Pazartesi, Şubat 27, 2006

Sıpaya gitmenin dayanılmaz hafifliği

Sıpaları anlatacaktım size ben (Sıpa-kokoşcası: S.p.A). Hani şu bildiğimiz hamamın kibarcası. 2 hafta önce çeşmede kendini sıpa sanan bir otele gittik. Reklamlarında size muhteşem huzur, sağlık, dinginlik, ve bol ingilizce sokuşturulmuş; “fitness, beauty, tranqulity, peace, comfort, yoga, silence, calming” sunan (!) otele gittik. Heh he he ay ne komikti, anlatamam. Bizim insanımıza sıpa mıpa vız gelir tırıs gider. Bakınız şimdi size genel manzarayı anlatayım. Otelde pazar sabahı geç kahvaltıdayız, herkes akşamdan kalma. Neyin sıpası? Kim gidecek sıpaya? Yayılmış herkes kahvaltı salonuna, pide lavaş fırınına kuyruğa giren dönüyo gene giriyo, omlet yapan adamcağız ha yumurtladı ha yumurtlayacak yumurtalarla uğraşmaktan. Kahve-çay makinası dolduğu an boşalıyor, garsonlar şaş olmuş. Velhasıl o kalabalık yemek salonunu hayal edin, karnı doyan başlıyo gazete mütalaasına. Salon komple camekan yere kadar ve dışarısı çim, hava soğuk ve şakır şakır yağmur yağıyor. Ee hani sıpaya kim ne zaman girecek? Yerini bilen var mı? Huzura erecektik hani, ruhumuzu ve bedenimizi dinlendirecektik? Astral seyahat yapıyor olacaktık?

Bir an gazeteden başımı kaldırdım, iki tane tip çimler üstünde sekerek ilerliyorlar açık havuza doğru (ay ne komiklerdi anlatamam); biri dişi- diğeri erkek, giymişler üstlerine otelin bornozlarını, altlarında da otel odalarındaki kağıt terliklerden (allah insanı gerzek yapmasın arkadaşlar!) çamurlu çimlere basa basa çapı yaklaşık 2 metre olan içi kahverengi çamurlu su dolu süs havuzu kılıklı çukura geldiler. Ben bu arada yan masalara göz kaydırdım ki, herkes bırakmış gazeteleri bunları seyrediyo. Yan masadan bi adamcağız bağırarak durumu en hakikisinden özetledi :
“K.çları donacak bunların yahu!”

Bornozlu olanlardan erkek olanı gitti, bahçeden üstü ıslak 2 adet şezlong da getirdi, ıkıl ıkıl taşıdı onları. Kadın öyle bornozuna sıkı sıkı sarılmış bekledi adamı, korktu herhalde dibini görmediği suya yanlız girmeye. Adam geldi, bizim tarafta da camlar seyirciyle doldu. Herkes garfield gibi yapıştı cama, bahisler açıldı. Adam cupp diye atladı. Evet arkadaşlar atlamak fiilini kullandım çünkü adam o k.ç kadar suya çivileme atladı ! Kadın da bornozunu striptizci edasıyla çamurlu çimen üstüne bırakıverdi ve süt gibi bembeyaz teniyle suya indi. Adam değil kulaç atmak sadece 1 adımla kızın yanına geldi, oteldeki tüm müşteriler kahvaltı salonunda yayıp onları seyreyleye dursun bunlar kah çıkıp ıslak şezlonga oturdular, kah üşüyüp çamurlu su içine girdiler. Aslında madalya takmak lazım onlara. Otelde sıpa denilen şeyi (eğer otel buna sıpa diyosa ya da çiftimiz sıpayı, çamur dolu çocuk havuzu sandıysa bilmem) kullanan sadece bu iki kişiydi. Büyük ihtimalle yazdan bu yana kullanılmayan ve içi bu zamana kadar pis şeylerle dolduğu için çamur rengine bürünen çocuk havuzunu kullandı bu gerzek çift. Biz ve oteldeki diğer tüm müşteriler şömineli salonda çaylarımızı yudumlayıp gazeteleri okuren, bunlara çok güldük. O yüzden sıpa bizim milleti aşar arkadaşlar!

Cuma, Şubat 24, 2006

bir istek daha. ne gırtlaksınız yahu!

Yani beni de Emine S. Beder yaptınız ya, aşkolun. İlla ki tarifini yaz dediniz ben de şaşa döndüm, hangisini yazayım diye. Ancak özel istek geldi pırasalı - mantarlı kiş için.
İşte tarifim.
Kiş öncesi hazırlıklar: Bulunduğunuz yerdeki camları sonuna kadar açın, musluğu da açın ve mümkünse akan suyun yanında pırasaları doğrayın. Yoksa kıpkırmızı gözlerini zoluyo (denedim, gözlerim yaş içinde kaldı). Burun akmasına yönelik de peçete falan buludurun.
İçi için: Valla göz kararı ince halka olacak şekilde doğrayın pırasaları (yanan gözler ve akan burun için bakınız yukardaki paragraf). Az zeytinyağında teflonda kavurun pırasaları. Pırasalar kavrulurken dilimlediğiniz 1 kutu mantarı içine boşaltın. Tuz ve isterseniz baharatları ekleyin (ben sebzeli çeşnilerden kattım içine, hiç fena olmadı yani) mantarlar suyunu çekince söndürün. İçiniz hazırdır arkadaşlar
Kiş hamuru için: 200 gr un ( ben 200 gramın 1 su bardağı dolusu olduğuna karar kıldım ve öyle yaptım), 100 gr margarin/tereyağ (ben becel kullandım)- oda sıcaklığında böyle vıcık vıcık bir yağ olacak, yarım çay kaşığı tuz ve yarım çay bardağı soğuk su. Un, yağ ve tuzu elinizle ekmek kırınıtısı olacak şekilde ufalayarak yoğurun. Sonra dolapta soğuttuğunuz suyu içine azar azar dökün, öyle haaarş diye dökmeyin, çok cıvık olabiliyo çünkü (bakınız geçmiş haftaki deneyimlerim). Hem hepsini de dökmenize gerek yok. Ucundan accık! Hamuru top şekline getirip üstüne bez örtüp bi 15-20 dakika buzdolabına koyun.
Üst için: 1 su bardağı kaşar rendesi, 1 su bardağı süt, 1 yumurta, 1 çrb kaşığı un. Yumurtayı ve sütü çırp, diğerlerini ekle ve karıştır.
Son işlemler: Buzdolabından hamuru alıp kişi pişireceğin kalıba yay, üst için yaptığın karışımın içine pırasalı mantarlı karışımı ekleyip karıştır, hamurun üstüne yay ve yallah fırına. Klasik pişirme derecesinde diyo ama ben o gün habire fırında bişeyler pişirdiğim için fırın derecesini hiç değiştirmedim, siz de kafaya göre takılın artık. Afiyet şeker olsun

