtaları çatladı, içlerinden birini anası sanırım tüpçüden yapmış... Çirkin, kara, uyuz bişey. Vay kaltak tavuk, insan evladını kabul etmez mi? Çirkin - mirkin; senin g...den çıkmadı mı o? evlat diye basacaksın bağrına.. Aaa bak edepsiz civcivlere almadılar onu yürüyüşe. Ahhh nasıl da içli içli ağlıyor garibim.. Ahh canım benim....Fırrrrkkkk

Neyseki bir kanal sabah haberleri veriyor. Aaah o ezik müzik eşliğinde, "bu yavruyu kim sokağa attı?" dann.. az sonra sayın seyirciler... Y. daha 4 yaşında, onun ne annesi var ne de babası. köpek klubesine sığınmış, komşular bakıyor küçük Y.'ye.... fırrrrrrrrrrrrrrkkkkkk

Hapşuuu (en az 10 kez hapşırılır ve yatak odasına uyuyan kocanın yanına gidilir)

Koca dürtülür. Kocaaaaaa, kalk! Ne oldu, nen var? Kaaalkk işte! Neyin var senin sen niye ağlıyorsun öyel salya sümük? Bilmiyorum işte, ağlıyorum senin yüzünden... Niye benim yüzümden hayatım? İşte, senin yüzünden senin yüzünden 3 aydır ota boka herşeye ağlıyorum ben. Şişmdi niye ağladın? Çi - çi - çizgi filmde annesi attı civcivi çirkin diye, kardeşleri de ittiler onu- uaaaaaaaaaaaaaaaa- fırrrrkkkkk - sen de ağladın öyle mi? başka niye ağladın sen canım? Gülme sakın ama; dizi vardı ona da ağladım. Ne dizisi sabahın köründe... Sihirli Annem fırrrk. Hahaaa haaaa haaaaaaa haaaaa (kocanın gülme efekti). Gülme yaaaa uaaaaaaaaaa. Hamileyim ben. Senin yüzünden işte. Hem hapşırıktan geberiyorum, hem ilaç alamıyorum hem ağlıyorum, hem burnum akıyor hem gözümden yaş akıyor, hepsi senin yüzünden işteeee. uaaaaaaaaaaaaa uaaaaaaaaa.
Not: Tüm bu olanlar sabah 05.30- .7.00 arasında gerçekleşmiş resmi beyanlara dayanmaktadır.

Cuma, Mayıs 23, 2008

NEDEN KAYBOLDUM?

Gene kaybolduğumun farkındayım. Aşağıdaki sebepleri okuyunca bana kızmayacak bilakis, tebrik edecek ve iyi ki kayboldun diyeceksiniz. SİZE ŞİMDİDEN SÖZ...

1. Nihayet resmen yardımcı doçent oldum
2. Uluslararası bir kongreye katılıp bildiri sundum (hazırlık safhası uzun ve de sancılıydı)
3. 3 AYLIK HAMİLEYİM. MİNİŞİMİZ DÜNYAYA GELECEK.

işte size kapağım budur. Kapakta son noktayı koymuş bulunuyorum sizlere.
İğne hanım anne oluyor :)))

Eee, affettiniz mi beni ? Siz onu söyleyin bari...

Pazartesi, Mart 31, 2008

Bugün de yarışmalara taktım.

Bunu yazmak aklıma gelmemişti ta ki Aslı'cığımın blogunu bu sabah okuyuncaya dek. Ne de güzel yazmış geçen günkü ülkemizin biricik iftiharı güzellik yarışmasını. Ben Paris'i yazacak değilim. Benim tüm ülkemizin yarışmalarında gıcık olduğum bir iki konu var; onları yazacağım sizlere:

1. Yabancı Dil Konusu

Bu ülkede o kadar tercüman, iyi yabancı dil bilen bir sürü insan dururken; nedense yabancı dil konusunda canlı yayında sunuculuk yapabilen (yapabildiğini sanan) bir iki medya tiplemesi vardır. Lakin bu tiplerin ingilizcesi; sadece yurtdışına alışveriş yapmaya gittiklerinde kullanmalarından dolayı; "how much, coffee please, two sugar, welcome, bye, thank you, here is my passaport" ötesine geçmeyen bir ingilizce müsfeddesidir ki; bunlara canlı yayın sunuculuğunu teklif eden kanal dingillerinin de ingilizceleri daha beter olduğu için; bunların "yes this is a book" seviyesinde ingilizceleri, kanal patronlarına "edgar alan poe" şiirleri kadar edebi ve engin gelir. Oysa ki kadın sadece ortaokul birinci sınıf öğrencisi kapasitesindedir. İşin ev - seyirci bacağından bakacak olursak; evde oturan ortalama bir baba da "peeeh, bak garı ne güzel inkilisçe konuşuyor, sen daha misafirlere inkilisçe hoşgildiniz, çay-gayfe ney alırdınıgzz" bile diyemiyon, boşuna okuyon sen zaten b.k kafa, anangile çektiynn beyinzis" diye güzel Türkçesini konuşturur. O sınırlı - sorunlu beyniyle medyanın ona verdiğini sorgulamaksızın kabul etmektedir çünkü.

Hayır benim anlamadığım mehmet ali erbil, pınar altuuğ; bazen de meltem cumbul - korhan abay dışında bu ülkenin ingilizce konuşan sunucuları yokmudur? Ya da şöyle sorayım, yabancı dilede sunuş yapacak olan insan illa ki ünlü bir medya tiplemesi olmak zorunda mıdır? Bi de eurovizyonda hangi akla hizmetse, Türkiye'dn Ankara'dan "iyi akşamlar" diyen zevzek bir kız. Asıl o bizi dünyaya rezil ediyor. Avrupaya Türk imajı için Türkiye'yi en iyi temsil ettiği düşünen o kızı seçiyro TRT. Neden TRT var bu arada onu da anlamak mümkün değil. TRT dinazorları seçerler şarkıları da sunucuları da. Arkada anıtkabir dekoruyla o sarışın ebleh kız çıkar ingilizcesini konuşturur. "Good evening Ukraine; How are you Bob? (diğer sunucu kadına yokmuş gibi davranmaktadır bizimki). First of all I'd like tell that you're very handsome tonight" (bizim ankaralı bacı ukraynalı sunucuya sarkar arkadaşlar; ukraynalı kadın sunucuya ise yokmuş gibi davranır), yanlız dediği lafın anlamı daha da berbattır. Sanki herifi her gece izlemektedir, hiçbir canlı yayınını kaçırmamaktadır). "bu akşam çok yakışıklısın". bunu söyleyebilmek için dün akşamı, ondan önceki akşamı da biliyor olman gerekir güzelim; nabeeerr?" Bir de bu şabalak kız Türkiye adına kimlerin puanladığı meçhul puanları da ekranda flört etmeye çalıştığı adama okumaktadır. "from İç Anadolu Region..." Allah seni kahretmesin; böyle mi denir bu? Vaya moni, zero pua! Otur yerine; git TRT'nin açık öğretim kanalına kımıl zararlılarını anlat sen.

2. Yarışmacıların güzelliği (!), kabiliyetleri

Eskiden yarışmalara daha güzel kızlar mı katılıyordu ne, şimdinin güzellerinin tercihi değişmiş olacak ki; tüm sıradanlığın altındaki kızlar güzellik yarışmalarını süslerken; gerçek güzeller ya okuyor, ya da para kazanmak için illa ki manken olmaya gerek olmadığı gerçeğini çözmüşler, normal çalışma hayatına atılmışlar şimdiden. Ben gün geçtikçe güzellik yarışmalarında bu kadar kaknem, fırıncı küreği ağızlı, bu kadar koca dişli ve şehla kız görmedim arkadaşlar. Bir sürü kazulet; boylar deve maşallah, palet gibi ayakları ile sahnede dev'leşiyorlar (!). Nerden buldunuz bunları, bunlar güzelse, benim hergün izmirde gördüğüm kızlar nerde? Neden katılmıyorsunuz? Bu katılan kızlar hangi akla hizmet katılıyorlar peki? Bakın dikkat edin, son 6-7 yıldır bu seçilen güzellik kızları hangi ülkede hangi büyük ödülü kapabilmişler? Ya avakado güzeli, ya aloe vera güzeli, ya mısır püskülü güzeli gibi dandik ödül almış olabilirler. Ancak ben eski güzelleri tek geçerim. Endam, duruş , yüz, daha güzellerdi. Şimdikiler harbiden ancak ve de ancak karpuz güzeli..

