Perşembe, Eylül 28, 2006

TÜRKÜZ, TÜRKSÜN, TÜRK -yazı dizisi (1)

Sizin de eminim dikkatinizden kaçmamıştır; ne de olsa aynı topraklarda yaşıyor, aynı suyu içiyor, aynı havayı soluyoruz. Zaman zaman bulaşıyor bize de, akıllı olanlar kıyısından köşesinden dönüyor,doğru yolu buluyor ancak yine de yaptığımız akıl almaz ve açıklanamaz gerzeklikler kendi aramızda “adamın biri…” diye başlayan ve sonra “ahhaa haaaa” diye gülme efektleriyle devam eden hikayelere konu oluyor. Ben de üşenmedim, bugüne kadar gözümden kaçmayan biz çılgın Türklere özgü gerzeklikleri ile igili bir iki saptama ve genelleme yaptım. Belki aklıma gelip de yazamadığım noktalar vardır; artık onları da siz tamamlarsınız. Devamı diğer yazıda, önce bunu bir okuyun; blogum uzun yazmama gıcık çünkü; ancak bölerek yayınlıyorum

Türk halkının düğün halleri:

Pasta kesilir; gelinle damadın birbirlerine pasta yedirmek gibi kollarını birbirlerinin kafasından boynundan dolandırıp yedirmeleri gibi bir şart oluşmuştur. Herkes kendine düşen pasta parçasını kendisi neden yiyemez bunu anlayabilmiş değilim. Bir de şampanya niyetine köpek öldüren koyarlar gelinle damadın kadehlerine ki, o içki dolu kadehleri mal gibi herkesin içinde durarak fondip yapabilen gelinle damadı henüz görmemişimdir. O kadehleri de aynı pasta gibi birbirlerine içirmek için gelin ve damat epey efor sarfederler. Kendi kadehlerinden kendilerinin içmesine nedense pek sıcak bakılmaz düğünlerde.

Düğünlerde de anlamsızca halay ekibi oluşturulur. Bu ekipte boy sırası aranmayacağı için tanımadığınız insanlarla el ele tutuşarak ve muhtemelen terden iğrenç kokan bir adamın terli ve nemli parmaklarına parmaklarınızı geçirerek ayaklarınızla yan yan uzun adımlar atmaya başlarsınız. Büyük ihtimalle yanınızda da küçük bir çocuk sizin parmaklarınıza yapışarak halay çemberine katılır ve boy farkının yarattığı ikilemle salak salak “çemberimde gül oya” olursunuz. Bu halay uzun bir müddet devam eder zaten; öyle büyür ki, kendinizi bir anda düğün salonunun kapısından dışarı doğru yan yan uzun adımlar atarak çıkarken bulursunuz, enginlere sığmaz taşarsınız çünkü. En nihayet birinin aklına yorulduğu gelir ve ilk terk ediş sinyalini çakar; kan ter içinde siz de ayrılanlar kervanına katılmak ister fakat son dakika da halaya katılmak isteyen bir başka salağın devreye girip parmaklarınızı kapmasıyla, zurnacının nefesinin insafa gelmesini beklersiniz.

Yine düğünlerde küçük kız çocuklarına gelinliğe benzeyen kabarık tuvaletler giydirilir, saçına gelin topuzu ve yanlarda sarkan lüleler yapılır. Yüzünde de çocuk pornosuna yakışır ağır makyaj yapar anaları. Hayır benim anlamadığım gelin sen değilsin ki? Kim bakacak sana? Sen alt tarafı cüce gibi ortalıkta dolaşan ebleh bir çocuksun. Geline bakıp dedikodusunu yapmak varken sana kim bakacak? Hem senin beğenilme yaşın gelmedi daha; olsa olsa pedofili’ler bakar sana! Onu da Allah korusun, hayatta karşına çıksın istemem. Annelere de gıcık oluyorum ben.. Nedir o kız çocuğunun hali? Küçük gelin olmasa çocuk bunalıma mı girer? Hele o küçük çocuğun yüzünü gözünü muhabbet kuşu gibi rengarenk boyamazlar mı? Ben duvak takanı da görmüştüm; iyi gerdeğe de sokun bari; töbe töbe!

Salı, Eylül 19, 2006

KUŞ İSİMLERİ

Güzelim yurdumda hayvanlara abuk sabuk isimler takılır ya ben bu yazımda bu konuya giriyorum arkadaşlar; haberiniz olsun.

Şimdi suya sabuna dokunmayan bu tür konular da nerden çıktı demeyin; elif şafak adına; ab’ye ayıp olmasın diye kanun değiştirmeye çalışacaklar ya bizim vekillerimiz; şimdi bir de T.İ. için de benzeri uğraşlarda olmasınlar diye napiyim; benim de vatandaşlık görevim bu; şimdi dalacağım dokunmaya; sonra bana da dokunacaklar yer misin yemez misin ba’bında; ben de istedim ki büyüklerimin başına dert olmayayım; benim için derin uykularından uyanmasınlar – pardon tatillerinden kalmasınlar; benim yüzümden saatlerce toplantı yapıp başlarını geyik derisinden koltuklara dayayıp uyuklamak zorunda kalmasınlar; gitsin mis gibi yatacıklarında kimbilir hangi eşlerini o akşam seçip “o piti piti” yapsınlar.. İşte ben bunlara sebep olmak istemedim ve hızlıca gelelim şu kuş isimlerine….

Herhalde hemen hemen hepimizin evinde, akrabasında, bir muhabbet kuşu furyası olmuştur değil mi? Ben gıcık olurum normalde bilimum kanatlı hayvanatlara. Korkarım çünkü, tırsarım; artık psikolojik mi deyin, çocukken bir travma geçirmişsin kızım sen mi deyin; ben gerçekten kuşlardan (özellikle de karga, martı, güvercin gibi) kafama doğru pike yapan yaratıklardan acaip korkarım. Fobi olayı! Ama bu korkum sebebiyle kendimi bildim bileli kuş tüyü yastık ve yorganlarda dahi yatamadım; konak meydanında sürekli bankaların dibinden, emniyet müdürlüğünün dibinden yürüdüm; sırf meydanda güvercinlere yem olmayayım (!) diye. Hatta büyük ihtimalle bu kurumların kameralarında da yakalanmış olabilirim; düşünsenize; emniyetteki nöbetçi, amirine :"efendim gene aynı kız, aynı yerden geçti; surat ifadesi de oldukça ürkmüş gibiydi; sağa sola ve havaya bakıyor sürekli; hergün buradan geçiyor; alalım mı içeri?” “elleme kalsın, neymiş derdi? Adam takalım yarın”; ya da bankalarda da benzeri bir görüşme yapılmış olabilir hakkımda : banka güvenlik görevlisi müdüre “müdürüm bu kız hergün bizim bankanın duvarlarına sürünerek geçiyor ve hatta bankamatiğin içine girip uzun bir süre dışarıya aptal aptal bakıp içerde duruyor ne para yatırıyor ne de çekiyor; bankamatik hırsızı olabilir mi?” “hıımmm, genel merkeze gönderelim görüntüleri, belki sabıkası vardır, tanıyabilirler; bunlar örgüt de olabilirler; özellikle emekli aylıklarını çeken yaşlılara musallat oluyorlar; bunlar çete; çete!”