Perşembe, Şubat 23, 2006

istek üzerine limonlu pay tarifi

Şimdi limonlu payın tarifini veriyorum sıkı durun.
Ancak öncelikle şunu itiraf etmeliyim ki aşağıda yazacağım tarif benim cumartesi yapmış olduğum tarif değil. Nasıl mı? Şöyle ki, orjinal tarifi uzun uzun inceledim. Ben tarife baktım, o bana baktı. Oturdum mutfak masasında kendime bir türk kahvesi yaptım, tarife baktım, o bana baktı ve “aaay, ben uğraşamam bu kadar çetrefil işle” dedim ve tarifi son kez okuyup doğru markete indim. Kendime göre bir yöntem buldum ve tarifi modifiye ederek en kolayından yaptım. Aynısı gibi olmasa da yendi bitti kül oldu. Napiyim? Diyorum size inanmıyorsunuz, benim öyle zor mutfak işleriyle işim olmaz, kolaysa varım ama zorsa, zor olanı anında kendime göre kolay hale getiririm.
İşte asıl limonlu pay tarifiniz:
Tart malzeme:
125 gr margarin (ocakta eriteceksin önce), ½ su bardağı şeker, ¾ su bardağı un (ay neden böyle kesirli tarif verirler ki bu insanlar, söyle deseler mesela; 1 bardaktan 1 parmak az un-nası daha mantıklı değil mi yani?), ½ çay kaşığı kabartma tuzu (yarım çay kaşığı deseler ölürler), 2 yumurta (hah sıkıysa yumurta ölçüsünü de da 5/3 diye verin de göriyim!), 1 paket vanilya
Malzemelerin hepsi bir güzel mikserla çırpılıyor, yağlanmış kelepçeli kalıba dökülüyo (ben o kelepçeli kalıplarda taban tepsisini hep tersini yüze taktığım için ilk iki kek pişirmem hüsran oldu, aktı hepsi fırına). Neyse işte hepsi yaklaşık 180 derece gibi pişirilir.
İç malzeme: Kekimiz pişerken siz muhallebiyi yapmaya başlayacakmışsınız. 3 çorb.kş un,1 fincan toz şeker, 1 limon kabuğu rendesi ve aynı limonun suyundan 8-10 çorba kaşığı ekleyin, 3 yumurtanın sarısı (akları atmayın, onlar köpüğü yaparken lazım), 2 fincan sıcak su ya da süt (isteğe bağlı). Eğer su / sütü daha fazla (göz kararı) koyarsanız daha yumuşak bir muhallebi olur. Tercih sizin. Bu malzemelerin hepsini ateşte mikserla bir güzel çırpa çırpa pişiriyosunuz. Sonra bu muhallebiyi kekin üstüne harrş diye bi güzel döküyosunuz.
Köpük: Hatırlarsanız 3 adet yumurta akımız elimizde vardı, 6 çorb.kş toz şeker de bulup buluşturuverin. Önce yumurta aklarını köpük oluncaya kadar çırpın, azar azar şekeri ekleyin ve çırpmaya devam. Kekin üstüne şekilli yay ve fırının ızgarasına tekrar koy üstü kahverengi olunca çıkar.

Peki ben bu kadar uğraştım mı? Tabi ki hayır! Peki ben ne yaptım?

Markete gittim, limonlu hazır kek aldım, limonlu puding aldım. Kelepçeli kalıbı yine ters taktım, sonra düzelttim, hazır kekin yarısını yaptım ki tart gibi dibinde az kek olsun diye. Yoksa kabarıp normal bir kek olur diye, yarım ölçüde işi hallettim. Ayrı bir yerde limonlu pudingi daha az süt ölçüsü kullanarak pişirdim, içine limon kabuğu rendesi attım (zor oldu ama napalım dostlar sağolsun) ve en üste limonlu payın gerçek tarifindeki köpüğü yaptım ama ve fırına attım. Valla aynısı gibi oldu. İşte benim anında süpürülen limonlu payımın sırrı budur arkadaşlar. Aklımı seveyim :) Siz her ikisini de deneyin tabi, ben beceriksiz olduğum için orjinali denemekten korktum. Ama eminim siz becerirsiniz. Afiyet şeker olsun, top top et, pıt pıt yağ olsun.

Salı, Şubat 21, 2006

Özüme döndüm

Eveeet, bu kadar yemek olayı beni aşar arkadaşlar.
Bugün itibariyle özüme dönüyor ve iğneleri batırmaya devam ediyorum.
Geçtiğimiz Cumartesi pasta-börek canavarlarını kapıdan yolladıktan sonra bendeniz çeşmede bir otele doğru bacadan yola koyuldum. Ben kendisine otel desem de otel nedense bu saptamayı üstüne almayıp ısrarla “spa” olarak anılmak istiyor (bu spa adına da sinir oluyorum. Açılımı ne olabilir ki? Bizim atalarımızdan bildiğimiz hamam ve tellakın -ki kibarcası masöz oluyo- bulunduğu, ekstradan bol çamurlu k.ç kadar pis bir havuzun olduğu, hamamın içine fıskıyeli bir havuzun oturtulup içine nedense iki-üç çiçek yaprağı attırdın mı al sana spa işte!). Herneyse geç kalmış sevgililer günü programına gittik. Tabi biz izmirliler için bazı olaylar (hadi konseptler diyim de artizzler gibi konuşmuş olayım) halen basite indirgenerek anlaşılmaktadır. Otelin ilanı sevgililer günü kaçamağı diye çıkmış ama güzelim hemşehrilerim otele çoktan yerleşmişler de sanki 23 nisan bayramını kutluyoruz. Amanin, sağım solum çocuk. E hani bu haftasonu tüm sevgililer gelcekti buraya? Ay bi de otel her bi yere kalp şeklinde kırmızı balonlar serpiştirmiş, çocuklar da çat-pat patlatıp duruyorlar, ortalık duman. Sıfır romantizm olayı.
Bugünkü takıntım düğün-dernek, balo, nişan, kına gecesi hiç farketmez dans pistinde salak salak dans eden çocuklar:)
Akşam yemeği de ayrı bir komediydi. Cansu Cancan misali bir üvertür kadın çıkmış sahneye çığlık çığlığa şarkı söylüyor. Belli, yıkılmış bir kadın, hayli çirkin, hayli geçkin ağlamaklı... (Timur Selçuk’tan çaldım bu sözleri, konuya da çok uydu-napiyim?)
Hadi dedik, bırakalım bu akşamlık söylesin, biz de gülelim bari, dans edenleri seyredelim.
Ne mümkün!
Bakın, ister yazlık sitelerin diskosunda olun, ister bir yakınınızın düğününde, nişanında olun, ister ailelerin de katılabileceği bir şirket yıldönümü kutlamasında; hiç farketmez; eğer müzik varsa piste bakın. Pistte büyükten çok çocuk göreceksiniz. Hadi bir de bu çocuklar müzikle ahenkle dans etseler, can kurban amma velakin kollarını iki yana açmış mevlevi gibi olduğu yerde dönen ve muhtemelen tepe sersemi olup yere kapaklanan çok çocuk gördüm ben. Yani çoccum, seni kim ne yapsın?, bak seni seyretmiyo kimse, bu gerçeği kabullen ve bırak büyükler dans etsin o pistte. Ama yok! Olmuyor, büyükler oturup kendilerinden geçerler car car muhabbette, çocuk pisti birbirine mi katmış, dans etmeye çalışan büyüklerin arasına bodozlama mı dalmış, milleti masalarına zorla geri mi göndermiş, umurlarında değildir.