Şarkı yarışmalarında da gittikçe acınacak hale düştük. Hatırlatırım size; Athena'dan sonra TRT, halkın SMS oylarıyla seçtirtmeyi bıraktı ve "Rimiley" adındaki mikindirik şarkıyı kendi seçti ve kepaze olduk. Harika 1 iş başarmış gibi ondan sonraki şarkıları da TRT kendisi seçmeye devam etti. Bırak biz seçelim yahu. Siz ne anlarsınız güzel şarkıdan?

Haa bi de şunu anlayamıyorum; bu şarkıcıların normal şarkıları o kadar güzelken, eurovizyon için ürettiklerinde neden kabız oluyorlar? Açıkçası hiçbirinin hazırladıkları şarkılar bi b.ka benzemiyordu. Dua etsinler yine de gurbetçilere. Oysa para kazandıkları albüm şarkıları ne kadar da güzeldi. Sen koskoca Mor ve ötesi grubu ol; saçma sapan Deli adlı şarkıyı layık gör ülkemize. Bir derdim var isimli şarkılarıyla vurulmuştum ben onlara. Bu deli şarkısı deli etti beni. Gene gurbetçiler verecekler oyları, napsın insanlar hiç değilse vatana kıyak geçmek lazım diye düşünmektedirler; "germany, eight pua", "Belgium, eleven pua".... Onlar da deli'den bi b.k anlarlarsa tabi.

3. Ve jüriler...

Sponsor olursan yani para verirsen seni jüri yaparız. Demek ki paran varsa güzelden anlarsın. Gazetelerde sübyanlarla takılırsan, onlarla yer içer, köşende hatunları yazarsan güzelden anlarsın...
Porno kasedin varsa, cümle alem senin kukunu en detayından görmüşse, güzelden anlarsın.
Baban medya patronuysa, sen ister ibişin teki ol, hiç farketmez, pahallı bir chanel tuvalet üstüne giydirirler, bi bakarsın ki sen de güzelden anlamışsın.
Teneşir paklayacak bir yaştaysan, ancak libidonun hala en yüksek seviyede olduğunu kamuoyuna sürekli duyurma eylemindeysen; emin ol güzelden anlarsın
başka eklememi istediğin var mıydı?..


Pazartesi, Mart 24, 2008

Çok afedersiniz, dayanamıyorum artık.

Burada yazılarımı okuyanlar bilir; genelde apolitik olmaya özen gösteren biriyim; laik bir insan olduğum için, politik ve dini görüşümün içimde, benim ve benim aramda kalması gerektiğini düşünüyorum.

ANCAAAKK; geçen gün internette okuduğum bir güzel söz; kendisini sizinle paylaşmamı gerektirdi. Tek bir cümleyi gün gelecek bu kadar ama bu kadar çok seveceğim aklıma gelmezdi. BİRİ BENİ DURDURSUN YAHU... Vallahi böyle biri değildim ben... Ama beni bu hale getirdiler sonunda... İşte o güzel cümle:

"100 YIL GERİYE GİTMEKTENSE 10 YIL GERİYE GİTMEYİ TERCİH EDERİM"....

Çarşamba, Şubat 27, 2008

Bu bir şikayet yazısıdır. Mev'zu bahis yer İzmir'de Reci's Kafe'sidir.

Blogların gücü adına. Beni orda misafirlerimize kepaze edip bana Kezban muamelesi çekersiniz haaa. Alın sizi ben de bloguma post diye asmazsam, sizin postunuzu elinize vermezsem; bana da Toplu İğne demesinler...

