Perşembe, Aralık 29, 2005

Banu Alkan Okan’ın Fahriye Ablası mı?

Dikkat ettiniz mi Okan Bayülgen habire Banu Alkan’ı pohpohlayan ve lüzumsuzca Banu’nun sönmüş, lüzümsuz kariyerini pompalayan bir tutum sergiliyor. Gecenin kör vaktinde uykusuz kalıp Okan’ı arayan yurdumun güzel insanları, sordukları en normal soruda bile Okan’ın hakir gören bakışları ve hakarete varan cevaplarıyla ödüllendirilirken Banu gibi bir ‘freak-enstein’a olan hayranlığı bana çocukluğumun tuhaf filmi Müjde Ar’lı Fahriye Abla’yı hatırlatıyor.

O filmde de annesi yaşındaki, erkeklerin ağızlarının suyunu akıttığı mahallenin tombul, koca memeli ablasına aşık olan Freud’un kulaklarını çınlatacak bir çocuk-ergen hayranlığı sergileyen yarı spastik ve nevrozun alt ve üst notalarında gezinen bir oğlancık vardı. O Fahriye ablaya nasıl da aşıktı.

Nedense Okan’ın o kavruk kalmış haliyle Banu’ya bakışlarını, göz süzmelerini, öpebilmek için yaptığı yalakalıkları görünce aklıma o film geldi. Önceleri bir gazetede Okan’ın röportajını okumuştum. Babasız büyümüş ve evlerinde de annesi, teyzesi ve diğer kadınlardan oluşan “erkeksiz” bilumum kadınların içinde yetişmiş. Fahriye abla filminde Müjde’ye aşık olan o oğlan çocuğu da öyle birşeydi.. Bilemiyorum nedense burada Banu Alkan, Okan’ın Fahriye Abla fantazisini tekrar hayata döküyor gibime geliyor.

Kimi de klasik yorumlar katarak olayı basite indirgiyor: Yok efendim Okan çok zekiymiş (ki bence de- buna itirazım yok), aslında Banu’yla dalgasını geçiyormuş, aslında Okan’ın amacı Banu’nun gerizekalığını Türk halkının gözüne sokmakmış... Yok Banu aslında bir feneomenmişşşş (!). E pes yani.. O kadar da basit değil. Olayı basite indirgeyip bizleri aptal yerine koymak da biraz ayıp olmuyor mu? Biz Banu’nun ne menem bi şey olduğunu anlayacak kapasitede değil miyiz? Okan bunu inceden hicvederek bizlere öğreteceğini sanarak bizi gerzek mi zannetmektedir? Hem Okan %100 zeki, muhteşem, mükemmel ötesi bir insan mıdır, onun da bir zaafı olamaz mı, onun da kişiliğinde hasara uğramış bir parça bulunamaz mı? Bence basbaya Okan’ın da Banu'ya zaafı var. O kadıncağız da kendini Afrodite benzeten bir zavallı “looser”! Okan yıllardır ekrana o kadar abuk insan çıkarttı ama hiçbirine Banu teyzemize çektiği kadar yağ çekmedi. Milleti kıtır kıtır doğrayıp parça pinçik ederken, Fahriye ablasına bu kadar kıyak ve yağ çekmekle beni tiksindirdi. Bir seyirci olarak beni, bu gereksiz şova ortak etti, ben de bu Freak show’u izliycem diye kendime olan saygımı yitirdim. Dumurluğum daha yeni yeni geçiyor.

Bu arada, bir türlü ağız tadıyla izleyip yazamadım şu Banu Alkan- Murat Taşdemir’in ortak saçmaladıkları “Biri Banuyu dikizliyor” adlı bir diğer şovumsu abukluğu. Banu Alkan’la ne idüğü belirsiz o ucubik Murat Taşdemir’i aynı eve sokup bir ay boyunca röntgenci milletimin dikizlemesini ve salyalarının akmasını sağlayan her kim ise onu can-ı gönülden tebrik etmek isterim. Bravoo, şak şak şak.. Türkiye için fevkalade bir iş yaptınız. Atatürk yaşasaydı size kahramanlık madalyası takardı (!). Eminim bu vatan için canlarını feda eden dedeleriniz de artık mezarda rahat rahat uyuyacaklardır. Öyle ya, torunları Türk halkına Böyle bir program yaparak büyük bir fayda sağladı, halkının eğitim ve bilinç seviyesini yükseltti. Bu işe vesile olması dolayısıyla programın yaratıcılarını tebrik ediyorum şahsım adına. Okan’a da teşekkürü unutmamak lazım, sönmüş yıldızcıkları parlatarak onların aç karınlarını doyurduğu için. Umarım bir gün ülkemde gerçek yıldızların pırıl pırıl parladığını görebilirim.