Çocuk havuzları da gereksizdir otellerde. Boşuna kaynak harcanmıştır sırf bu havuzlar yapılsın diye. Ben bugüne kadar çocuk havuzuna giren bir tek çocuğa raslamadım. Nerde var büyüklere göre bir su birikintisi, hepsi orda! Ya çocuklar kendilerini çocuk saymıyorlar ya da çocuk havuzları; aslında ayak yıkamak için özel tasarlanmış dezenfekte su birikintileri olmalı.
Tam şezlongunuzdan kalkıp yüzmeye karar vermişsinizdir, şöyle sağı solu yoklayıp kaç kişi size doğru bakmakta, bikinizin üst tarafı olması gereken yerde mi, popomun arasına bikinim kaçmış mı, göbeğimi yeterince içine çekebilmiş miyim gibi her tür havuzda salınma aktivitesini gerçekleştirip havuzun dibine banu alkan misali geldiğinizde saatlerdir güneşte yanmanın bedeli olan havuz suyunun soğuk gelmesi, bir -iki çocuğun tam önünüzden havuza atlayarak havuzun tüm suyunu üstünüze, ağzınıza burnunuza sıçratması ile son bulur. Siz tam bağıracakken güneşlenmekte olan annesinin “berkcaaan, oğlum sabahtan beri havuzdasın, gel hamburgerini yee” diye seslenmesiyle hevesiniz kursağınızda kalır. Ya hasbel kader havuza kendi iradeniz ile girmişsinizdir ve yayıla yayıla içinde su balesi yapmaktasınızdır. Birden bir uçan tekme böğrünüze saplanıverir. Ve baktığınızda tam orda size sinir sinir sırıtan bir çocuk görürsünüz. Nedense de gözlerinde deniz gözlüğü ya da yüzücü gözlüğü takmıştır o çocuk ve size sinsi sinsi bakmaktadır. Ha bi de ayaklarında da palet vardır. O daracık havuzda sanki mercan kayalıkları var, onlara bakmaktadır veya yaklaşık 20bin fersah su altına dalacaktır da su yüzeyine çıkışı hızlı olsun diye palet takmaktadır! O kadar donanımlı yani! O çocuğu oracıkta boğamamanın vermiş olduğu hayal kırıklığı içinde başka bir yöne doğru yüzmeye başlarsınız ve bu sefer de üstünüzden uçarak bir çocuk atlar cooof diye ve tüm o klorlu suyu yutarsınız, yutarken de kafanıza bir çocuk kovası bir yerlerden uçuverir.

İşte ben çocuklardaki bu atlama, dönme, zıplama gibi eylemleri çözebilmiş değilim. Dans edemezsiniz, çünkü siz yavaş bir şarkıda sevdiğinizle dans ederken onlar sizin yanınızda kanguru gibi zıplar ve dönme dolap gibi dönerler ve bunları yaparken de aynı anda size çarpıp, üstünüze çıkarlar. Havuzda dilediğiniz gibi yüzemezsiniz çünkü aynı eylemleri orda da yaparlar, büyüklere ait olan herşeye ortak olmayı severler ve malesef bazı aileler de buna hiç ses çıkarmazlar.
Ya ben size spalarla ilgili tersime giden konuları yazacaktım. Gene nerden başladım, nereye geldim... Neyse onu da öbür yazıma ayırayım bari.

Pazartesi, Şubat 20, 2006

Gitti altınlar, geldi kilolar

Söz verdiğim gibi cumartesi günü yapmış olduğum şaheser çalışmalarımı bugün size ulaştırıyorum. Şaheser oldukları nerden mi belli? Valla hepsi silip süprüldüğüne göre demek ki beğenildi. Açıkçası bol bol övgü aldım ve bu da beni çok mutlu etti. Hani var ya, sanki patronum beni bir sürü insanın önünde övse o kadar hislenmez ve mutlu olmazdım. Bayanlar için güzel yemek yapabilme yetisi demek ki bu kadar önemli bir şey. Hani başka bir konuda bu kadar takdir edilsen böylesine mutlu olamazsın; siz düşünün benim halimi. Ama yorgunum valla. Hele hele Cumartesi konuklarım gidince” annemin evini temiz buldun temiz bırak” mantığıyla bir de tekrar çalışma yaparak haftanın kakılmışı ünvanına hak kazandım. Ee uzatma da sadede gel dediğinizin farkındayım, tamam anlatıyorum... Hem de önce ve sonra modelini kullanarak! - Öz hakiki italyan işi tiramisu (öyle altın kekten değil; kedi dilinden yaptım. İzmir’de pastane pastane dolaştım bulmak için. Allahım neden İzmir’de öyle herşey bulunamıyor kolay kolay?). İçinin kreması da labneden değil. Ben İtalya’ya gittiğimde bizim rehber pek bir avanaktı. Hani italyanca biliyo ya, almışlar bunu italyancası var diye rehber yapmışlar. Ben de otobüsün şöförü Marizio ile kanka olmuştum. Meğersem amcam hem aşçı hem şöför hem de turizm gönüllüsüymüş; eh yaşlı da olunca malum çenesi düşer insanın bu maurizio da bana yeterince italyan elçisi olarak çalışmış ve mascorpane peyniri bulamazsam bu en sevdiğim pasta türü içine koymam gerekeni anlatmıştı. Neyse uzattım gene- işte o yüzden özhakiki tiramisu yaptım diyorum ben.
- 2 çeşit börek. Birisi ıspanaklı-pastırmalı. (işte bu böreğin iç tarifini bir blogdan aldım. Ama ne olur hangi blog olduğunu hatırlamıyorum affedin beni, o kadar çok tarif için bloglar arasında gezindim ki ıspanakla pastırmanın bu kadar yakışacağını hangi blogda okuduğumu unuttum. Tarif kiminse ellerin dert görmesin, sağolasın. Diğeri de kendi uyduruk içli böreğim. Sebzeli yaptım.
- Limonlu pay yaptım. İçi limonlu kek, üstü limonlu muhallebi ve en üstü de yumurta aklarından. Onun tarifini taaa benim üniversite yıllarından kalma bir dönemde bir arkadaşımın annesi yapmış ve ben de çok yapacakmışım gibi tarifini almıştım. 32 yaşında ancak yapıyorum. Ayıp doğrusu!
- Pırasalı-mantarlı kiş yaptım. Annem o kadar bundan bana da ayır demesine rağmen, ben çay koymak için mutfağa girmiştim bir döndüm ki kişin bulunduğu borcamın içinde yeller esiyor. Kiş-miş hak getire! Demek ki bu da beğenildi. Pırasalı-mantarlı kişin tarifini de bloglar arasında dolanırken beğenip almıştım, tarif kiminse (ben unuttum, özür diliyorum), burda çıksın, yanaklarından öpücem, harika birşey oldu- yani olmuş- ben bilmiyorum... Hanginiz yedi son kırıntısına kadar? İnsan bana da bırakır di mi!
- Günün ağır topu; adana usulü; Sarmısaklı köfte. İşte bir tek bunu 2 haftalık yalakalıklarımla annecim yaptı. Sağolsun, tek tek mantı gibi yuvarlanıp şekil verilen bu bulgur köftesiyle uğraşmaktan kadının belleri kopmuş ama onun aklı hala pırasalı kişte. İnsan bir dilim ayırır değil mi ama çoccum diyip duruyo. Ben bu hafta bi daha yapayım bari, nasılsa bu gazla ben epey giderim.