İşte benim kuş fobim bu boyutlardadır. Bir gün başıma kesin bir iş gelecek benim;eminim. Ya yine nerden nereye geldim. Benim bu kadar berbat bir korkum olsun, kötü ve hain kadın B.
yani annem de tüm korkuma inat, eve bir adet muhabbet kuşu alsın!!! Kadere bakın ki işten eve gelmişim, kapıyı açtım ve karşımda hayvani bir kafes; ve içinde yan durmuş ve bana dik dik bakan yeşil renkli bir yaratık. Ben çığlığı bastım tabi, kuş da başladı çırpınmaya. Ben bağırıyorum o çırpınıyor ki annem geldi; kızım ne bağırıyorsun avaz avaz? Anne dedim kku kuu kkkkuuuuşşş. Eeee dedi, ne olmuş? Anne sen manyak mısın, yoksa bana gıcık mısın?ben kuştan korkarım ne alıp getirdin bunu eve? Kızım dedi, o kuş değil muhabbet kuşu, sanki eve kartal almışım gibi ne bu heyecan? Baksana daha yavru o; aguuucukk, ooğğ, miniş, yavrum..

Minişşşş? Bu ne yav? Miniş de ne demek? Miniş ne anne dedim? Dedi ne güzel de mi, minicik ya, miniş onun ismi? Dedim sen mi buldun? Evet görür görmez bu ismi taktım kendisine. Tebrik ederim anne; yani süper yaratıcısın; sen Allah bilir bir tane daha alırsın adını cankuş da koyarsın.. aaa dedi koymam dedenler de aldı bugün; onlarınkinin adını cankuş koyduk. Valla bravo dedim; ailecek yaratıcılık had safhada! Aman sen de bi b.k beğenmezsin, ne koycaktık küçücük kuşa herkül mü? dedi :)

Sonra bu ebleh kuşları evlerde besleme furyası tüm Türkiye'yi sardı, tv'lere falan çıkmaya başladı bu mahlukatlar. Genelde “pez.vnk; en büyük Fenerbahçe, gs, gs cimbombom, kapıyı aç, ananı öpeyim tarzı kelimeler öğreterek kuşlarımızın ama özellikle de kendimizin ne kadar zeki olduğunu cümle aleme duyuran bir milletiz biz. “Haydi cankuş bir pez.vnk de oğum, p-e-z-.-venk” kuş ebleh ebleh gözlerini yan devirerek bakar sana kafes arkasından; sen de sahibi olarak kendini bilim adamı, zoolog olarak görürsün, gururla ve hırsla mahlukata “pez.venk” kelimesini ezberletmeye çalışırsın…

Sonra İstanbul’daki dayımlara gittik ki onlar abartmışlar ve bir adet yetmemiş iki tane almışlar; sanırım üreme çiftliği kurmayı planladılar; hani K-9 çiftlikleri var ya; eğitim falan da veriyorlar köpeğinize. Düşünsenize; “kuşumu getirdim çiftliğinize”, “hööö, buyrun iyi etmişsiniz kuşunuzu görebilir miyim?”.. yahu var mı böyle bir muhabbet arkadaşlar? Neyse isimlerini sordum; amacım güzel insanımın doğru düzgün bir isim koyabileceğinden emin olmaktı. “bu çıtır dedi, bu da pıtır!”; derin bir sessizlik oldu tabi ben de. Tekrarladım yengeme; hangisi çıtır, hangisi pıtır? Dedi ki sarı olan çıtır, beyaz-sarı olan pıtır, eh dedim “sen öyle uygun gördüysen, Allah analı babalı büyütsün de yalnız ben buradayken yalvarırım 1-dışarı asla çıkartma, ev içinde dolaşırsa ya o ya ben…2- sabahın kör vakti car car bağırır bunlar, akşamdan karanlık bir yere kapat bunları”

İzmir’e döndük dedemler seyahatteyken kuşu komşuya bırakmışlar,o da pıırrrrr özgürlüğe kavuşmuş, dedem çok üzüldü çünkü ona pez.venk demeyi öğretmişti tam 3 ay boyunca. Şimdi tüm emekleri boşa gitmişti. Gitti çarşıdan yeni bir tane aldı. Ona da aliş ismini verdi, bizdeki de miniş.. ay dedim bunlar ikili olup talk show yapsalar ya; aliş ve miniş diye; gerçi bizimki ben evde sürekli çığlık attığım için hafiften arıza bir tip olmuştu; konuşmuyor sadece car car car diye ötüyordu; ama olsun gene de birbirlerini tamamlarlardı; sonra miniş rahmetli oldu (valla ben bir şey yapmadım, yaklaşamazdım bile korkudan yanına). Annem bu sefer mor renkli aldı; sanki araba alıyorsun anasını satiyim; renk renk; model model. İş yerinde harbi dövülesi, dalga geçilesi bir böcük var… kızamıyorsun da şapşal çünkü. İsmi de pek komik. Anne dedim, bu yeni kuşun adını ben koyucam, hatta buldum da ismini... “eh koy madem; ne koyacaksın, abuk sabuk bir şey koyma ama yazık hayvana?” (sanki kendi koydukları çok anlaşılır da…) Dedim: “Şakir”!

Salı, Eylül 12, 2006

Bu da Varan 2: Varan 1'i okumadan bunu okuma; anlamsız oluyor çünkü

Eğer halen başlığı anlamayıp Varan 2'ye dalıp okuyorsan, bu son uyarıdır okuyucu.. Bir önceki yazıya in ve Varan 1'i oku. Yok hala inat ediyorsan; benden günah gitti; bana ne; oku o zaman.

Varan 2:
... Şimdi işin komedisi bundan başlıyor. Bendenizin kozmopolit sınıfımızda epey bir platonik hayranı vardı övünmek gibi olmasın ama tipleri görseniz bana güler sonra da acırdınız. Benim üniv. yıllarında hiç erkek arkadaşım olmamasını okuduğum bu okula bağlarım ben. Bir de o yılların iğrenç giyim zevkini de üstüne koyarsanız; hepsi sabunluktu anlıyacağınız. İşte bu vatandaşların en seçmelerinden oluşan türkücü emrah, izzet yıldızhan, piyanist şantör kılıklı bu arkadaşlar arasında ben pek popülerdim. Onlar kendini halk çocuğu beni de sosyete İzmirli şımarık zengin kızı gibi görüp kendilerince acı çekerek platonikliğin zirvesini yapıyorlardı, bense çok eğleniyordum. Fotoğrafçılık hocasının oluşturduğu 100 kişilik grubumuzun içine nedense bunların tümü de girmişti. Doğadayken işim rahattı genelde makine hangisinin eline geçtiyse, beni çekmek için uğraşıyorlardı, havam 1500dü ama gel gör ki ya karanlık oda? Ah salak T.İ; k.ç kadar karanlık odada bu kadar insanla yan yana kalırsan; ve bu hayranların da karanlıkta k.çının dibinden ayrılmazlarsa? Hiç düşünmedin değil mi bunu?