Pazartesi, Aralık 19, 2005

Sobelendim...

Beni etkileyen 8 film...
Nefincim sobelemiş beni, seni etkileyen 8 filmi yaz çabuk diye... Düşündüm taşındım, ne çok film geldi aklıma.. Nasıl 8’e indirgeyebileceğimi düşünmek bile vakit aldı vallahi... Neyse başlayalım bakalım:

1. Tartışmasız –The Prefessional - Leon
Jean Reno var, Gary Oldman var. Daha ne isteyeyim ki Allahtan? Luc Besson’ın diğer filmleri beni çok sarmadı ancak bu filmin üstüne film tanımam ben arkadaşlar. “The Professional” ( Leon ) adlı film, ailesini öldürenlerden intikam almaya çalışan küçük bir kızla profesyonel bir katilin arasındaki sıcak ilişkiyi anlatıyor. Luc Besson’un Nikitası da güzeldi ama burada Jean Reno ve Gary Oldman ikilisinin çıkarttığı muhteşem oyunculuk, dünyalar tatlısı Mathilda; bir katilin bir çiçek ve bir çocuğa kalbini kilitlemesi ve ölümü pahasına onları koruması beni sadece göz yaşlarına boğmakla kalmayıp etkisinden uzun süre de kurtulamamıştım.

2. Godfather serisi (ama özellikle I ve II)
Her sinema filminin seri yapılmadan önce ilk çekileni makbul deselerde, bence Baba serisi sinema-televizyon bölümlerinde ders olarak gösterilmesi gereken bir baş yapıt. Serinin diğer filmleri sıkmıyor birbirini, tekrar yok, oyuncuların hepsi muhteşem, Marlon Brando ve Al Pacino harikalar yaratmıştı. Hele James Caan’in (Baba’nın en büyük oğlu) otoban gişelerinde pusuya düşürülüp katledildikten sonra Marlon’un morgda oğlunu teşhis ederkenki sahnesini hiç unutamam. Oscar heykelciklerini hakkıyla toplayan dönemin en büyük Amerikan eleştirisi bence.

3. Rain Man
Ah Dustin Hoffman ah! Tom Cruise için o filme gidenler bile otistik Dustin’e aşık olup çıkmışlardı. Şapka çıkartılacak bir oyun, muhteşem bir performans, o güne kadar bilmediğimiz ya da bilmek istemediğimiz çok sık görülebilen bir rahatsızlıktan muzdarip yetişkin bir adam. Onun kafası boş işlere çalışan, paradan başka bir şey düşünmeyen haylaz erkek kardeşi ve otizmle yaşamak durumunda kalan ağbeyinin ona karşılıksız beslediği sevgi ve verdiği büyük hayat dersi.

4. Guguk Kuşu
Bir deli düşünün... Hele ki o deli Jack Nicholson olunca... Çok küçük yaşlardaydım guguk kuşunu seyrettiğimde. Jack, tutuklu olduğu cezaevinde kalmamak için deli rolü yapan bir mahkumu oynuyordu. Bir akıl hastanesine gönderilen mahkum Jack’in ordaki delilere akıllı olmayı, başkaldırmayı öğretişi, düzene isyan edişi...O nasıl bir performanstı? Sinema tarihi uzmanı değilim, Jack Nicholson o rolle oscarı aldı mı bilmiyorum ama eğer ona o rolle oscar vermedilerse, Helen Hunt’la oynadıkları o komedi ile adama ödül verdilerse, yazık etmişler demektir.