Bugüne gelmemde katkıları olan tüm blog dostlarıma teşekkürü bir borç bilirim.
Emine S. Beder ve Sahrap Soysal karışımı yeni mutfak üstadınız (!)
Toplu İğne
not: altınlar mı? ne altını? Altın-maltın kalmadı ama katmer katmer yağ var ve benim bunları düğüne kadar da vermem şaaartttt!

Cuma, Şubat 17, 2006

Yardım kampanyamın uygulama safhası ve daha gelmeden eriyen altınlarım

İşte o malum gün geldi çattı. Yarın cumartesi ve benim meşhur ilk altın günüm. Şimdi son 3 haftadır bu altın günü uğruna yaptığım araştırma ve çalışmaları inceleyelim hep birlikte:
İnternette ve bloglar arasında ne yapabilirim diye turlama (en zevkli aşaması doğrusu; ne şaheserler gördüm, ne hayıflandım, ne ağzımın suyu aktı; anlatamam)
Turlama esnasında beğenilen internet ve blog adreslerini bir yerlere kaydedip ilerde tekrar bakılmak üzere hoşçakal denme
O bir yerlere kaydettiğin adresleri bulamama ve internette tekrar gezinme (hadiseye başa dönüş ve ilk aşamadan başlama)
Tekrar beğendiklerinin adreslerini kaydetme ama bu sefer elle yazarak kaydetme
Boş bir vakit yaratılıp patrondan gizli ofiste bu tariflerin çıktılarını alma ve renkli toneri bitirme
Tariflerin içinden beğendiklerini değil, yapabilecek olduğuna inandıklarını seçme
Yapmış olduğun seçimlerden utanç duyma ve beceriksizliğini örtbas edecek başka eylemler bulma
Karar verme süreci tamamlandıktan sonra ihtiyacın olacak malzemelerin temini
Her bir malzeme için farklı bakkal, market, pastane (hihh-pastane mi dedim ben? Pardon pardon...) ziyaretleri (neden aradığınız tüm malzemeleri tek bir yere girdiğinizde bulamazsınız?)
Akşamları eve gidince mutfakta ben diyim küçük, annem desin korkunç boyda denemeler yapma ve mutfağı batırma
Nişanlı tarafından ilgi arsızlığı yapılma
Yapılanlan denemelerden kimse tatmak istemeyince yapılan şaheserleri (!) komşunun yaramazlarına kaktırma
Ertesi gün yeni bir denemede tekrar bakkal, market ve pas...neyse işte yine oralara gidip tekrar malzeme alma
Akşam evde tekrar deneme ve aynı süreçlerden geçme
Nişanlı tarafından hakir görülüp yapılanları beğenmeme
Ertesi gün yeni bir denemede tekrar bakkal, market ve pas...neyse yine oralara gidip tekrar malzeme alma
Akşam evde tekrar deneme ve aynı süreçlerden geçme
Hergün altın gününe gelecek olan pasta canavarlarının “bize ne yapacaksın, yapacaksan en az 6 çeşit yap” soru ve emirlerine had bildirme
Nişanlı tarafından geleceğe ilişkin olası mutfak başarısızlıklarım için önceden dalge geçilme
Nişanlıya haddini bildirme
Ve işte bugüne geldim. Bugün cuma ve cuma akşamı programım belli. Yine bana mutfak ve nihai üretime geçeceğim saatler düştü ve yarın popstar jüri heyeti gelecek bana. Ben diyim birisi Huysuz Virjin, siz deyin diğeri Armağan Çağlayan... O kadar zor beğenen pasta canavarı var yani. Tabi intikamı soğuk yiyecekler hepsi. Gerçi bana da müstahak ama neyse...
Daha sabahtan sormalar başladı bile. “Ne yapacan bizeee?” Vermiş olduğum cevabı burda yazmam mümkün değil, RTÜK ceza yazabilir. Eğer unutmazsam hayatımdaki bu ilki size fotoğraflayıp burada yayınlayacağım. Destek olan herkese çok teşekkür ederim.
Sonuç: Altın-maltın kalmayacak bana. Her gün market- bakkal-pastane alışverişleri yaparsan, bunları deneyip beğenmeyip yenilerini tekrar alırsan; gitti çil çil altınlarım. Hepsi kredi kartlarını kapatacak.
Çıkarım: Valla ben bu işten bir şey anladıysam arap olayım!
Neymiş: Sıfıra sıfır elde var sıfır!

Çarşamba, Şubat 15, 2006

bana gelenler var yine.