Hoca: “hadi bakalım grup yan yana toplansın, şimdi filmi makinedan çıkarıcaz ama ışıkları söndürüyoruz, aksi taktirde filmler yanar; şimdi söndürdüm ışıkları, size filmi çıkarın diycem sarmaya başlayacaksınız sonra çıkaracaksınız. Hepinizin işi bitince kırmızı ışığı açıcam tamam mı? İğne nerdesin, çekil ışığın ordan, geç grubunun yanına”
Berbat 1 tecrübeydi arkadaşlar. K.çımdan ayrılmayan 3 tane hayran; karanlıkta uyuz oldum, tırstım, kokanı da var, terlisi de, sakarı da, eblehi de. Sağım solum sobe durumdayım; gözler karanlıkta belli bir süre sonra alışınca bana bakan o gözleri fark ettim; midem bulandı, sıcak ve yapış yapışız, oda küçük dibimde bir sürü insan var ve ben bana değilmesinden hiç hoşlanmam ama herkes bana terli terli değiyor. Baktım x,y,z üçlemesi farklı koordinatlardan taaruza geçiyorlar; bahaneleri de hazır; makina çok ağır sen filmi açamazsın biz sana yardım edelim: yok dedim, sıra bende, ben deniycem, yapamazsam alırsınız, yalnız biraz açılır mısınız, havasız kaldım” dedim. Yok anacım; kimse açılmadı kokudan bayılmak üzereyim; bana gelenler geldi; önüne gelen yapıştı sülük gibi , ben de bir “yaa Allah” çektim; makineyi açmasına açtım ama açarken tam 3 adet kurban verdim :) Nasıl mı? Birinin boyu benden bir hayli uzundu; doğal olarak beline gelen ben; makinenın kapağını açarken dirseğimle çocuğun malum yerine haşırt diye dirseğimle tepik attım; elim kaydı olayı; bir diğeri cüceydi resmen ve gözlüklerini çatlattım aynı bahaneyle; çünkü sol dirseğim de oğlanın gözlüğünün üstüne nişan almıştı; diğeri benim boyumdaydı ve öne eğilmişti hey Allah şansa bak ki ağır makine elimden kayıp diğerinin kafasına çaataanaaaak diye geçmişti.

Sınıftan aynı bölgeden 3 adet ahh-oofff-anacım diye inleme sesleri geliyordu, T.İ, o 3-4 dakikalık arayı doğru kullanmış ve 3 salaktan da kurtulmuştu. Seslerden uyuz olan hoca; stüdyoda kırmızı ışık yakıp kıvrılmış iki kat olmuş ve ön tarafını ovuşturan oğlanı, arkasında kafası şişmiş ve hafif yalpalayan oğlanı ve gözlükleri kurumuş tuz gölü gibi çatlamış cüceyi gördü. Oğlum ne oldu size, karanlıkta birbirinizi hacamat etmişsiniz…” “biz yapmadık hocam, makinenin kapağını açıyordu t.i., sonra yanlışlıkla oldu herhalde”, (aslanlarıma bakın; hiçbiri de laf söyletmiyo bana :P).. hoca “ ee t.i. nerde peki? T.İ? T.İİİİİİ? nerdesiiiiin?”…… cevap yok; T.İ; olay yerinden tüymüştü.

Kampus içinde bir yer – “Hey T.İ? napıyon çim üstünde, yoksa dersi mi ektin?” T.İ: (iç ses) hay 100bin kunduz; içerdeki salaklardan kurtuldum ama bu hiç hesapta yoktu, bir sen kusur kalmıştın!”yok canım ne ekmesi, ders erken bitti de bekliyorum diğer dersi” “bak burada yalnız oturma; senin gibi güzel kızı kaparlar.. ehee hee heee hüeee” T.İ: “…..yok ben dersibekliyorum, ne olabilir ki okulda; hem sen beni merak etme, sen fotoğrafçılık dersinde yok muydun?” “he he hee, fark ettin demek yokluğumu, yoktum T.İ.ciğim, annemgiller geldi memleketten onları aldım garajdan; bıraktım yingemgillere; geldim okula; ee nasıl geçti ders; valla nasıl geçsin; benim 3 leşim var sadece” “3 leş mi? Nasıl yani?” T.İ: “valla 3 tane tip bizim sınıftan, sinir ettiler beni, karanlık odadayız, uyardım onları ama o kadar yanaştılar ki sanırım yanlışlıkla 3ünü de gazi yaptım”, “seni rahatsız mı ettiler yoksa, kim onlar, söyle onları benzeteyim” şimdi bu cengaver kılıklı vatandaşımız tüy siklet olup boyu yaklaşık 1.50 civarında; gözlüklü, çelimsiz, fareye benzer biriydi ve o da benim 4. hayranım olup hayranlar listesinde hatırı sayılır bir yeri vardı. “yok canım ben hallettim merak etme; şimdi diğer dersi bekliyorum, sen git ders hala devam ediyor”, “aa gider miyim hiç senin gibi güzel bir kız burada tek başına bırakılır mı?” ya bırakılır oğlum, bırakılır; bırakın da beni okulun çimleri üstünde bir başıma; belki kısmetim açılır; bırakın beni yahu yalvarıyorum nedir bu makus talihim benim, evde kalıcam sizin gibi şapşallar yüzünden. Bu çocuk da nasıl anlatsam size Avrupa yakasında aslı’nın belalısı tacettin var ya hah işte aynı ses tonu, aynı diksiyon, aynı ebleh bakışlar ve aynı salaklık… “T.İ?”, “efendim tacettin (aslında adı başkaydı ki bu isimden daha komikti; şabandı) “T.İ benimle çıkar mısın?” T.İ. : “ neeeeee? Ne dedin sen?” “ne dicem sen şimdi helecandan acıkmışsındır, gel senle öğle yemeğine çıkalım, okulun tabildot yemekhanesine götüreyim seni , orda bu konuyu detaylı konuşuruz; ya da anamgiller geldi ya, istersen yingemgillere de gideriz, mis gibi yemekler vardır evde, hem tanışırsınız kaynaşırsınız” T.İ. “tacettin – pardon şaban ne diyosunn kardeşşşiiim? Duymamış olayım, biz senle arkadaşız, hiç yakışıyor mu sana, hem ben seni istemiyorum ki, bak tacettin hem canım burnumda bugün, bi de senle uğraşmayayım; bak eğer malulen emekli gazeteci olmak istemiyorsan ikile buradan, hadi canım; naş naş”

Aynı gün… yer: alsancak, vittoria; T.İ. taa liseden arkadaşları olan ve 9 eylülde okuyan arkadaşlarıyla buluşmuş kivili kup yiyor (oranın kivili kupu çok meşhurdu)… T.İ.nin arkadaşlarından biri “ay kızım, Burak harika biri, biliyo musun çıkma teklif ettiğinde cece’deydik, ay çok romantikti. Biliyor musun Mazda sxbilmemne’si var; diğeri; ya benimki de mühendislikte okuyo; ismi cenk. Ailesi Antalyalı, kızıımm Antalya sidede otelleri varmış 5 yıldızlı, okul tatile girsin, beni de davet ediyorlar, çok yakışıklı anlatamam; opel tigrası var, akşam plazada yemek yiycez davet etti; ayy çok heyecanlandım”

