Salı, Ocak 31, 2006

İzmir, İzmir 1-2

Bugün Alsancak’ın göbeğinde bir yerde kırmızı ışığın yeşile dönmesini beklerken karşı kaldırımda bekleyenlerin suratlarına bakacağıma, karşı apartmanlara abuk sabuk şekilde serpiştirilmiş tabelalara bakma gafletinde bulundum. Yere bak, ne bileyim ya da ışığa bak, yeşil yanınca ikile, git işine değil mi? Yok illaki bakıcam ve tabi illaki de gözüme bir tuhaflık çarpacak. Alsancağın göbeği, en merkezi yerlerinden biri. Apartmanın tam 4.katı (neden bakıyorum ki 4. katlara?) ve kocaman tabeleda yazan şey:
“Gümüşhaneliler Dayanışma ve Kültür Derneği”
Höööö?
Tamam, anladık; güzel İzmirim de son 10 senedir, hayatının en büyük göç furyalarından birini aldı. Hatta bu göç kurtuluş savaşı dönemindeki İzmir bağlantılı rum-türk mübadelesine bile fark atar, inanın sözüme. Ama sorarım size Gümüşhane nire, İzmir nire?
Hadi madem geldiniz İzmir’e, neden İzmir’le dayanışmıyorsunuz da İzmir’de olan tüm Gümüşhane’lilerle kaynaşma gereği duyuyorsunuz? Çok mu lazımdı İzmir’e bu dernek?
Sözüm aslında sözkonusu vilayetimize değil. Ben gıcığım bu tür popülist yaklaşımlara, sınıfsal, bölgesel, vilayetsel ayrımcılığa. Hem bu tür bölge ayrımcılığı yapacaksın, hem bulunduğu şehre ya da ülkeye kültürel anlamda entegre olmayacaksın, sonra da cart cart ülkemdeki ayrımcılıklardan bahsedeceksin. Yok ya? Sizce bu tür dayanışma dernekleri “neyi” dayanışırlar? Ne yapar bu dernekler?
İzmirliler sözüm size, hepimize? Ben bugüne kadar Türkiye genelinde hiç İzmirliler Kültür ve Dayanışma Derneği duymadım, görmedim, bilmedim. Malatya, Kars, Muşlular, Mardin, Niğdeliler, Çorumlular, Konyalılar ve bugün itibariyle Gümüşhaneliler Kültür ve Dayanışma Derneği’ni duydum. Neden İzmir’in yok? İzmirlinin yok? Yoksa biz gavuruz diye mi? Eğer varsa ne olur beni bilgilendirin, gidip remen üye olucam :)

Perşembe, Ocak 26, 2006

Spor Yapmak ya da Yapmamak! İşte Bütün Mesele Bu

Spor yapmayı hiç sevmiyorum. Sevmedim, sevemedim ve sevemiyeceğim. Spor insanın doğasına aykırı bi kere. Hadi ilk insanlar döneminde mecburen hızlı koşmak, atletik vücut önemliydi muhakkak. Boru değil, koskoca mamut koşuyo peşinden, yakalarsa ne olur bilinmez. Eh haliyle atletik olmak canını kurtarmak anlamına geliyodu. Öyle ya, hımbıl hımbıl çayırda ormanda dolanan piknik tipli bir mağara adamı, etobur bir dinazorun ara sıcağı olabilirdi.