Bana yine soldan soldan gelmeye başladı. Ben malumunuz Türkçemizin gittikçe ingilizceye dönüşmesine ve dönüşen ingilizce+türkçe karışımı olan ucube yeni dile alışmamakta direnen ve ana dilini kullanmaktan utanmayan ender kalmış müzeliklerden biriyim. Türkçe içinde ingilizce kullanmayı bir halt sanan insanlara da sonsuz gıcığım. Sadece insanlar da değil, basın diyip de göklere çıkartılan o menfur güç de sebebi bilinmez bir şekilde abuk sabuk ingilizce türkçe karışımıyla, halkı matah bir konuşma diline alıştırmakta herhangi bir sakınca görmemekte. Alın size %100 canlı ve de gerçek örnekler. Hem de kaynaklarıyla.
Açın Haberturk denen kanalı. Adında hayır yok birkere. Türk “Ü” harfiyle yazılır. “U” ile değil. Daha şimdiden 1-0... Haydi bu kanalın bu programlarına şöyle bir göz atalım.
Haberturk WEEKEND söyleşiler
FLASH Haber
Cengiz semercioğlu ile FULL EKRAN
Özlem İşiten ile POP CITY
Oylum talu & hakan çelik Haberweekend
SULEYMAN’S (ben en çok bunda koptum arkadaşlar- sülonun yeri dese daha bi sempatik olurdu mesela)
Selin canik ile
TECHLIFE
Melda yücel ile BORSA CAFE (kahve / kahvesi derse ölür çünkü. zaten ingilizce olarak cafe de yanlış. bari doğrusunu yazsaydın be meldacım.)
CELEBRITY (bu programda umarım Lerzan mutlu denen kadını göstermiyorlardır!)
CNNTURK’de de mimar ve öz be öz türk bir hanfendi sunuyor kendi programını: DESIGN360
COSMOPOLIS
FUTBOLMANIA
Şiştim...durun derin bir nefes alayım...
Haftasonu da gazetede İstanbulda bir berberin artık kuaför salonunun ismini – kendi ismine bir son ek getirerek- değiştirdiğini ve bundan böyle öyle anılmak istediğini yazan bir haber vardı. Adamın adı Hakan Köse. İsmiyle soy ismiyle harbi Türk ismi. Neymiş efendim bundan böyle Hakan Kose Difference olacakmış. Ve ını nı nıııınnn! Dan diye flaş haber geliyor şimdi, yaslanın koltuklarınıza.... Habere göre different (!) “berber–insan” Hakan’ın katalog çekimlerini ünlü fotoğrafçı NIAZZI OzEDINCHI hazırlamış. Kimmiş? Bildiğimiz Niyazi canım. Siz de yani çok cocosh’sunuz (!) (gerçi ingilizler kokoşa “posh” derler. Kokoş aslında yeniyetme neslin kullandığı bir türk argosuymuş ama onu bile bizimkiler sanki ingilizcesi buymuş gibi “cocosh” yazıyorlar ya, git uçan tekme at!)
Yine gazetede bir ilan... Ağaoğlu Myworld Ataşehir evleri... Ne diyossuuun? My world olayı... Yani şöyle bi mesaj gidiyo tüketiciye: “Kardeşim bu siteden ev alırsın ama komşu alamazsın öyle kolay kolay. Önce ingilizce bileceksin, bizim sitede türkçe yasak, kapıcımız bile oxford mezunu, ona göre yani”.
Yolda görüyorum, tabelalar, ilanlar...
CepSHOP
DERİSHOW
SKYTURK (“ü” ile değil; doğru okuyun lütfen- please yani)
SHOW HABER
INDREAM (ki bu örneği dilimizden utanmayalım başlıklı geçmiş yazımda vermiştim. Devamını ordan okuyabilirsiniz)
Kısacası, dilimizden utanmayalım, utananları yerelim, protesto edelim, isimlerini vermekten çekinmeyelim, onlarla dalga geçelim, türkçemizi sevmeyenleri biz de sevmeyelim.

Salı, Şubat 14, 2006

Nokta (.)


Günlerdir gazeteler televizyonlar derin bir tartışma içindeler. Yok efendim o adam köylü değil provakatörmüş, yok bizim başbakanımız halk adamıymış, çıktığı yeri unutmuyormuş, yok efendim bizim halkımız da zaten hep argo konuşurmuş, kahvehane ağzı, külhanbeyi ağzı zaten halk arasında çok kullanılırmış, halk insanı başbakan da böyle konuşurmuş. Aslında ben politik konulara girmemeye çalışıyorum – malum internet ortamı; ağzı olan konuşuyor; boşu da var dolusu da... herkesin görüşlerine saygı duyulabilir ama bir yere kadar... Ben burada konuyu noktalandırıyor ve size iki çift göze dikkatli bakmanızı öneriyorum. Bu gözlerden biri Mersin’de diğeri de Tokat’ta konuşmuş. Ben size kısaca “Bırakın Gözler Konuşsun” diyorum.

Perşembe, Şubat 09, 2006

Kendime "Yardım Kampanyası" Açıyorum. Yardım Edin

Allahım hayatımda ilk kez Altın Günü yapıyorum. Misafirlerim gelecek :)
Yıllardır güldüğüm şey başıma geldi. Sevdiğim dostlarımı görecek olmasam ve gerçek anlamı eski işyerinden yaprak dökümü misali ayrılan ve bu altın günü ismi konarak resmiyete dökülen özel buluşma anı olmasa, görüşemeyeceğim bir sürü arkadaşımla buluşmayacak olmasam; hiçbir kuvvet beni hele ki altın gününe katılımcı yapamayacaktı. Eh madem toplandık, günü boşa getirmeyelim, bizler de analarımızdan gördüğümüz görgü birikimiyle altın getirelim dendi ve sonuç... İşte sıra bana geldi. Açıkçası bugüne kadarki börek-çörek-pasta bilgim annemin misafir kabulünden arda kalanları mideme götürmek olan ben, bu cüce şubat içinde misafirlerime davet kabulünden bilumum hamur işi girişimi yapmak zorundayım. Ve açıklıyorum ben bu konularda zır cahilim. Bakın, ben çok güzel yerim; yediklerimi de “bu sert olmuş, bu böreğin içi boş, insan kıyma koyar, bu kurabiyeler taş gibi, kafaya atsan kafanı yarar, bu işin kolayına kaçmış, iki milföy içine sokmuş sosisi, soğumuş kayış olmuş” şeklindeki popstar jürisi eleştirileriyle de milleti büyük ihtimalle sinir ederim. Ama napayım, ben böyleyim işte. Şimdi geldi sıra bana... Ne yapacam ben arkadaşlarıma?