“eee T.İ sen anlat bakalım, egede durumlar nasıl? Seni yılannn, anlatmıyosun; kimbilir ne tipler vardır sizin okulda, sen kesin turnayı gözünden vurmuşsundur da nazar olayı falan diye anlatmıyosundur”
T.İ.”….. eee şeeeey, benim aslında 5-6 tane hayranım var tabi; ama buraya gelmeden önce en son; söyliyim: ismi şaban, yemeğe çıkma yeri okulun tabildot yemekhanesi, boyu benden kısa ve zayıf, fare gibi; kendisi annesigili bugün otogardan aldı, annesigil köyden bugün gelmiş, beni tanıştırmak istedi; yingesigil bugün yemek hazırlamış bende davetliydim ama gitmedim, çok ciddi, evlenmek istiyo; bir de xyz üçlüsü var ki onların da bu sabahtan koordinatlarını kaydırdım; onların isimleri de sizinkiler gibi; cenk, berk, burak gibi değil; ama söylemem gülersiniz, işte benden de böyle havadisler işte” (ağlamak istiyorum)

korkumdan bu tefrikayı ikiye bölüp koyuyorum, blogum bunalım yapıyor çünkü

Ve işte T.İ. Üniversite’de (Ayşegül tatilde, Ayşegül okulda, Ayşegül helada, Ayşegül hamamda tarzı) tefrikam da el birliğiyle başlamış oldu ya; Haydi hayırlısı!

Varan 1:

Geçen gün Gayriye ile mesene’de sohbet ediyorduk konu benim vakti zamanında başıma gelen traji-komik anılarıma geldi. Neyse, üniversite muhabbeti başlayınca, benim aklıma üniversite anılarım geldi, başladım hanfendiye anlatmaya. O da dedi ki kız sen bu anını yazsana bloguna. Kızım dedim hep anı - manı yazıyorum ayıp olacak, yok sen yaz bunu dedi, ben de söz dinledim..

Efendim 90’lı yıllar; bendenizin ortaokul yıllarında başlayan gazetecilik hevesi; lisede fizikçi belasından kurtulmak için (bakınız bir önceki yazım) lise 2’de sosyal bölümü seçmemle; iyice yükseldi. O zamanlar yok öyle ayşe armanlar, ece temelkuranlar, Pakize sunalar (yok o vardı da gece klüplerinde şarkı söylerdi, ha bi de gökhan güney adlı arabeskçinin sevgilisiydi), köşe yazarlığı yapan neconun kızı, gülse birsel’ler falan yoktu. Bir duygu Asena vardı rahmetli; idolüm; bir de Güzin abla vardı köşesi olan. Benim de hayalim işte ben gazeteci olucam diye tepişirken; girdim mi ege üniversitesi iletişim fakültesine.. gerçi o zaman ismi daha basın-yayın’dı ve pek havalıydı. Pööh! İlk sene sonuna doğru ülkemin tüm basın-yayınlarının ismi iletişim fakültesi olarak değiştirilince; benim bütün hevesim fırından zamansız çıkan kek gibi sönüverdi. E kolay değil tabi, kimse anlamıyor ki iletişim fakültesi ne demek?

Benim telefon ya da TV tamir edilen bir bölümde okuduğumu sanıp bana bozuk telefonunu tamir etmem için ricacı olan amcalar ve teyzeler tanıdım ben. Sanki Graham Bell’im ben! “e sen iletişimde okumuyon mu kız?” “heee okuyom”,” bi el atıversen ne olcek şu telsiz telefona? Başkaları giriyo hatta konuşurken”, “yok amca ben gazetecilik, reklam, halkla ilişkiler, radyo-televizyon falan okuyom, hani eski adı basın-yayın”, “heee, işte tamam radyo, televizyon tamiri yapıyon işte, madem okulda görüyon, radyoyu tamir eden telefonu da eder”, “gıırrrrr, hıırrr”, “T.İ.; gel buraya, he bakayım söyle bana, senin gibi çıtı pıtı kız neden erkek işine el atar?”, “ ya beyamca, ne alakası var erkek işiyle iletişimin; kadını erkeği mi var?”, “kız, cadı, sen şimdi mezun olunca babam sana 1 tükkan açacak”, “hööö? Dükkan mı? Eee, neyse sen devam et…”, “sen de o tükkanda başlıycan radyo televizyon tamirine, elin adamının evine gidecen, tamire, ya senin orda suyuna çayına ilaç koysalar, bayıltsalar, ırzına geçseler…senin babanda da hiç akıl yokmuş, insan kızını böyle okula gönderir mi?”…

İşte böyle okul adının geniş kitlelerce kabul edilmesi çok zaman aldı. Ama işin en keyifli yanı fakültenin 3 bölümünün ilk 3 yıl tüm dersleri zorunlu almasıydı. Çünkü içerdiği tüm dersler bir şeklilde diğer bölüme çıkıyordu. Mesela gazetecilik bölümü doğal olarak fotoğrafçılık dersi alıyor; halkla ilişkiler ve reklamcılık bölümü de reklam fotoğrafçılığı dersi alıyor. E okulda da fotoğrafçılık hocası ve stüdyo 1 adet. Haydaaa hep beraber aynı sınıfa. Mesela haber yazımı dersi var, gazetecilik bölümü de alıyor ama halkla ilişkilerin de ilerde basın bülteni yazacak diye hopaaa aynı sınıfa.

Neyse canlarım; sınıf kalabalık, hep anfilerdeyiz, 200 kişi varız herhalde alttan alanlarla. Bu bölüm benim gibi idealist geçinen salakların buluşma yeridir aslında. Oysa git işletmede oku; bankacı, finansmancı, borsacı ol, paraya para deme; değil mi? Ya da git konservatuara bülbül sesini eğit, kaset çıkar; “aşkın açamadığı kapııı, kanatlanıp uçamadığııın yer mi varr, binlerce dansöz vaaaaar, naneeee naneeee, çiki çikita muzzzz,” tarzı şarkılarla s.ç milletin kulağına. Yok serde salaklık var, pardon idealizm var diycektim… Benim gibi bi sürü ebleh yaklaşık 200 kişi okulun film stüdyosundayız. Elimize verdikleri makine Leika denen nuhnebiden kalma bir fotoğraf makinesi. Resmen 100erli grup yaptı hoca bizi (makineler az ya- haha haa), herkes salak salak sanki evlerinde hiç foto. mk. görmemiş gibi bakıyor. Aslında haklı insanlar çünkü ben o makineyi Charlie chaplin filmlerinde gördüğümü hatırlıyorum. Makinenin vizörü üstten, böyle makineye üstten çıkıp bakıyorsun ve filmleri de siyah beyaz; ve dikkatinizi çekerim yıl da 1915 değil, 1993 falan. Biz gülmeye ve evden makine getirelim diyince hoca yiğitliğe de b.k sürdürmüyor tabi; bu meğersem makinelerın hasıymış, tüm usta foto sanatçıları bunu kullanırlarmış ilk başladıklarında. E iyi de be adam; biz alt tarafı bu makineyi alıp okul bahçesine çıkacağız ve senin verdiğin direktif doğrultusunda ot, b.k, böcük, pet şişe ya da öpüşen gençleri görüp çekeceğiz, sonra da geleceğiz bu k.ç kadar laboratuvara ve tab edeceğiz. sonra da hukuk sınavı var, ona çalışacağız… yani!!!