E peki bize ne oluyor, bu kadar spor salonu, diyet, makinalar her bir yerine bağlı, koş babam koş.. Sanırsınız arkanızdan puma kovalıyor, yani koşmazsan ilk insan ata’nın makus talihi sana da musallat olacak. Hadi koştun diyelim de nereye gidiyosun? Kendi çapında dönen bir bant üzerinde amaçsız, varışsız koş bakalım. Olduğun yerde saymak deyimi bu olsa gerek.
İki sene evvel gaza geldim, spora gidicem. Çevremdeki çoğu kişi gidiyor ya, kendimi ezik hissettim, sürekli aynı heyecanlı teşvik sözlerini dinliyorum.
- Ay mutlaka gelmelisin, nasıl fit (!) oldum anlatamam, selülitlerim kayboldu , kilo verdim, nefesim açıldı, akşam iş çıkışı gdiyorum, haftasonu komple ordayım, havuzu var, saunası var, buhar odası, jauzisi var.. Kesin gel!
Eh hadi madem, ben de yazılayım, önümüz yaz, zayıflarım, ben de fit (!) olurum, hem jakuzi var, sauna var, oh yay babam yay!
Gitmez olaydım, hem paraları bayıldım bir de üstüne üstlük gerizekalı gibi yıllık üye oldum. Benim gibi “kezban sporcu müsfettelerini” üye yapan çocuk bana spor merkezini gezdiriyor, kendinden geçmiş spor manyakları hiçbiryere gitmeyen bantlarda koşup duruyor, tık nefes. Bir arkadaşıma raslıyorum, kolunda tansiyon aleti gibi bir şey bağlı, suratı pancar gibi koşmaktan patlayacak, ter içinde... Bana el sallıyor, ben işin dalgasında
- Hoop hemşerim yolculuk nere?
diye sırıtyorum, bana el sallarken adımları şaşırıp sendeliyor ve belli ki bana küfür saydırmakla meşgul. Baktım herkes bir şık, makyajlar,saçlar fönlü, eşofman ve ayakkabılar birbirine uyumlu, havuz sefasında bikiniler çekilmiş,pareo uyumu süper falan. Ben de gaza geldim ya, şimdi kendimi hülya koçyiğit’in kezban istanbul’da filmindeki gibi rezil hissetmemek için gittip kendime eşofman aldım, spor ayakkabısı, yüzücü gözlüğü, spor çanta, havlu derken bir de spor mağazasına bayıldım o kadar para. Ha sonra mı ne oldu? Yıl içinde toplam 6 kez giderek yılın en kek ve en muteber müşterisi seçildim. Gitti paracıklarım.

İlk gittiğimde dibimden ayrılmayan kıl kuyruk bir spor hocası (!) benim bir güzel ölçümü aldı, kefen dikecek sanki. Tuhaf tuhaf yağlı bölgelere bakarak bloknotuna bişeyler yazdı, suratı da bi ciddi anlatamam, sanki einstein’in izafiyet teorisini çözüyor. O makine senin bu makine benim 4 kat dolaştırdı beni. Herbirini denetti hunharca. Canımı yaktı, bilmemne kasım çalışırmış öyle yakınca bi de en az 45 dakka yapmak lazımmış o işkenceyi, ancak 45 dak.dan sonra yağlar yanmaya başlarmış. Yapamadığım zaman adamın suratının aldığı ifade bilal inci, erol taş tarzıydı. “Nihaaaa haaaa, yapamıyorsun işte, ben bu aletlere yıllarımı verdim, sen yağ fıçısı, kolay mı o dumble’ları kaldırmak, kollarında kas yerine patates püresi taşıyorsun, nihaaaaahaa”, şraaakkk (kırbaç sesi)

Sonra (işkenceden yaklaşık 4 saat sonra) erol taş beni havuz ve jakuzinin olduğu yere gönderdi, tam 1 saat yüzeceksin dedi.
- Ama hani sauna, buhar odası, jakuzi? Hani ben orda biraz dinlensem?
Adam bana bir zavallıymışım gibi baktı – “bir de bu haline bakmadan, utanmadan jakuzi istiyorsun ha? – çabuk dooğru, havuza saat tutucam 1 saat yüzeceksin” der gibiydi. Ben mahçup “cup” havuza, yüz babam yüz, adam gitmiyor, yatır gibi başımda, “çabuk, çabuk, tempo, tempo, son 20 tur” dediğinden sonrasını ben hatırlamıyorum. Sanıyorum tansiyonum düştü ya da işime geldi numara yaptım ve adam acıdı “tamam serbestsin” dedi. Ben de
- “Heil, Hitler”!
diyerek çıktım havuzdan, girdim jakuziye. Ohhh be, dünya varmış, yıl içindeki diğer 5 gidişte de sadece o jakuzideydim. Hitler’e görünmemek için ikinci sefer baya çaba sarfettim ama sonra aklıma o spor merkezine bayıldığım paraları hatırlayınca benim Hitleri’in muhtemel 2 senelik maaşını karşılamış olduğumu düşündüm ve güvenim yerime geldi. Beni o jakuziden kimse çıkartamadı. Deli gibi çalışıyordum iş yerinde, spor merkezinde de ne gerek var çalışmaya, gir havuza lay lay lom, sonra da sıcak jakuziye. Tamam işte, al sana spor. Yalan söylemiyim, saunaya ve buhar odasına da girdim birer kez ama tıkandım, nefes alamadım, dar çıktım o havasız yerden, “amaan be, ne çıkarsın o jakuziden, kaşındın gene” dedim. Eşofmanlarım yepyeni durmakta, olan sadece yüzücü mayoma oldu, klordan laçka oldu lastikleri.