Bir de bilirsiniz, eminim sizin de başınıza gelmiştir; bir davete gidersiniz ya da benzeri bir altın-dolar gününe kaynak olursunuz; baştan herkes adını koyar, yöntemi belirler, “3 çeşitten fazla yapılmayacak, 1 tatlı, 1 tuzlu, bir de kısır ya da türevi bir şey; yeter” denir ve uygulamaya geçersiniz. İlkinde sözler tutulur, kurada ilk çıkan kişi 3 çeşiti yapar; millet aç kalır, 2. tabak turuna çıkılır, tabaklardaki biter, herkesin gözü masada kalan 1-2 kaşık kısır ve son dilim börektedir, cesur bir arkadaş kalkar yerinden 3. tur için ve “ayy, ben artık akşam bir şey yemiycem, bunu da yiyim tamamdır, hem gerçi ben sabah da kahvaltı etmemiştim” şeklinde geleneksel bahaneleri sıralar ve servis tabağında son kalanları süpürür. Ama diğer ay gelir, sıradaki ev sahibini bir düşünce alır gider, “ay geçen ay kısır vardı ayşe’de, ben şimdi mercimekli köfte yapayım değişik olsun, ama geçen gün fatma’da yediğim o değişik tavuklu beşamelli börek de çok güzeldi, ben onu da yapayım, tiramisum çok meşhurdur onu da yapıcam, ama nesrin’in çilekli pastası da muhteşemdi, dur bak iyi aklıma geldi ben onu da yapayım kızlar bayılır” diye kararını verir ve iş, inanın arkadaşlar, o anda çığırından çıkar. O altın gününde masada emin olun en az 6 çeşit yiyecek vardır. Ve geride yağlarına katman katman yağ ekleyen bir sürü bayan... Diğer ayki mağdurenin şansı seçenekler içinde gittikçe azalmaktadır. “Yok onu yapamam, ayşe yapmıştı, çilekli pasta da yapamam onu da fatma yapmıştı, hem fatma 6 çeşit yapmıştı, şimdi ben nasıl 3 çeşit çıkartırım?” şeklinde bir gaz’la işe girişir ve altın gününde masa daha da dolar. Evet, her ay her gidilen evin masası nedense daha yaratıcı, daha ilginç, daha dolu olmak zorunda gibi tuhaf bir bilinçaltı kuralı konur. Bunu sorulunca kimse kabul etmez, kabul etse de itiraf edemez ve olan da kurayı çekip de son aylara kalan benim gibi şansız yağ tulumlarına olur. Çünkü sona kalıp dona kalanlar her ay gidip o kadar güzel şeyleri mideye indiriken hem şişkolaşmış, hem de diyet moduna girmiş ve yapılanların içinden ne yiyebilirimi kara kara düşünmeye başlamışlardır. Hele hele pasta-börek işinde profesyonelleşememiş benim gibi bilgi fakiri iseniz ne yapacam ben bu kadar misafire diye düşünür durusunuz. Haliyle arkadaşların da bir beklentisi oluyor tabi. Eh her gittiğin yerde şaklabanlık yapıp yediklerini bir güzel eleştirirsen millet de intikam çanlarını şimdiden çalmaya başlar kesin. Yukarda da değindiğim gibi şimdi aslında ortay açıkıp sadece 3 çeşit yapsam, “eh ama kızlar siz baştan öyle kararlaştırmıştınız, 3 çeşitten fazlası yapılmayacak diye; alın size, bir çeşit börek, bir tuzlu çörek bir de kek yaptım” dersem emin olun benim üstüme çullanırlar, “hain insan bizde yerken iyiydi, bunlar ne böyle, altın-maltın yok sana; hakketmek lazım önce-nihiaaahhhaaaaa” derler. Mi acaba? :)

Ya da şöyle mi desem..”Kızlaaaar, baktım da aylardır börek-pasta yemekten maşallah tosun gibi oldunuz, ben sizi düşündüm, o yüzden kepekli tost-içinde diyet kaşar peynirli (1 çeşit), diyet kepekli yulaflı kurabiye (2. çeşit), sınırsız marul (3. çeşit), bir de bonusunuz var havuç ve salatalık dilimleri. Bu ay da böyle geçirelim altın günümüzü” desem. Sanırım bu sefer iş altın vermemekle kalmaz, beni parça-pinçik ederler. Ya da acaba “LOBSTER” (!) getirtsem İstanbul’dan; sudan ucuz malum! Ama benim kızlar nerden bilecekler LOBSTER parçalamayı, yemeği; batırırlar anamın evini alimallah :) Acaba haftasonu köşesini lobster yemeye takan magazin duyaenine mail mi atsam??? Bu hafta da LOBSTER nasıl yenir’i bizlere anlatıp, bizi aydınlatsana.

Ya da en güzeli, bu konuda ustalaşmış sevgili blog dostlarım, benim durumuma bir el atın da yardımcı olun; benim ilginç ve ilk denemede başarılı olabileceğim tariflere ihtiyacım var. Size söz yardımlarınız sayesinde yapabildiklerimin fotoğrafını çekip burada yayınlayacak ve bilirkişiliğinize sunacağım.
Sevgilerle

Çarşamba, Şubat 08, 2006

Kıl Olanlar Derneği

Bugün de can’ım İzmir’de “Tunceli’yi Sevenler ve Tunceliler Kültür Dayanışma Derneği” ni gördüm! Sabahın bir kör vakti otobüsle işe giderken trafikte otobüs durdu ve ben camdan dışarı baktım. Daannn! Tutmayın beni, hemen gidip üye olucam. Kapalı olmasaydı inanın gidip, içerde yeşil çuhalı masalar var mı yoksa belki beni utandırıp içerde sadece Tunceli türküleri, el sanatları, Tunceli yemekleri falan mı sergileniyor diye bakacaktım. Pes, pes! Çekiyor herhalde beni ortamdaki her gariplik. Eğreti otu benim bildiğim az olur, amma çok var eğreti otları ya da algıda seçicilik bu. Neyse eylemlerim devam edecek. Ben de “Her şeye kıl olanlar derneği” kurayım diyorum. Var mı üye olmak isteyen?