Neyse verildi bize leika “aman dikkat edin, iğne sen çek elini, sen tutma; iğne sen sadece tabiat çekeceksin, sakın abuk bir şey çekip karşıma getirme” tarzı laflardan sonra hocayla vedalaştık, ve belli 1 saat sonra sınıfa döndük.

Sonrası Varan 2'de

ses deneme 1-2; seseseesee, seseeseeeee,deneme 1-2

anasını satiyim 2 gündür yazı yükleyemiyorum bu sayfaya. o yüzden iki satırla bu deneme sürüşüyle idare ediverin accık

Salı, Eylül 05, 2006

Madem nostaljik takılıyorum ve madem herkesin hoşuna gitti...

O halde yaklaşın da size ergenken başıma gelen o dönemin cumhurbaşkanı ile aramda geçen komedyayı anlatayım:

Şimdi bendeniz lise 1’de izmir özel türk kolejinde bir bebeyim… öğrenciliğin en belalı sınıfıdır lise 1. çünkü o güne kadar fen bilgisinden başka pozitif bilim mertebesine eren bir ders görmemişken, lise 1 e başlar başlamaz; fizik, kimya ve biyoloji görürsünüz. Boru değil; fizik…kimya…. İsimleri bile insanda soğuk rüzgarlar estirir. Sen daha fotosentez, fasülye yetiştirme ve havuz problemlerindeyken; birden hocanın biri gelir sana yüzlerce kimyasal element simgesini ezberlemen gerektiğini söyler; sen de zıngadanak kalırsın elindeki listeye… Ama hani fasülye koyuyoduk pamuğa, hani akşam evde çiçek beslemiyoduk karbondikoksit çıkarıyorlar diye, balkona koyuyorduk? Şimdi ben nasıl ezberliyeyim o karbondioksit dalgasının di-oksit olunca ne b.k oluyo; mono-oksit olunca ne menem bişey oluyo?

Neyse bu tür bir travmayla lise sıralarına oturunca zaten ergenlik olayından duygular ve hormonlar sapıtmış; bir de egzantirik dersler de cabası (ha bi de egzantirik mil diye bir şey vardı; hatırladınız mı siz de? Neye yarardı o, bakın o da ayrı bir konu). Neyse işte vektörler, hız ve ivmeler; kimyasal formüller ve laboratuar denemeleri (sanki Hawking olucam anasını satiyim!!!) derken bizim sınıf da komple ya dingil ya da ebleh ötesi.. Sıfırız yani; nasıl anlatsam size: hani örövizyonda "vaya moni- o pua; sayprıss, dö pua"; şeklinde biz de ziroooyuz.

Sınıf yıkılıyo. Verdikleri fizik hocası o yıl üniversiteden mezun olmuş, domatesi görse kavun sanacak bir gerzek. Biz de o dönemlerde üniv. mezunlarını matah bir şey sanıp gözümüzde büyütüyoruz. Şimdi karşıma bir kız çıksa ve ben yeni üniv. mezunuyum dese zor iş veririm ona; ama özel okul işte, almışlar kızcağızı karşımıza çıkarmışlar, sınıf dedim ya yıkılıyo. Hem sıfırdan hem de lagalugadan. Kızcağızı dinleyen yok. Böyle boyun damarları feriştahın mükreminle ilgili fentezilerini okurkenki gibi şişiyor bağırmaktan. Düşünsenize ilk kez fizik dersini alıyorsunuz hayatınızda; ya anlayıp seversin ya da hiç anlamayıp nefret edersin. Aslında bir dersi sevdirmek ne kadar çok önemli. Hayatının yönü değişecek resmen! Biz komple sıfır ve bir notlarını alarak okul rekoru kırıyoruz. Kadın bize kıl, biz de ona. Hisler karşılıklı yani:) Bir inek var yalnız sınıfta; onun da babası hocaydı okulda; o 4 alıyor bu fizikçiden; ama o da 10 üstünden. Bizde komple tık yok anlıyacağınız. Benim gibi bir "inek" ise 1 aldı düşünün bende yarattığı infiali!