5. Good Morning Vietnam
Savaşın hep askerler ve silahlardan ibaret olduğunu düşünenleri dumur eden; bir sivilin hem de bir radyocunun Vietnam savaşında ne işi olabiliri bize bir güzel anlatan harika bir filmdi. Ben çok etkilenmiştim. Hem filmden hem konusundan hem de Robin Williams’tan. Oyunculuğuna bayılmış, performansını ayakta alkışlamıştım. Savaşın iğrençliğini burnumuza sokmadan, ortalığı kan gövdeyi götürmeden savaşın nelere malolduğunu anlatan çok güzel bir filmdi bence. Ya müzikleri? James Brown “I feel Good”, Louis Armstrong “What a wonderful world” ve niceleri.

6. Shrekkkkk..
Nasıl ama? Hiç beklemiyordunuz benden bu filmi değil mi? Belki de ruhumun çocuk kalmakta ısrarlı olan tarafına hitap mı ediyor yoksa türkçe seslendirmesinde harikalar yaratan Mehmet Ali Erbil ve Okan Bayülgen’in başarısı mıdır yoksa shrek’te yaratılan animasyon harikaları mı yoksa amerikan filmlerinden alınan bazı meşhur sahneleri ti’ye alan anekdotlar mı? Bilemedim ama ben shrek’ten çok ama çook etkilendim.

7. La vita e dolce – Hayat güzeldir
Her ne kadar arka planda yahudi soykırımı da olsa, Hayat güzeldir de, kendine has çocuksu saflığı ile, hayatının kadınının kalbini çalmaya çalışan ve sonunda da bunu başaran hafif akıllı yahudi garson Guido’nun hikayesi bu. Yıllar sonra kendinisi, büyük aşkı karısını ve çocuğunu toplama kampında hapsedilmiş bulan Guido’nun kampta ailesinin hayatını kurtarmaya çalışma hikayesi beni kah güldürmüş kah ağlatmıştı. Ancak beni yerime mıhlayan final sahnesi bana, bazen filmlerin mutlu sonla bitmeyeceğini hıçkırıklarla öğretmiş oldu.

8. Some Like it Hot! (Bazıları sıcak sever)
Klasiksiz olmaz... Ben eski filmlere daha çok bayılıyorum nedense... Belki 10 kez izlemişimdir bu filmi. Başrollerinde Marilyn Monroe, Tony Curtis, Jack Lemmon gibi efsane oyuncuların yer aldığı filmin orjinal adı “ Some Like It Hot ”. 1955’de çekilen film, gangsterlerden kaçarken çareyi kadın kılığına girerek kızlar bandosuna girmekte bulan iki şaşkın adamın maceraları konu alıyor. Her yabancı filmin türk versiyonunu yapmayı bir görev bilen yeşilçamımız zamanında bu güzelim filmin de “made in turkey”ini yapmıştı ancak geçmiş zaman olurki de İzzet Günay ve Sadri Alışık oynadıkları için sakil kalmamıştı. Filmin her iki hali de 1950’li yıllarda geçtiği ve “Türkler uzayda” tarzı bir gerizeklılık örneği taşımadığı için abes kaçmamıştı.


Ama ben duramıyorum bir türlü.. Neden 8 dedin be Nefin’cim? Ne çok varmış, aklıma geldikçe, ay bu da beni çok etkilemişti diyorum...

9. Tootsie
1980’li yıllar. Ben daha tıfıl bir ortaokul öğrencisiyim... Seyrettiğimde ne etkilenmiştim anlatamam. 1990’lı yılların Mrs. Doubtfire’ına örnek olduğu muhakkak. Başrolünde Dustin Hoffman, Jessica Lange’in yer aldığı filmin yönetmenliğini Sydney Pollack üstlenmiş. Tootsie de Mrs. Doubtfire ” gibi kılık değiştirme üzerine kurulmuş bir komediydi. İş bulmakta zorluk çeken bir aktörün, kadın kılığına girdikten sonra ummadığı kadar büyük bir şöhretin kapısını aralaması, boşandığı eşi, çocuğu falan derken hem güldürüp hem ağlattığı eşşiz bir Dustin Hoffman filmi daha.