Ama yine de 6 kez gitmişliğim var bir yıl içinde. Günah yani. Demek ki spor bana haram. Sevmiyorum çünkü. Aslında ben suni olan şeyleri sevmiyorum.

Düşünsenize suni ışıkta suni yerlerde-kapalı ortamlarda çalışıyoruz. Suni ısıtıcı ve soğutucularımız var. Soluduğumuz hava bile gerçek değil. İçtiğimiz sular su, yediğimiz domatesler bile gerçek değil. Çayımıza attığımız şeker gerçek değil. Vazoyla gelen hediye çiçekler bile gerçek değil. Burnumuz, dudaklarımız, saçlarımız gerçek değil. Sonra gerçek olmayan spor salonlarına gidiyoruz. Koş diyorlar, o da gerçek değil. Kürek çek diyorlar, o da gerçek değil, ağırlık kaldır diyorlar o da değil, buhar odasına gir diyorlar, buhar da değil. O kadar suni şeyi kullanıp sonra sağlıklı yaşam için spor salonuna giden android tipler var mesela. Kaslanmış, ergenliğe geçemeyen erkeklere benzeyen kadınlar gördüm orda. Ben öyle olmak istemiyorum. Bir tek benim yağlarım gerçek galiba. Acaba o yüzden mi kurtulmak istemiyorum onlardan?

Pazartesi, Ocak 23, 2006

Şehir Efsaneleri-1

Biri anam yaşında bir kadın; bıyıkları yeni terlemiş, karayağız, saf kan kıro-sesi cırtlak-sıfır kültür yüklemeli ergen arabeskçiyle aşkın doruğuna tırmanışını milyonlarca aptalla paylaşıyor her gün. Diğeri (ki o da anneannem yaşında) yanında sado sevgilisiyle mazo yaşam sürmekte ekran önünde. Koca k.ç.nı sallaya sallaya, meşhur (!) ayva göbeğini pörtleterek sevdiği adamdan hakaret, eziyet ve küçük düşürücü davranışlar görüyor. Milletin paralarıyla Paris senin, beleş yaşam senin, gezdikçe geziyor. İsmi İtilmiş olan herifi de sıkı durun -iş adamıymış şuan için turizm yapıyormuş. Sorarım size hangimiz birer çalışan olarak patronlardan izin alıp abuk showlarda manyaklık yapabiliriz? Sürekli izin almak bu kadar kolay mıdır? İpsiz sapsız, bi b.ka yaramayan bir insansın, bunu kabul et be adam. Büyük ihtimalle 2 ayda tüketeceğin 3-5 kuruş para için rezil rüsva oluyorsun.

Bir diğeri de utanmadan 23 yaşında olduğunu söyleyen, oysa ki 55’lik anamdan bile daha yaşlı gösteren “hannibal” kadın. Önüne gelenin yanağını ısırarak ünlü olan ve önüne gelene çemkiren bir boya küpü, suni kadıncık. Ve yine utanmadan diyor ki, başka bir deha ötesinden (!) bahsederken, “ o kendi background’una baksın, ben konservatuarlıyım, nota biliyorum” diyor. Türkçeyi katledenler konusundaki hislerimi bir önceki yazımdan hatırlarsınız.

Bunları neden mi yazıyorum? Televizyonda kanal değiştirirken gözüme çarptılar hepsi. Bana da yazık ama değil mi? Bari teker teker gelin üstüme. Bu kadar üst üste aynı anda o kadar “mal” görmek bende depresif etki yapıyor. Bugün iptalim anlayacağınız, dün evde epey kapalı kalınca mecburen televizyon açtım her kanalda yukardakiler veya onlardan birer demet vardı.

4. büyük güç “Basın” diyor ki, halk bunu istiyor, ratingler bunu gösteriyor. Yahu ben yıllardır kafaya takmış durumdayım, sormadığım insan kalmadı, bu rating ölçme aletleri kimlerin evine takılı allahaşkına? Kim karar veriyor hangi evlere takılacağına? Yukardaki dallamaları seyretmeyi halkın yüzde kaçı istiyor? Peki ya bizim isteklerimizi ne zaman kaale alacaklar? Bizim eve ne zaman rating ölçme cihazı takacaklar? Sizin evlerde var mı şu şehir efsanesi haline gelen ölçüm cihazından?