Günlerden bir gün okula geliyorum anaaa, heryer polis arabası kaplı, bayraklarla donanmış, okul kantini pür-ü pak; tostlar camekana girmiş her nasılsa, kırtasiyeci bile takım elbiseler giyip camlarını temizliyo; berhudar ol turan amcacım, elin değmişken bizim sınıfa da bir el atsana demiştim adama da elindeki toz beziyle tittir git demişti :) Sınıfa bir girdim ana hoca içerde; e ben erken gelmiştim oysa; neyse girdik içeri fizikçinin üstünde daha önce sadece doktorlarda gördüğüm önlük vardı. Ay ben de bu bazı bölüm öğretmenlerinin beyaz önlük giymesini aslında doktor olamama kompleksine bağlarım. Yani ne alakan var senin beyaz önlükle? Alt tarafı 45 dakikalık 1 derse giriyorsun ya da üst üste 2 ders versen yaklaşık 1,5 saat. Sanki saatler boyu patoloji laboratuarında çalışacaksın! Nedir bu kompleks! Giymiş hatun beyaz önlüğü ellerini oynata oynata, damarlar gene şiş vaziyette bir şeyler anlatıyor. Allahtan dalmış beni fark etmedi, tam oturdum sınıf hürraaa kalktı. Dedim yanımdaki arkadaşıma; hayrola, yolculuk nereye, dedi laboratuara.. anaa dedim napacaz kız biz orda? Dedi deney yapıcakmışız. Ne deneyi dedim, bilmeeem dedi, hoca öyle dedi. Dedim biliyomusun dışarıda bi sürü polis arabası var, hırsız mı var acaba okulda? Dedi arkadaşım aman belki bu kadını alırlar da götürürler dedi. Biz ıkıl ıkıl çıktık okul yokuşunu laboratuarı yapmışlar sibirya’da! Asansör de yok girdik sibiryadaki öbür binanın çıktık 4. katına;
Allahım allahım bu nasıl bir yer böyle; her yer bal dök yala; bembeyaz buz gibi, anam anam klimaları da açmışlar, masalar beyazzz; güzeeel üstüne 05’le "T.İ. x’i seviyo" yazabilirim diye düşündüm tabi. Hoca söz aldı; çocuklar bu günkü dersimizi eeee, şeeey burada yapıyoruz
T.İ: neden hocam (zaten benim konuşmamam ve sormamam imkansızdı tahmin edersiniz, ama kadın bana kıl, çünkü ben kadının anlattıklarından zerre kadar anlamıyorum ve çata çat kadına anlamadığımı ama sınıfın da anlamadığından yola çıkarsak kendisinin konuyu iyi anlatamadığını söylüyorum)
Fizikçi: bugün deney yapıcaz
T.İ.: ne deneyi hocam?
Fizikçi beni kaale bile almadan “hem bugün önemli bir misafirimiz var okulda, aldığımız duyumlara göre laboratuarları da ziyaret edecekmiş, onun için konuşanı gebertirim, T.İ. kapa çeneni sen de; karalama o beyaz masayı! Neyse çocuklar konuşmak yasak, ziyaretçi gelirse sorduğu sorulara adam gibi cevap verin yoksa sınıfta bırakırım, çıtınız çıkmıycak, duydunuz mu?
Tüm sınıf: evet hocaaaaam
T.İ.: hocam ben okula gelirken okul çevresi polis kaynıyordu, hırsız mı girmiş bizim okula?
Sınıfta uğultu kopar bir anda; “aaa lalenin cüzdenı kaybolmuştu, hakanın da rotring kalemi; kesin onlar için geldiler", "yok burcunun kolyesi çalınmış”, “kolye takmak yasak, getirmeseydi o salak da”,
Fizikçi: eliyle masaya vurmuştu kadın, çaat çaat, çaaaat kapatın çeneniiiziiii diye bağırıken
Ahaaa, kapı zınk diye açıldı; annneeeee;
İçeri okul müdürü, okulun sahibi, bölüm başkanları, tanımadığım 1 sürü takım elbiseli adam, sivil görünümlü ama haşin bakışlı 1 sürü amca ve de askerler vardı. Tabi ben ne biliyim, hangisi hangi rütbede; tüm balalar hazırolda toplaştık orta yere. Fizikçinin surat kıpkırmızı damarlar gene bambu çubuğu gibi şişmiş; anam diyorum ben bu beyaz saçlı akça pakça amcayı tanıyorum; anaaaa anaaaaa, bu buuu buu cumhurbaşkanı; bir apoletleri eksik netekim!
Cumhurbaşkanı fizikçiye doğru sorar: hocam iyi dersler, dersimiz nedir?
İşte benim koptuğum ilk an budur arkadaşlar. Dersimiz nedir sorusu… şimdi beden dersi desen olmaz, din ve ahlak desen hiç olmaz malum laboratuar ortamı:) , Türkçe desen hiç olmaz.. anacım hangi derste olabiliriz ki? Ya kimyadır ya da fizik..neyse germeyelim ortamı:
Fizikçi: fizik dersi hocam
Ne hocası? Adam cumhurbaşkanı, sen kalkmış adama hocam diyorsun be kadın! Hemen içeriye tıkın..
(şimdi burada araya giriyorum ama ben o esnada bunları kafamdan hakketten geçiriyorum; iç sesleri yani; ne kadar normal olduğumu anlayın diye yazıyorum)
CB: aferin, aferin, fizik bir milletin itici gücüdür. Pozitif ilimlerde ne kadar başarılı olursak ülkemiz dünyada o kadar ileriye gidecektir
(hadi leeeeeyyynnnn diyorum burada ama içimden..sıkıysa bağır değil mi- hahaaaa)
CB: nasıl sınıfımızın durumu? Haylazlar mı?
Fizikçi: süper hepsi hocam (ya ne hocası yahuuu? Azıcık baksana okulun sahibinin çakmak çakmak olmuş gözlerine; o adam hoca deeğiiiilll), çok seviyorlar bu dersi
CB: e o zaman hepsinin notları da süperdir netekim.. değil mi hocam?
Fizikçi: evet efendim iyi durumları…(hadi len, nerde iyi; sıçtık şimdi adam kalkıp birimize 1 şey sorsa diye fısıldadım ben arkadaşıma, arkadaşım da dedi ki sen sınıfa geç girdin ya… eeee? İşte hoca dedi ki gelecek kişi sorarsa herkes iyi diyecek notlarını dedi. Hadi len manyak dedim, adam anlar kızım; hepimiz spor toto gibiyiz, valla benden söylemesi dedi…)
Fizikçi: hepsi ilk kez fizik dersi almalarına rağmen çok ısındılar dersime. (vayy yalaka)
CB: Hadi yav; e desene hepsi cevher bu çocukların pek, bakalım içlerinde fiziği en iyi olan kim? Evladım hanginizin fiziği 10?
Tııssssss.. ses yok
CB: 9 alan? Tısssssssssss
CB: 8?, 7?, 6?
Hep aynı ses Tısssssssssssssssssss
CB: yahu 5 alanda mı yok bu sınıfta netekim?
Fizikçi var ya, suratı oldu yerli domates. Boynundaki damarlar çatladı çatlıyacak…biz de kıpkırmızıyız, sıçtık, rezil olduk dedik. Okul müdürü ve saz arkadaşlarının yüzünde de olayı toparlamak için sinirli bir sırıtış hakim. Hepsi heh heee heee yapıyorlar.
CB: e yahu hepsi 5lik bunların demek ha? E peki 1 alan var mı içinizde?

Ve işte benim bittiğim an o andır arkadaşlar!! Hem de ne bitmek. Sıfırı tükettiğim an; yer yarılası içeri giresim dediğim an; yar saçların lüle lüle T.İ. sana güle güle denilesi an; hayatın bittiği yer; toprak altına gömülesi andır işte o an…
CB tekrarlar: evet çocuklar 1 alan yok mu içiniz de?
Hayır şimdi madem böyle tüm sınıf yalan söylüyor, susuyor; sen ne çıkıyorsun delik dondan değil mi? Sana ne? CB senin 1 notu alan salaklardan birini olduğunu bilse eline ne geçecek? Alt tarafı fizikçi senden nefret edecek ve sınıfta bırakacak… neden çıkıyorsun ortaya don kişot gibi… yok T.İ illa ki konuşacak..doğrucu Davut ya!
C.B: sen misin 1 alan, gel bakaym, çık sen şöyle bir öne
T.İ. ehi ehi ehi..o benim.. (ulan hesapta bu yoktu.. niye beni ortaya çıkardı bu adam şimdi..allaaah, hocanın ve müdürün surata bak; haha, resmen kıyma mı külbastı mı ezme mi yoksa karnıyarık mı istersin diye bakıyorlar) sayın cumhurbaşkanım o 1 alan benim efendim (yiğitliğe de bok sürdürmüyorum yalnız:) hani fizikçiye de bir CB ile öyle değil böyle konuşulur mesajını da veriyorum; hem de türk çocuğu doğru olmalıdır, yalan söylememelidir mesajı veriyorum..aferin T.İ iyi gidiyosun kızım… ayyy yanlız tek kötü şey x’e de rezil oldum.. nah çıkar şimdi o benle)
C.B. ay sen akıllı bi şeye de benziyorsun maşallah gözlere bak, neden evledım 1 aldın
T.İ: efendim 1 alan sırf ben değilim ki tüm sınıf 1 alıyoruz biz. (kadının suratını ve boynundaki damarları görmeliydiniz, gözleri beni öldürmek için can atıyordu)
C.B: öğretmen hanım, siz az evvel hepsi çok iyi diyordunuz, e bu çocuk hepimiz 1 alıyoruz diyor netekim; ne demek oluyor bu?
Fizikçi: Hocam bakmayın siz ona, kendisi 1 alan öğrencimizdir; heh heee; ben onu uyarmıştım yavrum herkes içinde küçük düşmesin diye ama sınıfın diğerlerini nerden bilecek o küçücük çocuk; herkesin notları gayet güzel ama bu kızımız fizikten uzak biri. Tabi bu sene değerlendiricez hepsini, merakı olmayanları sosyal bölüme..