10. A Star Is Born- Bir Yıldız Doğuyor-
Bu film Show tv’de yayınlanan “kim en salak rol keser ?” tarzı bir yıldızcık doğuran yarışmalardan değil! Barbara Straisand ve Kris Kristofferson’ın başrollerini paylaştığı bu film de ne oldum değil, ne olucam dedirten bir filmdi.. Belki siz de hatırlarsınız bu filmi. Ünlü olmak isteyen bir yıldız adayı, ününün zirvesinde ama alkolik bir starla tanışır, adama aşık olur; sonra kadının ünü yükselirken adam düşüşe geçer ve Hollywood çarkı ikilinin ilişkilerini çark dişlisinin içine alır ve çökertir aşıkları... Barbara’nın muhteşem sesi ve şarkılarıyla da mest olmuş, çok etkilenmiştim.


Ve daha neler neler? Singing in the Rain, Pulp Fiction, Kill Bill (I), Yüzüklerin Efendisi (tüm seri), çocukluğumda neden böyle filmler yoktu diyip hayıflandığım ve şu an çocuk gibi seyretmeye doyamadığım tüm Henry Potter’lar, James Bond (ama sadece Sean Connery’nin oynadıkları), Son Mohikan, My Left Foot, Kuzuların Sessizliği, Braveheart, Piano ve daha niceleri...


Cuma, Aralık 16, 2005

Fierspfingpfff

Zaman zaman horladığımız ve hoyratça davrandığımız derimiz yani tenimiz neymiş biliyor musunuz? Deri eşsiz ve son derece ilginç bir organmış. Bir yetişkinin bedenini kaplayan deri ortalama olarak 3m2 den biraz fazla olup ağırlığı tüm vucut ağırlığının %15 i kadarmış. 1 cm2 deride milyonlarca hücre,sıcak,soğuk ve ağrıyı hissetmek için binlerce sinir ucu varmış. Vallahi internette bütün bi gün okuyup araştırdım... Ayrıca yağ bezleri, kıl dibi kesecikleri ve ter bezleri de derinin aslında en önemli parçalaruymış. Bu karmaşık yapıyı besleyen milyonlarca kılcal kan damarı da inanilmaz bir şebekeyle deriye yayılmış durumdaymış. Ortalama deri kalınlığı yine yetişkin bir insanda 2,5mm ye kadar olmakla beraber yer yer çok inceymiş (örneğin göz kapaklarında).

Delirdin mi hayırdır? diye soranınız olabilir... Evet delirdim, hatta midem kalktı ve hatta içim cızz etti... o kızları bi güzel pataklamak geldi içimden... Ye aslında ben şu derilerini deldirip güzelim bedenlerine işkence yapanlardan bahsetmek istiyorum bugün. Benim okuldaki öğrencilerim
den bazıları piercing denilen güzelim deriyi deldirmece oyununa başlamışlar.. Derste pek belli olmuyo, o kadar kalabalıkta kaynadılar ama ders arasında wc’de gördüm onları. Ellerimi yıkıyordum birden aynadan yansıdı parıltı, gözümü aldı; bir döndüm baktım kaşını deldirmiş; bi de yeni deldirmiş kan oturmuş, kabuk bağlamış ve kaşımış, iltihap bağlamış, bana bakmakta... kızım naptın sen gözüne, kan oturmuş, iltihap toplamış tüm kaş altların, bu koca toplar da ne diye yırtındım... Kızımız daha 17’sinde.. Teomanın 17 şarkısına bayılırdım eskiden... aklıma nedense o şarkı geliverdi birden.. sanki yitirilen 17 yaşındaki kıza bir metafordu bu kaşa girmiş top mermileri... Kızımız bana hocam ne var süper oldu, acıyo daha 1 hafta oldu yaptıralı ama geçiyo, daha kötüydü, dedi... Neden yaptırdın kızım dedim? Ohoo hocam bu benim ilk değil, göbeeemde (göbek demek istiyo) de var dedi.. eee, devamı gelecek mi dedim; bu mahçup eğdi başını, hocam haftaya dilime yaptırcam dedi.. Ben dumur! Peki annen-baban ne diyo dedim; annesi demiş ki “ah evladım seni yüzünün neresinden öpeceğimi şaşırdım artık” demekle yetinmiş... babam da sen yakıştırıyorsan kendine bence bir sakıncası yok demiş. Eh bana da bu durumda ordan ikilemek düşerdi...