Perşembe, Ocak 19, 2006

Resimdeki Gözyaşları

80’li yılların o iğrenç gençlik hallerini yaşamış bir nesilden geliyorum ben. Omuzlarda kocaman sünger vatkalar, dar paça olup yüksek bel taşlaşmış kot pantolonlar, rengarenk kareli kalın kumaş ceketler, gömlek yakalarından aşağıya sallandırılan siyah uzun deriden yapılma kovboy şeritleri, bazen de o sevimsiz erkek özentisi kravatlar, lasteks pantolonlar –dize kadar çekilen tozluklar, alına takılan renkli bantlar, şal desenli gömlekler, altları lastikli füzo (füzo da ne demekse?) pantolonlar, gülen suratlı (smiley) ve “acid” yazılı aptal penye tişörtler, üniversite ve lise yıllarında da gidilen diskoların gündüz matineleri... Elimizde kolalar, güneşli ve güzel günlerde kapanılan pis-tozlu ortamlar ve tavanda asılı yanar-döner koca toplar altında ter içinde edilen danslar. Saçlar tüm kızlarda aynı: Merinos koyunu gibi kıvırcık permalar ama mutlaka katlı kesim; önler jöleyle tiftilmiş ve o kadar tiftilmiş ki sanırsın elektrik prizine parmak ıslak elle sokulmuş! Yaşıtımız erkeklerde de durum daha az bir facia. Hiç değilse saçlarda perma yok! Ama onlarda da saçlar ense bitimine kadar uzun, arkaya ıslak jöleli (bakınız eski ozan orhon-suat suna resimleri), beyaz gömlek ama içlerinde mutlaka siyah boğazlı kazak), ebeveynlerinden ve hocalarından gizli içtikleri sigaralarıyla artistlik yapmalar, eskitme bordolu - siyahlı okul ayakkabıları... Biz bi de o iğrenç hallerimizle ve benzer tipsizlikteki oğlanlarla phil colins’in “another day in paradise” adlı sosyal içerikli şarkısıyla çok anlarmış gibi dans ederdik. Ay şimdi bunu yazarken bile gülüyorum hatırladıklarıma. Romantizme bir bakın! Gündüz saati izmir sıcağında diskodasın, tepende yanar döner koca bir küre, mor ışıktan dişler ve gözün beyaz yerleri uzaylı gibi fosfordan yıkılıyo ve sen vatkalı apoletler içinde napoleon gibisin, saçlar zaten rezalet, sivilceli ve boru sesli bir çirkin oğlanla avaz avaz “another day in paradise” sallanıyorsun...

Kollar birleştirilerek yığınla kitap ve defter taşımak da ayrı bir salaklıktı mesela. Kalemkutusu düşer, onu alırken kitabı düşürürsün, cüzdanı koyacak yer bulamazsın. Al bir çanta da as sırtına mı omzuna mı nereye asacaksan değil mi? Yok, illa ki elde taşınacak o gavur ölüsü gibi kitaplar! Kaset doldurtma da vardı, hatırlar mısınız? Benim bir kasetçim vardı okula yakın. Hiç üşenmeden beğendiğim şarkıların isimlerini biriktirir sonra dosdoğru kasetçiye götürür ve şimdiki geyik arkadaşların dediği şekliyle “best of”lar hazırlatırdım kendime. Top Gun filmi ilk çıktığında da Ray-Ban gözlüklerden almıştım. Tom Cruise’un taktıklarından. Küçücük surata kelebek konmuş gibi ne de gülünç ve iğrenç olmuştum, ama moda tabi.. O yıllarda demek ki iğrenç olma modası hüküm sürmekteydi. Benim tüm arkadaşlarım da aynı benim gibi koyu yeşil, ortasında (2 kaş arasında kemikten ya da deriden bir çubuk olan) yüzümün tümünü kaplayan Top Gun güneş gözlüklerimizle gerizekalı gibi dolaşırdık Alsancak’ta. Odalarda Duran Duran üyelerinin kollektif ya da bireysel (benimki John Taylor’du) üye posterleri asılı, annem isyanlarda, bi de sapık mı neydim Brooke Sheilds’a bayılırdım, onun da Sahara ve Mavi Göl filminden posterleri asılıydı. Tabi o zamanlar şimdiki zaman gençleri gibi kötü fikirli değildik. İnsan kendi hemcinsini beğenebilir ve resmini asabilirdi. Kaşlarımı ve saçlarımı Brooke Shields’a benzetebilmek ne çok uğraşırdım yarabbim? Beşiktaşlı Metin’e de bayılırdım ben, onun yüzünden spor sayfalarını çok anlarmış gibi okur, resimlerini keser ve defter kapaklarına yapıştırırdım (salak. salak. salak!), efes oteline gelirdi o zamanlar futbol takımları, biz de dersaneyi kırıp yukardaki değindiğim o iğrenç kılık kıyafetlerimizle futbolcu görmeye giderdik, elimizde eski model fotoğraf makinalarıyla, fotoğraf çektirmek için kapı görevlilerine az mı yalakalık yapmadık? Akşamları okul çıkışlarında pastanelerde oturur pasta yer, kola içerdik. Günün dedikodusunu yapardık ama eve gidince annemleri sinir ederek saatlerce telefonda bıdı bıdı konuşmayı sürdürürdük. O zamanlar cep telefonu yoktu tabi, bilgisayar ve internette... Olsa acaba biz de mi “yoz” olurduk? TRT’de “ahmet’in günlüğü” diye bir dizi vardı, ordan özenip ben de günlük tutmaya başlamıştım. Aptal saptal şeyler yazıyordum büyük ihtimalle, sonradan bulamayışımdan belli. Kimbilir nereye sokuşturuverdim, attım mı, yaktım mı, yırttım mı, akıbeti belli değil.