Bakar mısınız yahu, kadın beni resmen harcadı, ben; T.İ.; kalır mıyım sizce bunun altında? Bittin kadın sen!
C.B bana dönerek (halen laboratuarın ortasında ayaktayız bu arada; ben aynalı sazan da halkanın ortasında; karşımda CB ile baş başa) “evladım peki biyolojin kaç senin?” ben gururla boynumu kaldırıp (hani cem yılmaz skeçlerinde salak çocuk taklitleri vardır ya, hazırolda ve baş dik hafif yukarı kalkık büyüklere cevap verir, işte aynı o duruştayım) ben “8” dedim…
CB: aferim aferim; peki kimyan kaç? “altıııııı” diye bağırdım. CB: “eee bu da fena değil. İngilizcen?” T.İ.:oonnnnnn dedim bağırarak. Sanki CB benim aklanmamı istiyor gibiydi, sanki hocalarım dahil herkese benim bir embesil olmadığımı kanıtlamak ister gibiydi. C.B:” peki evladım edebiyatın kaç senin? Benim tavan yaptığım alanlara geliyorduk hızla.. “onnnnnn”, “aferim kızıma, tarih ve inkilap?” “onnnnnnnnn” ay ne bağırarak söylemiştim.. fizikten 1’i tıslayarak onları da bağıra bağıra :)))
C.B: eee bu evladımız çalışkanmış, aptal değilmiş yahuuuu.. öğretmen hanım kızımızın fiziği kötü, 1 alıyormuş ama bakın diğer derslerinde çok başarılı netekim.
Fizikçi: hocam bir tek onun notı 1; diğerlerinin çok iyi…
Zııırrrrrrrrrrrrrr..

Tenefüs zilinin sesini duydunuz arkadaşlar; haydi ders bitti; PAYDOSSSS; HADİ İKİLEYİN DERS BİTTİ DİYORUM .. BAK HALA OKUYO…BU KADARRR, YORULDUMMMM BE!
SONRA NE Mİ OLDU? EBENİN ŞEYİ OLDU! KALDIM TABİ O SENE BÜTÜNLEMEYE FİZİKTEN. TAKDİR ALAMADIM O KADIN YÜZÜNDEN..NEYSE ANNEM ADAM GİBİ BİR FİZİK HOCASI BULDU EVE. ADAM 1 AY GELDİ BEN 10’LA GEÇTİM FİZİKTEN DE APTAL OLMADIĞIMI HERKES GÖRDÜ! PÖÖÖHHHH

Cuma, Eylül 01, 2006

Geçmişine ve Geleceğine Mektup

Bugün b.k var İzmir’de arkadaşlar. Yani bu şu demek oluyor:

Yani sabahın kör vaktinden başlayan hummalı bir “şehri nasıl daha beter bir hale sokabilirim çalışması” var
Yani şehrin en merkezi meydanını kapatıp 4 yol ağzını tek ağza indirip trafiği felç edelim çalışması var
Yani özellikle Cuma günü akşam iş çıkışında yukarda bahsi geçen meydanı protokol denen beleşçi lavuklara kapatmak anlamına geliyor.
Yani nerden mi çıkartıyorum?
Lozan meydanına komple kadife şönil sandalyeler yerleştirmişler; geç geçebilirsen…
Yani hem taşıtlara yol kapatmışlar hem trafiğin ağzına s.çmışlar hem yayalar geçmeleri için yer bile bırakmamış ve meydana sandalye ve kapalı tirübünlerle doldurmuşlar
Yani bir de bu açılışı Cuma akşamı saat 18.30 sularında yapacaklar.
Yani…
Yani, bugün fuar açılıyor! Heeeyeyyyy, yeppppüüüiiiiii, tray lay lay lommm, vataşiva kendiiiii;



Anacım b.k var diyorum ya anlayın işte sevincimin büyüklüğünü. Çok yer dolaştım; bir fuarın hem ticari fuar hem enternasyonal (intırneyşınıl) fuar hem bölgesel fuar (lokıl) hem eğlence fuarı (arkeyd) hem oto yan sanayi fuarı (otomekhanika) hem hayvanat bahçesi (zuuu) hem de şarkıcı-artiz bahçesi (tiyatır) olanını ben hayatımda bir tek güzel izmirimde gördüm.


Tamam eskiden de aynıydı bu fuar. Ama o zamanlar biz dünyaya gözlerimizi ve kapılarımızı bu kadar açmamıştık ki. Hey bakın 70 ‘li ve 80’li yılları yaşadım ben. O yıllarda fuar bizim için gerçek üstü bir heyecandı. O zamanlar tv yoktu, yabancı sinema yoktu; yerli sinemada da aydemir akbaşların civciv çıkacak’ı vardı, yani sanat alemi bir tüketici için tam bir kabustu. Bir tek fuarlar vardı. Erkekler için araba ve traktörlere, vinçlere bakmak büyük bir eğlenceydi. Kadınlar için ise gündüz matineleri vardı. Dolmalar sarılır, börekler kızartılır, kısırlar yapılır, çaylar termosa demlenir, çocuk uyursa diye yastık ve pike alınır yallah lunapark ya da göl gazinosuna gidilirdi. Sandalyeler üzerinde uyuklayan ebleh çocuğu annesi sahnedeki şarkıcının kucağına atıverir, şarkıcı kadın şaşkın bir surat ifadesiyle fotoşipşak’a poz verir ve ortaya kült bir hatıra çıkardı.

Akşama da kocalarla maaile gidilirdi fuara. Uçan balon diye az kazıklamamıştır baloncular çocukları! Bir de o zamanki balonlar pembe, yeşil ve sarı renkten oluşur, üzerlerinde renkli harelerden boyalar vardı, elinde 3 dakikadan fazla durursa ellerin rezil olurdu ve annenden de dayak yerdin. Uçar sandığın o balon sabahleyin salonun bir köşesinde sönmüş vaziyette öylece dururdu. Fuarda babana balon aldırdıktan sonra nedense memo dondurma alınır, piyalede bayıla bayıla çok matah bir şeymiş gibi spagetti yer, sonra da sagra mı sarelle mi neydi, onun standında şokella akan çeşmesinden parayla şokella alınırdı evlere. Daha çok parası olanlar piyalade makarna yerine; Golf gazinosunda ümit beseni, tam karşısındaki rakip kübanada ferdi özbeğeni dinlemeye giderlerdi. Ben bu kübana ismini de çok merak etmişimdir. Hani böyle havana ve küba isimlerinin kırması gibi. Tuhaf! Aklıma geliverdi işte. “Neden kübana?” diye bir soruyu sahibine sormak istedim bir anda! Ben de manyağım, farkındayım! Beyaz bir piyano, ferdi özbeğen çıkar, ipekli uzun bir gömlek İzmir ağustos sıcağında. Altında beyaz pantolon, içinden donu belli oluyordu ama Allahtan hep piyano taburesinde oturduğunu düşündüğü için donunun gözükmesine pek önem vermezdi; ama ya alkışlar Ferdi? Ya her alkışta sen ayağa kalkınca ben ne oluyordum biliyor musun? Benim en keyifli çocukluk anılarımdı onlar. Ferdinin desenli donları; içeri her giren müşterinin ferdi söylemeden ismini tahmin etmece oyunu bile oynardım ben. Yaaa, bu oyunu biliyor muydun sen ey okuyucu? Ferdi viskiden 1 yudum alır, dırını dırınııımmm (piyano efekti) içeri yeni giren ve masaya oturan çifte bakarak “ooooo, efendim; kimler gelmiş, haluk bey ve zarif eşleri Gülay hanım, efenim hoş geldiniz ve şeref verdinizzzz” . işte oyunun kuralı budur! Ferdi söylemeden sen bunu önceden tahmin edceksin. Mesela bazı adamlarda Hilmi tipi vardır bazılarında Abdullah! O adam asla ve asla cenk ya da berk isminde olamaz. Anlatabildim değil mi?