Başlık ve ara başlıktan da anlaşılacağı gibi dumanı üstünde bir yazıdır bu. Henüz orda yediğim yemekler değil, körfezi boylamak, midemde öğütülmeye bile başlamamıştır. Bu akşam iş çıkışı, eşimle, kayınvalidem, görümcem ve kızıyla alsancakta buluştuk Reyhan'da. Ordan sonra yürümek zor geldi uzağa (yürümeyi g.t.m.z yemedi daha doğrusu), biz onları överek Recis cafeye götürdük. Tabiki orda kepaze olacağımı bilseydim hiç öeverk oraya gidermiydik!

Neyse gittik, verdik siparişleri oturduk dışarda. Ben af buyrun kıl ve gıcık bir sosyopat olduğum için menünün ilk sayfasına yapıştırılmış deniz mahsüllü özel (!) menüden bir penne istedim. Recisin kapasitesini biliyorsun, "Paper moon" mu sandın orayı? Yoksa Miami'de yediğin Bay Side'daki "Scandal" restoran mı? Yoksa Avrupa'nın alalade bir kıçı kırık kafesi de olsa; müşteri her zaman haklıdır politikasıyla yola çıkan adam gibi bir yer mi sandın? Öküz iğne! Sonuçta gittiğimiz yer belli, ne bekliyorsun ki?

Neyse, ortaya af buyrun yine benim öküzlüğüm yengeç bacağı pane de istedik (denizden babam çıksa yerim ben, ne yapayım?) benim dışımda herkes de normal şeyler yedi. Ben kaşındım yani itiraf ediyorum. Benimkinin yanına da yazmışlar "beyaz şarapla pişirilmiş" diye. Peeeeeh, yesinler beyaz şarabınızı. Geldi penne makarnalar (pigme cinsi, bildiğimiz o büyük penne de değil), benim deniz mahsulleri üstünde duruyor, pardon durur gibi yapıyor, sanırım yanında olta da vereceklerdi ki , hadi rasgele deyip atayım oltamı, bekleyeyim artık 2-3 saat 1 tane karides parçası çıkacak diye. Epey bir karıştırdım makarnanın içini, oltaya ne gelen var, ne de giden. Bol domates parçası (parça diyorum dikkat, maksat zengin dursun), bol o iğrenç kapari, yeşil biber, tuzlu salçayı, kaktır içine acı-sosu, bi de serp unuttuğunu sandığın tuzu 3 kez. ve en sonda da assolist 3 adet karides parçası (dikkat edin 3 adet karides demiyorum, 1 adet çimçimi böl 3'e, koy benim tabağıma, kaktır gitsin)

O kadar acıkmışım ki, koca bir çatalı daldırdım makarnaya, karıştırdım karıştırdım karides yok, güldüm hınzırca, iğne fazla beklenti içine girme dedim kendi kendime, bak hep bunu yapıyorsun sonra duvara tosluyorsun, olduğu gibi kabul et bazı şeyleri" dedim... nafile. ağzıma aldığım anda salçalı karışımı, kulaklarımdan, burnumdan ve ağzımdan ateşler çıkmaya başladı. Yandım anaaam diye bağırdım. Hayatımda acı biber fıçısına düşmüş bir makarnadan daha kötüsü nedir? Nedir Nedir diye bağırın lütfen... Acı fıçısının üstüne bir de tuz fıçısına düşmüş bir makarna çalışmasıdır ki feci bir deneyim. Can havliyle ortadaki yengeç bacağına sarıldım (denize düşen yılana saırılır misali); tabağın ortasına da kelebek kondurmuşlar; çanak içine sos koymuşlar. Tereddütsüz yengeci soktum o serin sosun içine, serin sularda yüzmek misali. Yandım anaaamm, nasılsa bu sos da berbat acı. Eşim garsonu çağırdı, ben yanıyorum, 1 kova su içtim gözlerim yaşardı. Garson geldi ve işte benim rezil olmam bundan sonra başladı...