Hey gidi günler heeey! Şimdi bakıyordum da eski resimlerime, aklıma Cem Karaca’nın o çok sevdiğim şarkısı geldi. “Bir gün belki hayatta, geçmişteki günlerde...” Onu başladım dinlemeye. Dinlerken de aklıma küçüklüğüm ve ergenliğim geldi ve de nedense de 80’lerde yaşadıklarım ve tükettiğim yıllar. Başladım bu yazıyı yazmaya. Oh be geçmişimi unutmamışım!

Pazartesi, Ocak 09, 2006

DİLİMİZDEN UTANMAYALIM!


Reklam Yaratıcıları Derneği’nin Başlattığı Kampanya’ya Katılıyoruz...
Lütfen Dilimize sahip çıkalım çünkü Atamızdan yadigar bir tek o kaldı...

Neyimiz doğruydu ki? Atamızdan yadigar bir tek dilimiz kalmıştı. Onu da bozduk sonunda, utanır olduk o güzel dilimizden, sokuşturuverir olduk araya ingilizceleri, fransızcaları. Osmanlı’dan kalma farsça ve arapçalar zaten başa belaydı, yanınızda bir arap dursun, ne konuştuğunu az buçuk anlardınız. Sonra bir de bu çok kirliliğin üstüne, frenk üzümlerinin ve anglosakson yumurtalarının yurduma çaktırmadan dil işgali geldi; sonrası mı? Sonrası, önüm arkam sağım solum “oha falan oldu” (!)
Bir kültürün en büyük göstergelerinden biri de dilidir. Bir milleti “millet” yapan en önemli unsur, “dilidir” yani bizim de Türk milleti olmamızın en önemli unsurudur Türkçemiz. Atatürk “Türk Dil Kurumu”nu kurmuştu. Amacı Türkiye Cumhuriyeti’nin ana dilinin arapça ve farsçadan arınmış bir Türkçeyi egemen kılmak idi. Sonra yıllar geçti, kültürel yozlaşma ile birlikte “dil” yozlaşması da her bir yere saçıldı. Televizyon programlarında, dizilerde, gazete sayfalarında beyinler yıkanarak kültür yozlaştırılırken en büyük yozlaşma da dilimizde yapılıyor. Türkçemiz, Arapçanın, Farsçanın etkisinden kurtarılsın derken, Amerikan
kültürünün, İngilizcenin boyunduruğuna mı teslim ediliyor?

Farkında mısınız bilmem ama güzel Türkçemizde özellikle son yıllarda yaşanan kirlenme ve yanlış kullanım ciddi boyutlara ulaştı. Bu durum, hem Türkçede karşılığı olduğu halde yabancı sözcüklerin kullanımı hem de Türkçe ifadede anlam yanlışlığı ve sözcüklerin yanlış kullanımı ile karşımıza çıkıyor.