Bi de böyle yemekli olmayan lunapark gazinosu vardı. Golften ya ada kübanadan (küba+havana= seni araştırıcam kübana; sana taktım bir kere) çıkan ahali bir de buraya gider gecenin devamını izlerdi. Assolistler en son çıkar mantığından ferdiyi bitirenler, lunapark gazinosundaki assolistleri dinlemeye gelirlerdi. Üvertürler önceden çıkmış sahneyi assolistlere bırakmışlardı. Çocukluğumun en büyük beyin travmasını göl gazinosundaki kadınlar matinesinde Bülent ersoyu takım elbiseli, kısa saçlı ve makyajsız haliyle, bir erkek olarak izledikten 1 sene sonra lunapark gazinosunda uzun saçlı, makyajlı, hormonlu, gece elbiseli ve k.çına kadar yırtmaçlı izleyince geçirdim ben. Bir de küçük Emrahı assolist diye fuara çıkarmışlardı; o da bu bünyeye yaramamıştı açıkçası. Düşünsenize para verip göl gazinosundaki masaya kurulmuşsun. Elinde boynu bükülmüş yarı sönük 1 balon, yanında ailen, içkiler açılmış sen şişede sensun- cincibir marka gazoz içiyosundur; tabağında sert bir tavuk parçasını dişlerken karşında birden beyaz takım elbiseler içinde sülük kaşlı, kendi yaşıtın bir oğlan çocuğunu buluyorsun ve gözlerinin içine bakarak “boynuuuuğğ bükükkkleerrr” diye çığrım çığrım çığırıyor. Gözleri yaşlı, başı dumanlı bir oğlan çocuğu. Vah garibim diyorsun, o sert tavuk parçası kalıyor boğazında. E hani emel sayın vardı?erol evgin vardı? Yok bana ne ya, kandırdınız beni ben uyuycam işte; baba tut şu balonumu, anne kay sen de söyle, ben bu sandalyeye yatıcam, uyuycam işte!

Bir de Güngür bayrak olayı vardı arkadaşlar. Kadın izmir fuarına çıkmış ve infial yaratmıştı. Zavallım donsuz çıkmıştı ve dönemin belediye başkanı burhan özfatura tarafından yasaklanmış ve sahneden indirilmişti. Heyhaaat, sayın özfatura o günlerden bu günlere gelineceğini bilse dokunur muydu acaba Güngör ablamıza? Gazetelerde çarşaf çarşaf kadının sahnedeki görüntüleri vardı. Hayır ortada görünen bir şey de yoktu. Derin bir yırtmaç o kadar! Gazeteciler siyah bant atmışlardı resimde gözüken çatala. O kadar! Kadıncağız leydi olduğu günlerde özlem duymuş mudur acaba donsuz çıktığı o günlere diye hep merak etmiştim o zamanlar.

Yaaa işte bu bünye neler gördü 32 senelik hayatında? Bugüne gelinceye kadar bende oluşan psikolojik travmalar beni bir yerlere getirdiyse; bu fuar fenomeninin çok büyük etkisi olmuştur.

Şimdiyse fuar benim için büyük bir işkence haline dönüştü. Şehir büyüdü, araba sayısı şehir popülasyonuna ulaştı, fuarın yeri hala şehrin göbeğinde, ziyaretçiler azaldı, katılan firmalar arttı, hala yetkililer bunun farkında değil; fuar içindeki baloncuların yerini kapkaççılar aldı, fuara ticari amaçla değil, sıcak İzmir akşamlarında serinlemek ve çiğdem çitlemek için gelenler ve araba standlarında dolanan k.çı başı açık hostesleri rontlamak için gelen abazalarla doldu. Hayvanat bahçesinin ölümsüz tek 2 hayvanı fil bahadır ve ayı Pakize de olmasa fuarın hiçbir forsu kalmadı. Sanatçılar da gelmiyor artık, çeşmede bodrumda, otellerde ekstralara gitmek, paparazzi programlarına sahte aşklarıyla ilgili demeçler ve fotoğraflar vermek varken; kim ne yapsın İzmir fuarını? Değiş Türkiye; değiş İzmir; çağa ayak uydur; bak herkes kendi havasında kendi dünyasında artık; kimse fuarı eskisi kadar ciddiye almıyor; taşıyın şu fuarı artık izmirin gelişmekte olan bir bölgesine; yap oraya kongre konferans merkezleri; büyük büyük sergi alanları kur; simultane çeviri yapılabilecek merkezler aç; bahadırla pakizeye hakkettikleri modern bir hayvanat bahçesini hediye et; doğal ortamlarında yaşat onları; ama asla şehrin göbeğinde değil; adam gibi bir hayvanat bahçesi yap; onlara doğal ortamlar yarat; ağustos sıcağında hortumla soğuk duş yaptırtma onlara; onlara istedikleri zaman suya girebilecekleri suni göletler yarat; maymuna Cevdet, Şakir gibi isimler verip, dürüm döner yedirip onları maymun etme; onları ormanlık alana sal, bırak ağaçlarda yaşasınlar; 3 tane denizli horozunu kümesle çevreleyip tabelasına horoz diye yazma; horoza da ayıp; git daha farklı hayvanatları insanca sergilet İzmirli çocuklara; çocuklar tanısın bilsin hayvanları. Ama hayvanlara yakışır koşullarda yaşat onları; biz insanoğluna maskara etme gözünü seveyim…

Ve ne olur şu fuar belasını alsancakta yapma artık; git başka yer bul kendine; şehrin en işlek caddelerini trafiğe kapatıp oraya protokol adına sandalye yerleştirme; fuar açılacak diye alsancağın bütün kaldırım taşlarını tekrar tekrar değiştirme; merak etme kimse “bu taşlar neden 1 yıllık? Eski taş üzerinde yürümem ben” demez. Bak artık ne gelen şarkıcı var fuara, ne bir yabancı firma ne de ticari amaçlı ziyaretçi. Bir tek İzmir sıcağından bunalan kenar mahalleden gettodan gelen çekirdek çıtlatıp ortalığı çöpleriyle rezil eden bir güruh var fuarda, bir de hırsızlar…

Sen gene de bu söylediklerimi yabana atma e mi!