Salı, Şubat 07, 2006

Dersimiz gazetecilik

Yer: Kuaför salonu
Tarih: Geçtiğimiz pazar
Saat: Sabahın erken ve afyon patlamamış bir vakti
Yapmakta olduğum şey: Sıra beklemek (düşünün o kadar sıra var yani tek deli ben değilim)
Diğer yapmakta olduğum şey: Elime geçen gazeteyi okumak ve çay içmek
Okuduğum gazetenin türü: Herhangi bir gazetenin pazar eki
Köşe: Köşe denmez ona, bir sayfayı komple hanfendiye ne yediğini, ne gördüğünü, nerde kaldığını yazsın diye ayırmışlar. Tam sayfa – boru değil!
Yazar: Köşe pardon tam sayfa yazarı olan bir hanımefendimiz. İsim vermeyeceğim.
Konu: Konu-monu yok, aramayın; nerde ne yedim, nerenin garsonu bana hayvani bir porsiyon getirip kıyak çekti, kim en lezzetli somon filetoyu yapmış, bunun kuşkonmazını ne pariste ne barcelonada hiç bir yerde yiyemezsiniz gibi apır-sapır şeyler
E peki bana ne oluyor?: Bana olan şu: Köşe pardon tam sayfa yazarı denen hanfendi yazısının ilk cümlelerine hiç abartmıyorum aynen şöyle başlamış. “LOBSTER’A BAYILIYORUM. HAYATIMIN HER DÖNEMİNDE HEP LOBSTER YEMİŞİMDİR AMA EN GÜZEL LOBSTERLAR BURADA YAPILIYOR.... BU ARADA LOBSTER İSTAKOZ DEMEK. BİR GAZETECİ OLARAK SİZİ BİLGİLENDİREYİM DEDİM (sağol abla.. magazin duayeni dediğin de böyle olur işte. Harbi kadınsın abla, iyi ki varsın, aksi taktirde biz nerden bilecektik lobster’ı, istakozu; yanlız merak ediyorum çocukken de evinizde “lobster” mı pişiyodu yoksa ananız siz acıkınca evde hamur açıp “pişi” mi veriyodu elinize?
Haberin Devamı: Ünlü magazin duayeni yazılarına devam ediyor: BURADAKİ LOBSTERLAR İSTANBULLU SOSYETİK ÜNLÜ İŞ KADINI BİLMEMNE HANIMIN LOBSTER İTHALATÇISI FİRMASINDAN GELİYOR (bakın, hala istakoz demiyor; dikkatinizi çekerim; neymiş? L-o-b-s-t-e-r! Tekrarlayın içinizden; aferim iyi gidiyor, siz de öğrendiniz artık, eskiden yarımdınız, bunu öğrendiniz artık tam bir insansınız; bugün milattır arkadaşlar; haydi hep birlikte “”lobster” yiyelim mon chérié! Ve “don perignon” şampanyalarımızla da bunu kutlayalım!) neyse haberin devamı: KİŞİ BAŞI, EĞER ALKOL ALMAZSANIZ 100 MİLYONA ÇIKABİLİRSİNİZ, YANİ ÖYLE KORKTUĞUNUZ GİBİ DEĞİL, HERKES YİYEBİLİR, HEM BU LOBSTERLAR DÜNYANIN EN LEZZETLİSİ. İNANIN BANA DÜNYANIN HER YERİNDE YEDİM AMA BURDAKİLER HARİKA. ŞEF BİLMEMNE DE BENİMLE ÇOK İLGİLENDİ, HİZMET SÜPER, İŞLETME MÜDÜRÜ BENİM ZATEN YILLARDAN BERİ SEVDİĞİM ÇOK SEVGİLİ DOSTUM BİLMEMNE BEY (bu aslında şu demek oluyor arkadaşlar: yıllardır bu adamın işlettiği yerlerde hep beleşe yedim, bu adamcağız gıkını çıkarmadı, en son 20 kişilik dostlarıma ramazan iftar yemeği verdim, para da almadı, sağolsun).
Anafikir: Lobster uzaylı değildir, o bir istakozdur, ucuzdur, onu herkes yiyebilir, zenginlik göstergesi değildir, bir gazetenin tam sayfası kendisine ayrılacak kadar önemli bir konudur, türkçesini kullanmak avamlıktır. İngilizcesini kullanmak ise bir asalet ve kalite göstergesidir. Böyle biline!

Perşembe, Şubat 02, 2006

Trigonometrinin anlamı!

Trigonometri dersinin anlam ve önemini bilen var mı? Ben bu yaşıma geldim hala ne işime yaradığını çözemedim de... sinüsü, tanjantı, kosünüsü, pi sayısını da kullanamadım daha.
Okulda ne kadar gereksiz şeylerle boş kafamızı doldurmaya çalıştılar. Çinkonun kimyadaki sembolü hangi harfti, peki ya manganezin? İridyum “I” mıydı? “N” atom muydu? Her ne idiyse hatırlamıyorum. Bi tek bulmaca çözerken işimize yarar zaten bu kısaltmalar. Bugüne kadar ne iş görüşmesinde işime yaramıştır ne ay sonunu getirmeye çalışırken, ne alışveriş yaparken ne de müşteriye mal satmaya çalışırken.
“Ama lütfü bey öyle demeyin, bakın deneyimsiz olabilirim, ama 2 dakkada en zor trigronomi porblemini çözebilirim, lisede tirgronomi ustasıydım ben, o yüzden şirketinizin benle çalışmaması büyük hata!”
“Evet Mehmet bey, haklısınız size konsinye ürün veremiyoruz, şirket politikamız bu filhakika, C2HN3’ün hangi elementler olduğunu ben ve ekibim ezbere biliriz, tüm ödeüllü bulmacaları sizin adınıza çözebiliriz”
“Bak, Hilmi usta, evim su bastı, musluğun contası gevşemiş dedin, arada bir kontrol etmeniz gerekirdi diye beni suçluyosun, oysaki sen bu musluğu daha geçen ay tamir etmiştin. Ben ne anlarım musluk contası değiştirmekten; oysa sor bana havuz problemi, 2 saatte 5 vanayı açarak doldurduğum havuzu, 1 saatte kaç vanayla boşaltabileceğimi ezbere yaparım şimdi.”

Yaaa işte ben hala anlamış değilim. Çocukken neler öğrenmek zorunda kalmışız, şimdi soruyo bana bizim komşunun himinileri,
“Ya abla ya, benim bi trigonometri problemim var ,örtmen verdi; yardım etsene”
Ben tıssss tabi. Ne bileyim, nerden hatırlayayım? E peki neden o kadar ciddiye alıp okuduk biz o konuları boşu boşuna. Büyüyüp gelecekte Hawkings ya da Einstein çıksam ne ala; hollanda ineğinin kaç cins olduğunu, merinos koyunundan yılda kaç kilo yün çıktığını, pi sayısının ne gibi bir işe yaradığını, missipinin kaç kilometre uzunlukta olduğunu, ya da neden bir çemberin yarıçapına takılıp kaldığımızı, havuz denen ve sadece yüzmeye yarayan güzel bir ortamın neden “problem” haline getirildiğini halen anlayabilmiş değilim.
Aristo mantığı da bana hala yavan gelir mesela. Aynı mantığı bugün iş ortamında kullanmamız da delilik ya da intihar olabilir. Düşünsenize “hayat acıdır, salça da acıdır, o zaman hayat salçadır” mantığını hayat felsefesi edinip benzer bir tümevarımla patronunuza söylüyorsunuz.
“Sayın patron; söylediğiniz şey tam bir saçmalık; sözleriniz saçmalıktır, saçmalık aptallıktır, o halde siz bir aptalsınız!” “Pardon, ne dedin sen?” “Ben demedim efendim, Aristo demiş bunu; Aristo mantığı deniyor, siz lisede almadınız mı mantık dersini? Hayatın anlamı bu ders, ben aristo mantığı ile hareket etmeyen patronla çalışamam efendim, istifa ediyorum”, “Hay haaay, o zaman tutmayalım biz sizi, yanlız eşyalarınızı toplarken muhasebeye uğramayı aklınızdan geçirmeyin, iş kanunun ...... cü maddesine göre tazminatsız kovuldunuz”