İşte size bazı örnekler:
Bir toplantıya gideceğiz; önceden toplantı programını gönderiyorlar. Programda saat 10.30-11.00 arası “coffee break”.. Ee iyi de toplantı Türkçe olacak, program da Türkçe yazıyor, peki neden kahve arası ingilizce yazılmış?
Bir mobilya mağazası haftasonunda gazeteye reklam vermiş, ilanda Türk malı olmasıyla gurur duyuyor ama “Yeni Show Room Açılışımıza Bekleriz” diyor. Show room???
Vakko gelinlik satmaya başlamış, gelinlik mağazasının adı da ” Vakko-wedding”. Vayy beee!
Bilgisayarın adı PC (pi-si) oldu. Halbuki bilgisayar; computer (kompütır)ın Türkçesi olarak ne de güzel adapte edilmişti dilimize. Şimdi PC oldu, yazıcı da printer.. Ofiste çalışanlar birbirine “printer’a bir yazı gönderdim, çıkmış mı bakabilir misin?” diye sesleniyorlar. Diğeri de “okeydir” diye cevap veriyor.
En büyük nefretliğim de İstanbul’da her gün bir yenisi açılan o büyük alışveriş ve yaşam merkezleri... İsimleri ya “Tower”dır, “City” dir, “Metro”dur ya “Plaza” ya da “Mall”.. Yok bizim bildiğimiz “mal” değil- ha belki sahipleri gerçek bir mal olabilir ama bu “mall”lar başka... Gökdelen de, İş Merkezi de, Alışveriş Merkezi de ama yok “Tower” de, olaya tarz kat.
Televizyonu açıyorsun “Talk-show” var! Talk show denen yersiz, düzeysiz ve bir o kadar da gereksiz programda Hakan Ural denen adam “Benim background’um .... diye başlıyor lafa... Senin background’ını da futureground’ını da yesinler diye devam ettiriyorum tabi ben de...
Ofiste telefonda konuşuyorum biriyle. Toplantı tarihi hakkında uzlaşmaya çalışıyoruz. “Ben bir schedule’uma bakiyim ve size döniyim” diyor. Nasıl yani?
Komşumuzun kızı da dolamış ağzına “oha falan oldum- kal geldi” laflarını... Doğru düzgün kelimeler bulsana konuşurken diyorum, aman canım ne var, televizyonda söylüyorlar, kötü birşey olsa söylenmez ki diyor. Ben de söylenir, asıl en büyük dil düşmanı televizyon oldu, iyisi mi ben sana benim çocuk kitaplarımı çıkartıp bulayım onları oku, bak ne güzel yazmış Kemalettin Tuğcu, Rıfat Ilgaz, Milliyet Çocuk Kitaplarım da vardı benim diyorum. Bizim ki amaaan, sen de amma loo loo yaptın diyor..Loo lo yapmak! Bakın bunu da yazın bir yere. “Lo lo”. Nedir o? “Hebele hübele” gibi bişi... E peki hebele hübele ne?
D&R Müzik zamanında Doğan Medya Grubu ile Raks Müzik oraklığında kurulmuştu. Doğan’ın “D”si ile Raks’ın “R”si birleşmiş ve D&R olmuştu. Düşünsenize “de ve re” harflari neden birdenbire “di and ar” oldu? Sanki sahiplerinin isimleri “Diana ve Ronald” olsa anlıycam, kısaltmaları da ingilizce okunsun. Bildiğimiz Doğan ve Raks neden kısalınca ingilizceye dönüşüverir? Eğer Kanal D’nin de “D”si Doğan’dan geliyorsa neden ona channel di denmiyor.
Vitrinlerde de indirim yerine zaman zaman “sale” ya da bazı yaratıcı geyikler “in-dream” yazıyor ya ben sinir oluyorum. Sanki içerdeki tezgahtarlar içerde çatır çatır ingilizce konuşuyorlar da, turist dolu memlekette, hepsi Türkiye’deki ‘in-dream’i bekliyor.. Oysa kaç kez başıma geldi, şahit oldum ve de esnafa tercümanlıkta yardım ettim: dışarda “sale” yazıyor, hasbel kader bir iki turist girmiş dükkandan içeri, içerdeki tezgahtarlar ve dükkan sahibi kalakalıyorlar. Turiste bir tek “hello, sale var sale var, comon plizzzz” diyip şişen ve turiste mel mel bakan çok esnaf gördüm ben. Oysa vitrinine çakmışsın “sale ve in-dream” yazılarını, hani nerde, konuşsana.
Pazarlar da daha komiktir. Badi, bodi, baudi, body ve türevlerini yazarlar ve cırtlak sesleriyle bağırırlar. Koomon ablalar, yengeler... badi vaar, çok ucuz, gel ablaa geeeel diye. Orada penye atlet, bluz var dese, kimse anlamaz sanki.
Bankalar da el değiştirdikçe (daha doğrusu bizim Türkler bankacılığı beceremeyince) satıveriyorlar yabancılara, ‘çaat’, isimler de değişiyor. Demirbank vardı, HSBC (eyç es bi si-lütfen doğru okuyalım) oldu; Dışbank da gitti o da Fortis oldu (neyse ki italyanca kelimelerin büyük çoğunluğu yazıldığı gibi okunuyor da yırttık), basında da (pardon media denecek ona da) Skytürk, show (şov değil ama- mutlaka ‘w’ olacak), star, shopping channel da var bu arada kablo tv’de gördüm. Kanalın adı “shopping channel”. Ekranda iki tane dişi geyik canlı yayında kalitesiz malları pazarlamaya çalışıyorlardı.