Dırı nı nıımmmm. Burdan sonrası intikam soğuk yenen bir yemektir sonucuyla bağlanacak olan final sahneleri:
Garson gelir, ben garsona "he dö hödö hedö" şeklinde derdimi anlatırım. Aşağıda okuyacaklarınız önce garson sonra da oranın işletmecisi hanfendinin saçmalamalarıdır. Lütfen ayarlarınızla oynamayınız.
Garson (bundan böyle G olarak anılacaktır. Ben T.İ.'yim, işletmeci bayan; İ diye yazılacaktır, ayarlarınızla oynamayın)
G: hanfendi acı ve tuzlu olmasına imkan yok.
T.İ: acı bu beyfendi, bakın içinde gram deniz mahsülü olmamasına bile takık değilim, bu kadar acı ve tuzu niye koyuyorsunuz
G: hanfendi hafif acılıdır bu deniz mahsüllü makarnalar
T.İ: ben bunu nerden bilebilirim, yani size göre hafif acılı olan şey bana göre bu kadar acı olursa benim ne yapmam gerekir?
G: höö? bakın alın size menü, işte bakın hafif acılı diyor, yazmışız burda hala vır vır dır dır,
T.İ: beyfendi yazmış olabilirsiniz ama hafif acılı demek, berbat acı ve de tuzlu mu demek. yiyemem ben bunu alın tabağı değiştirin, istemiyorum ben bu zehir gibi tuzlu ve acı yemeği (bakın bu muhabbet 5 dakka sürdü, masadakiler yedi bitirdi yemeklerini, garson hala pardon diyip almıyor). Bu arada işletmeci bayan girdi sahneye. asıl burdan sonrası "PES"...
İ: buyrun hanfendi bişey mi çıktı?
T.İ: hayırbişey çıkmadı ama yediğim deniz mahsüllü penne berbat. hem çok acı hem de acaip tuzlu.
İ: hanfendi hafif acılı yazıyor menüde.
T.İ: anlatamıyorum galiba, acı kavramında hafif-orta-çok sıfatlamalarını tanımlamanız neye göre acaba? yandım ben burda hanfendi. hadi onu bırakın, çok tuzlu bu. zehir gibi. (bekleyin dumur geliyor)
İ: deniz mahsülleri tuzlu olur, dondurulmuş oluyor bunlar, tuzla donduruluyor
T.İ: hö?
İ: karidesler, ahtapotlar tuzlanır dondurulur... (bir yaşıma daha girdim, eeee? anlat bakalım, sanki tuzlu balık istedim reciste)
T.İ: hanfendi doldurmuşsunuz kapariyi içine, tuz zehiri o da
İ: kapari de tuzludur ve tuzda bekletilir
T.İ: hıııı, yaaaa, öyle mi? allah allah, enteresann... (şimdi dalıcam ama misafirlere ayıp olacak, biri beni durdursun yahu, ya da alsanıza şu tabağı önümden, 2 saat bana had bildirmeye çalışacağınıza)
İ: hödö hedö, hödö
T.İ: hanfendi ben bunu beğenmedim berbat, alın istemiyorum bunu ben, yarım saattir aynı sularda dolanıyoruz, değiştirin, bu kadar zor mu?
aradan zaman geçer, ben istemem artık 1 şey dedim, ısrar etti eşim, yeni bir makarna denemesi. yesene kıymalı makarna be kadın. yok bu sefer de rokforlu istettim.
geldi haşlak makarna, üstüne löök diye elle ezilmiş topak şeklinde 3 adet rokfor parçası koymuşlar getirdiler önüme. arkadaşlar şöyle kremalı, soslu bir makarna yemek istemek hakkım değil miydi benim? fırrrk. kös kös yedim çakma çökelek kırıntılı makarnayı. işletmeci bayan geldi masamıza yine. bana dönüp:
İ: hanfendi mutfaktaki arkadaşlar tattı sizin makarnayı (muhtemelen o salça boca edilmiş makarnayı elleriyle yapan zat-ı dingil), gayet güzel dediler (pardon sahip, sıçmışım makarnayı ben bilememişim, köyde de deniz mahsüllü penne mi yirdim, aha işte boca ettim acıyı mı diycekti), acısı da tuzu da normal, neyi beğenmediniz hayret ettik doğrusu! ben kısa kestim
T.İ: tamam hanfendi, benim ağzımın tadı yok, sizin makarna gayet güzel ama ben bilmiyorum demek ki nasıl bir şey bu deniz mahsüllü makarna dedim
İ: deniz mahsüllü makarna böyle yapılır dedi ve uzaklaştı.
Bakın bir pardon hemen değiştirelim demek bu kadar mı zordur? ben bunu sorguluyorum şuanda. Ne kadar zor olabilir müşteriden özür dilemek ve olayı uzatmamak?