Hayatla ilgili, ilk iş kazığı yiyenler genellikle üniversiteden yeni mezun çaylaklardır. Ben de dahil. Çünkü üniversitelerde de işin pratiğini öğretmezler. Siz de sanırsınız ki, mezun olunca herşey muhasebe hocasının anlattığı gibi olur. “E hani, böyle defter-i kebir tutacaktık? Mizan falan; yok onlar artık bilgisayarda şu programla tutuluyo, onu bağımsız denetçi firma yapar, bizle alakası yok, yok uluslarası bilmemne protokolü var” falan falan. “E ben müşteriden çek aldım patron, ama kendi adı yazmıyo, bilmemne firmasının çekini verdi bana, napiyim ben şimdi, size mi vereyim gerçi ben başkasına verdim bu çeki olduğu gibi. Acaba yanlış mı verdim?” “Kızım sen de ne salaksın, ciro etmedin mi yoksa“Ama müdürüm ciro etmek ne demek ki? Hem bakın; aristo der ki?!?!?!?”
Sevgiyle kalın

Çarşamba, Şubat 01, 2006

İşte ben böyle bir hal içindeyim...

Şimdi ben yakında evleniyorum ya; tuhaf duygular içindeyim. Daha önce hiç evlenmedim bilmiyorum, hissettiklerim doğal mı? İşin raconu mu bunu gerektiriyor? Bir tuhaf hallerdeyim ben. Hafif tırsak durumdayım. Allahım, ben gerçekten evleniyorum. Büyükannem, (anneannemin annesi oluyordu rahmetli) “kocanın koca koca donları vardır evladım” derdi; çocukken baya bi gözüm korkmuştu. Nasıl yani kocam olacak adam şişman mı, kocaman poposu mu vardı da donu kocaman olacaktı gibi anlamazdım lafındaki tuzağı. Şimdi çözmeye mi başladım? Tuhaf açıkçası; hele bir de babam sen artık nişanlı bir bayansın, eskisi gibi öyle kafana esip istediğini yapamazsın tarzındaki garip yaklaşımlarıyla; boğazıma ilmik ilmik boğumlar atıyor. Sahi evliler, size soruyorum evlilik öncesi sizde de benzer gerilimler başladı mı?

Bekarken hayatta önemsemediğiniz şeyler, ciddi bir beraberlik olunca nedense çok önemli bir etkinlik haline geliyor. Senin taraf, benim taraf, garip bir adalet anlayışı geliyor. Eminim pek çoğumuz bekarken aile bağlarının önemine radikal bakmazken nedense iş ciddiye bindiğinde herkes kendi tarafına hürmet, ilgi, alaka, şevkat gibi konuları pek bir ciddiye almaya başlıyor. Anneler, babalar, kardeşler ve bizler nedense kendini karşı tarafa saydırtmak ve önem verdirmek için birbirleriyle yarışıyor. Bazen biz çiftler de bu saydırtma yarışına içinde bulunulan darboğaz sebebiyle inatla devam ettiriyoruz. Sanki dünyanın sonu gelir o konu olmazsa. İlla ki bir taraf baskın olacak, illa ki “ohh işte yaptırttık istediğimizi onlara” diye gurur yapılacak. Arada da bizler; yani kurbanlıklar.

Haliyle geriyor bu konular. Şimdi bay Darcy’m okursa bunu, tezeği avuçla yediğimin resmidir ama ne yapayım, bu aralar bir tuhafım. Bugüne kadar hayatımın her zerresinde kendi kararlarımı kendim verip, yaptığım işlerin iyi veya kötü arkasında durdum, ancak iş yeni bir hayata beraberce adım atmak olunca; bu yeni hayatına kimseyi müdahale ettirmek istemiyorsun. Buna kendi ailen dahil. Herkes geri planda eskiden yaptıkları gibi dursun, sen sevdiğin insanla ikili olarak devam edeceğin yeni hayata sadece ama sadece ikili olarak karar al, başını derde sok, feraha kavuş, batağa bat, bataktan çık ama ne yaparsan yap ikili olarak yap.

Haliyle ailelerden tuhaf müdahaleler geliyor çiftlere, herkes karışmak, ilgilenmek, fikir beyan ettirmek ve istediğini yaptırtmak istiyor ve genellikle bu tür şeyler “yardım önerisi” adı altında geliyor ve sonra “yine de siz bilirsiniz, bizim görevimiz sadece büyük olarak size yol göstermek” şeklinde klasik uyarılara dönüşüyor. Tabi bu lafların gerçek türkçe meali şu: “siz daha acemisiniz, yaşınız küçük, ne bilirsiniz ev kurmanın zorluğunu, ne ustadan anlarsınız, ne perdeciden, ne temizliği becerebilirsiniz ne de ev yerleştirmeyi, biz biliriz herşeyin en iyisini, mobilya seçmeyi bilmezsiniz, kazık yersiniz...”

Yahu, ben yıllardır iş alemindeyim; bana göre gerçek kurtlar vadisinde. Ne satın almalar yapmışım çalıştığım şirket adına, ne ihalelere girmişim, ne brifingler vermişim ihale öncesi ajanslara, ne ülkemi aşağılayan gavurlarla yurtdışı toplantılarda yırtıp bi yerlerimi çata çat had bildirmişim; iki kıçı kırık mobilyacı ve marangozdan mı kazık yiyeceğim? Ülkenin nerelerine bi başıma arabayla gitmişim, bi perdeciyi mi bulamıyacağım? Üniversitede yıllarca dirsek çürütmüşüm, akademik doktora yapmışım, üniversitede öğrencilere kaç senedir ders verip bilim öğretmekteyim, bir tek evimi ve dolaplarımı mı yerleştiremeyeceğim?

Bırakın, yemezleer!