Dilimiz yozlaştırılıyor. Hem de gençlerin ve çocukların beyinleri yıkanarak.Türkçemiz, Arapçanın, Farsçanın etkisinden kurtarılsın derken, Amerikan kültürünün, İngilizcenin boyunduruğuna mı teslim ediliyor? Bir toplumun en önemli kültürel mirası olan dilin bu kadar kirlenmesi de doğal olarak toplumun kültürüne zarar veriyor.

Bu yazıyı yazmama gazetede gördüğüm Reklam Yaratıcıları Derneği’nin düzenlediği “Dilinizden Utanmayın” kampanyası sebep oldu. Hoş dil hepimizin, kampanya sloganı olarak neden ikinci çoğul kişiyi kullandılar anlayamadım. Keşke “Dilimizden utanmayalım” deselerdi, dili kirletenler sadece halk değil ki, reklamcılar ve basın mensupları da bu konuda suçlu bence. Kampanya süreci, basın ilanı ile, bir ünlünün dilinden utanmayarak “dil çıkarması” ile sürecekmiş. Ben Haldun Dormen ve Ahmet Gülhan’ın yer aldığı kampanyaları gördüm. Hoşuma gitti. Umarım toplumda bir farkındalık yaratıp olumlu yönde amaca hizmet verir.
Sonuç olarak, dilimizden utanmayalım! Türkçe dünyanın en zengin ve en güzel
dillerinden biri. Onu yabancı sözcüklerle kirletmeyelim. Türkçe kullanalım.

Pazartesi, Ocak 02, 2006

O-r-g-a-n-i-z-e İ-ş-le-r Bunlar

Dün akşam nişanlımla Organize İşler’i izlemeye sinemaya gittik. Pek de iyi organize edilememiş bir film izledik doğrusu. Çıktığımızda baktık birbirimize, “eeeee, neydi bu?” der gibi... Madem filmin adını “organize işler” koyacaksın o zaman büyük lokma ye ama büyük laf konuşma atasözünün anlamını çok iyi bileceksin. Bizim insanlarımız olayın kolayına kaçmakta birebirdir zaten. Ülkemizde yeterince şan-şöhret mertebesine ulaştıysan bu senin büyük yönetmen olmak için gereken tek şarttır. Hele de elinde sürekli çalıştığın tanıdık eş-dosttan pirim yapmış kadrolu sanatçın varsa, serpiştiriverirsin onları filmde bazı karelere; otursa da olur oturmasa da... Bi de atarsın ortaya belden aşağı esprileri, bilindik muhabbetleri ve bir o kadar da bilindik sosyal içerikleri; al sana film işte... Biz zannediyoruz ki yabancı kameramanı ve digital montajcıyı ithal edelim, hareketli kamera oyunları, yükselsin alçalsın, helikopterden çekim yapılsın, hollywood’da kullanılan her ne teknik özellik varsa, bastıralım parayı (sponsorlar sağolsun!) kiralayalım; al sana film.. Eee peki sonra sorarız işte kendimize “neydi bu?” diye. Bir kere bir yönetmen her çektiği filmde ısrarla aynı kadrodan şaşmıyorsa, esas oğlanı hep kendisi oynuyorsa, ana karakterlerden en yan karaktere kadar tüm isimleri hep bilindik isimlerden seçerse, hergün medyadan görmekten bay gelen medya maymunlarına filmin tüm rollerini verirse, ; eh söyleyin allahaşkına siz o filmden nasıl bir sanat bekleyeblirsiniz ki? Artık ülkemizle ilgili “hiciv” içerikli komedimsilerden bıktım usandım... Biraz da yaratıcı olun yav. Biraz da başka konulardan bahsedin, mesela aşkı anlatın bize, sevmeyi anlatın; sevmek’le güldürün bizi, aşk’la güldürün. Aldatma ile güldürün. Abuklaşmadan korkutun, ağlatın bizi, ağlatın ama sinirden değil. His’lendirin bizi. Belden aşağıya inerek yapmayın esprilerinizi, Olacak O Kadar espirileri de istemiyoruz biz. Güldürmüyor onlar bizi. Biz sizin hala durmakta olduğunuz yıllarda yaşamıyoruz çünkü. Bizim en az sizler kadar kıvrak zekamız ve de kaliteli bir zevkimiz var. Eğer sizin sinema filminizin hedef kitlesi bizsek, o zaman bizim ne zekamızı aşağılayın ne de zevkimizi...