aradan zaman geçti, ortaya bir tabak ağzımızın tatlanması için browni getirdiler. ne kadar inceler değil mi? çay alır mıydınız diye sormaları da inanın o kadar etkileyiciydi, sevincimden ağlayacaktım. Hesabı istedi eşim, bekledim ki, müşteri memnuniyetini ön plana tutan bir yerse, o acı ve tuz fıçısına düşmüş ve geri gönderilmiş makarnayı hesaba dahil etmemişlerdir..
Heyhaaat, hasaba baktım yemediğim makarnayı hesaba afiyetle kaktırmışlar. Yuuuh dedik hepimiz, o kıçı kırık makarnayı hesaba eklemişler. Yersen! Eşim dedi ki şu browniyi eklememişsiniz, onu da ödeyelim, yemediğimiz şeyi eklemişsiniz, bunu da ekleyelim lütfen dedi. garson efendi büyük bir gururla bu ikram beyfendi dedi. kaçarcasına uzaklaştık ordan. sinirlendik, dayak mı yedim, makarna mı anlamadım, överek getirdiğimiz misafirlerimize rezil olduk. bir daha mı neyin nasıl yapılacağını bilmeyen yere gitmek tövbeeee. elveda recis.
yaşasın restoran eleştirmenliği. bundan böyle T.İ olarak restoran-kafe ajanı olarak yeni adalet neferiniz olmaya gayret edeceğim. Pabucumun kafeleri, restoranları size sesleniyorum. Korkun benden. Bitti!

Pazartesi, Şubat 18, 2008

İstanbul, İstanbul Olalı Böyle İğne Görmedi

Haftasonu İstanbul'daydım. Anasını sattığımın memleketi, meteorolojinin uyarılarına rağmen sen kalk İstanbul'a güzelim İzmir'i bırakıp git. Beter ol de mi? Aslında mecburiyetten tabi. Bir üniversite'nin konferansına konuşmacı olarak davet edildik. 3 kişi mecbur gideceğiz. Hava nasıl dedik İstanbul'dakilere, güzel dediler. Bu mudur yani sizin güzellikten algıladığınız? Ama soğuk üstünüze kalın şeyler alın dediler. Altımda anneannemin kalın donlarına benzer bir paçalı don, üstüne 2 külotlu çorap, yetmedi yün şoşet çorap, pantalon (zor kapandı o kadar alt parçayı giyince), yün atlet, 2 kazak, yetmedi, yün ceket, yetmedi takım elbisenin ceketi, üstüne manto, atkı ve bere. ve işte havaalanı işkencesi. son bipleyenin saat olduğunu anladığımızda, adm havaalanı sapığına çıkacaktı neredeyse. Soyuna soyuna striptizci haline geldim, arkada uzun kuyruklar oluştu, çıkar çıkar bitmiyor. Hadi İzmir'de öterken çıkarttım kimse bişey demez, ne de olsa "Gavur İzmir" değil mi? (saygılar RT)... Çıkarttıklarımı tekrar giyip 3 kez kontrolden sonra uçağa binince, üstündekileri çıkartmak gerekti, malum mabad sığamadı koltuğa. Başladım yine mantoyu çıkar, ceketi çıkar, yün ceketi çıkar. offf şiştim doğrusu. İstanbula indik de dışarı çıkınca acı gerçek yüzüme vurdu.
Kardan bahsediyorum. Çenemin hiç durmamasıyla ilgili sürekli ağzım açık oluna yedim karları bi güzel. Ağzım burnum gözüm kaşım kar oldu. Uçaktaki sallantıları bahsetmiyorum çünkü dönüş tam anlamıyla Lost dizisi uçak içi performansı gibiydi. Üniversiteye gittik, kar manzarasında konferansı verdik, akşam bir embesil gibi sokakta yürümeye çalıştım.
1. karda yürümek konusunda sıfır deneyim
2.üzerimdeki kat kat giysiler sebebiyle hareket edememe
3. hakikatten kayan asfalt
4.topuklu çizmeler
5.sakar t.iğne
6.rakı (saygılar RT)

pazar günü daha berbattı. meteorolji halen sakın sokağa çıkmayın ve hatta seyahat planlarınız varsa iptal edin akıllı olun yoksa aklınızı alırım diyordu. Heyhaaat, mecburum güzel izmirime dönmem lazım benim. Tek kelimeyle dönüşü söylüyorum: BERBAT'tı. İStanbul havaalanında zor girdik saatlerce yollardaydık, oysaki havaalanı dışındaki kavşaktaydık. İçeri girmemiz saatler aldı. Hadi girdik içeri. Be insaf, burada her yerim öttü. Çizmelerimi bile çıkarttım, düşünün bir don paça kalmadığım kaldı. Ve 3 ayrı yerde 3 kez striptiz yapmak zorunda kaldım. En son yanımda arkadaşım çıplak botları koyvermiş, çıplak yürümeye başlamıştı. heryerde çıkartılır mı herşey? Orası ayrı bir konu da benim için asıl eziyet her seferinde üst baş çıkarmak ve o suratsız nursuz güvenlik elemanlarının höt zötüne maruz kalmaktı. Yahu sanki görevi uçmak için orda bulunan vatandaşlara "ben sana şimdi bir uçarsam, görürsün" şeklinde bir görevlendirmeleri var gibilerdi. Haspaların bir dövmediği kaldı vatandaşı. Beni de tabi ki. Erkekleri de aynı nevaleydi. Hani yetki versen, seni oracıkta allah ne verdiyse, dövecekler...

En son çizmeleri çıkardığımda, koyverip herşeyi çıkaracaktım da, orası istanbul, ne olur ne olmaz dedim :)) (araya sosyal içeriği de attırıvereyim bari)

Ve havada.... Gidiyorduk dostlar. Hayır İzmire değil, öbür tarafa. allahtan kat kat giyiniktim de, bir yerlere düşseydik, hiç değilse kameralara rezil olmayacaktım. Şaka bir yana, hayatımın en bedbaht yolculuğuydu. Saatlerce havada dolandık durduk, inmek bilemedik, çığlıklar, kusmalar, dualar, patırtılar, çatırtılar, vertigosu tutan İğne, kısmi felç olup eklemlerini ağzı dahil hareket ettiremeyen İğne (yeminle doğru söylüyorum)... Lost'u seyredersen olacağı budur salak İğne. Velhasıl güzel memleketime döndüm. İptalim. Sevgiler

Cuma, Şubat 08, 2008

KOCA BİR YUHH DİYORUM

Selam tüm sevenlerime, nasıl özledim anlatamam.
O yuh bana yanlız, kimselere değil! Kendime koca bir YUH - OHAA - ÇÜŞ - BÜRSSTT - falan diyorum. SEBEP? Bloga son girişimin üstünden ne çok zaman geçmiş. Hiç kendime yakıştıramadım bunu. Kendimi esefle kınıyorum. Sizlerden de özür diliyorum. Konuşacak çok şey birikti. Ben yine bir sürü şeye gıcık oldum, Facebookla ilk başta aldattım sizi itiraf ediyorum, ama ona da 2 aydır girmiyorum, ne bileyim, bütün gün işte yüzbin tane makale falan okuyunca, gözlerim z. beyaz hoca'ya benzedi, küçüldü falan.

Neyse z. beyaz hoca derken aklıma geldi; hocam yine çok güzel bir laf etmiş, ben de aynen katılıyorum ve sözü böyle işte balla kesiyorum:
"Bir parça bezde kutsallık aranacaksa, en kutsal bez, don'dur"

not: Valla artık burdayım, tükkana geri döndüm. öperim hepinizi.