Berrak Tüzünataç diye bir kız vardı filmde. Tüm yaz gazetelerin magazin sayfalarını kızımızın bodrumda bitmek tükenmez tatilinin bol bikinili fotoğrafları süslemekteydi. Ebru Akel’i ise yıllardır zap’lasak da bir başka kanala transfer olarak, yayın saatini haftanın her gününe yayarak karabasan gibi ümüğümüzde hissetmekteydik. Kurtlar vadisinin ünlü Türk düşünürü polat efendinin sevgilisinden, özel hayatında çakırın sevgilisinden başka bir atraksiyonunu bilmediğimiz Özgü Namal, Bir İstanbul Masalı’ndaki iyi niyet ötesi kutsal yürek Altan Erkekli, halen ne iş yaptığını çözemediğim sevgi böcüğü gamzeli insan İclal Aydın, Yılmaz Erdoğan da olmasa elinden kimsenin tutmadığı ve tutmayacağı- ailenin bir türlü meşhur olamamış tek kardeşi Deniz Erdoğan, Yılmaz Erdoğan’ın özkızı (bir Gülben eksikti aileden!), Bir Demet Tiyatro’nun full kadrosu (Fadıl Fıdıllıoğlundan, Eyvah Necdet’e, Mücverin sevgililerinden Mükremin’in Asu’suna, kimi arasanız vardı filmde. BKM’ye bağlı her kim varsa hepsi topyekün cumburlop filmde! Ya yeterin ama ya! Sanki bir kadro var kiralık; “film yapıyoruz, hadi abi toplanalım, istikamet Van Gevaş, istikamet İstanbul!” Ve tabiki canımız cananımız Cem Yılmaz. Ha Doritos Alaturca reklamı, ha 50 YTL bayılmaktan kendimizi alıkoyamadığımız bir CY standup show’u. Konu da Türkiye’de dönen olaylar olunca yönetmenin fazlaca da bi organize olmasına gerek kalmıyor tabi.. Çünkü elinde herkes-herşey var. Kimi arasan var, kamera da gereksiz oyunlarla sizi şaşı ediyor (hele helikopter çekiminde resmen arabada mideniz bulanır ya, resmen kamera tuttu, midem bulandı), o ne biçim abuk bir hava çekimi öyle. Hani verseniz kamerayı bana yeminle daha iyi bir acemi çekimi yaparım. Bu arada keşke kameramanı yurtdışından getirtirken promosyonu da var mı diye de sorsaydı da hiç değilse sesçiyi de ithal etselerdi, sesçi berbattı çünkü... Ara ara azalıyor, gidip geliyordu. Dış sesleri kalitesiz kaydetmişlerdi. Aman canım bunlar önemli değil ki; Y.E, C.Y ve diğerleri var nasıl olsa. Demet Akbağ herzamanki gibiydi. Oyunculuk kalitesini çok sevmeme rağmen, kocası rolündeki Altan Erkekli ile atışmaları bana hep Lütfiye'yi hatırlattı. aynı hazır cevaplık, benzer laf ebelikleri... Ama kadının suçu ne? Yıllardır Demet'in her oynadığı oyunu yazan ve yöneten ve de başrol oyuncusu aynı olursa olacağı budur tabi.

Lafın özü;
Lütfen hem film yönetip hem de başrolü oynamayın (cin olmadan şeytan çarpmayın: insan hem senarist, hem oyuncu hem de aynı anda yönetmen olamıyor. Olunca da işte, “o-r-g-a-n-i-z-e olamıyor!
Lütfen filmlerinizde kadrolaşma yapmayın (devlet dairesi gibisiniz)
Oyuncularınızı, sırf medyatik diye gazetelerin magazin sayfalarından “o piti piti” diyerek elinize geçeni seçmeyin
Doğru düzgün konu bulun (zira Türkiye’deki bilindik olayların hicivleri artık pek tutmuyor. Siz Levent Kırca’ya artık gülüyor musunuz mesela?)
Büyük laflar üretmeyin, büyük işler üretin
Yaratıcı olun, yaratın ve kendinizi taklitten kaçının
Doğru film yapmak istiyorsanız biz blog dostlarının sobelendikleri filmlere bakın.. Bakın ki öğrenin halk hangi filmleri beğeniyor, iyice okuyun, gözleyin.

Tersköşe cinema club hepinize iyi seyirler diler :)