Ertesi hafta sınıfta baktım kızımız ortalıkta yok! Nerde dedim, arkadaşı (onun da kaşında koca bir metal çubuk var!) hocam haftabaşı küçük bir operasyon geçirdi bugün gelmiycek dedi. ..Durumu çaktım tabi, kesin gene bi yerini deldirdi diy mi dedim, arkadaşı anlamsızca sırıttı. Asıl hikaye onu yeni diliyle ortalıkta metal fırtınası şeklinde dolanırken gördüğümde... Beril dedim, gel bakayım buraya, deldirdinmi dilini? “Pierfpsing o hocamf, deldsirme denmess onaf” diyerek dilini çık
arttı bana, “bakıfn hocamf, ne küselfff oldu”... kızcağızın konuşması da – yüzüklerin efendisindeki gollum gibi olmuştu. Bir gözü kapanmak üzereydi-demek ki kaştaki iltihap aşağılara doğru kaymakta... bana nedense o manzara quazi modo’yu hatırlattı. Garibim Quazi de Notre dame klisesinde bi gözü kapalı ve şiş olarak güzelim esmeralda’ya kur yapardı. Berilcim, neden deldirip duruyorsun o güzelim suratını, neden işkence çektiriyorsun bedenine dedim, inanın oturup ağlayacaktım, o kadar küçük ve tazecikti ki..kıyamadım ona...kendi çocuğum olsa ne yapardım diye düşündüm. Bana verdiği cevap tam dumurluktu: “hocamff, benf kendimfi taha iyi iffaafde edebilfmekf içinf yapıfyrumpf çefreye taha iyi ifadfe edefbiliyofum” dedi... Ah küçük kız aaah, bi de kendini daha iyi ifade edebilmek için konuşmayı öğrensen... Neyin kendini ifadesi ha? Sen cümle kuramıyorsun daha, deldirdin dilini, dudaklarını, kaşını, göz kenarını....şişti dilin, gözün, dudağın, yardırdın dilini, ne tadı alabileceksin artık ne de ekşiyi... konuşamıyorsun da artık, bi de kalkmış bana kendimi daha iyi ifade edebilmek için yaptırdım diyorsun.. böyle mi ifade edeceksin kendini topluma; sen ancak “quazi modo ile gollum’a kim en çok benzer”i ifade ettin bana. “my preciousssss.... Kıymetlimisssssss... bu yüsük bisssiiim.....”, “bana suuu veerdiiiii, esmeralda ssuu verdiii” size de tanıdık geldi mi bu replikler?

Pazartesi, Aralık 12, 2005

Ya Sizce?


Geçen gün bloglar arasında gezinip dururken bir blog dostumuzun sayfasında ilginç bir tartışma konusu vardı. Konu çok ilgimi çekti. Fight club’ta edward mı yoksa brad mi daha iyi diye. Ben de kusur kalmadım tabi oraya görüşümü atıverdim de konuyu kendi blogumda da detaylandırayım dedim. Bende nedense çok güzel ya da çok yakışıklı artistler oscarı hakkedecek bir rol oynayamazlar, onlara genelde aşk-romantizm-cinsellik-komedi kokan filmler yaraşır; kendilerini oscara ya da iyi oyunculukta ispat edebilmeleri için mutlaka tiplerini kaymış hale getirmeleri gerekiyor diye bir fikri sabit var. Konuyu sizin görüşlerinize de açmak istedim... Sizce güzeller & yakışıklılar ; çirkinler & karizmatikler kadar iyi oyun çıkartabilirler mi? Yani Julia, Tom, Brad oscarlık oyun çıkartabilirler mi? Ya da Julia Erin brokowich filmindeki rolüyle oscarı haketmiş miydi? Misal Brad Pitt mi yoksa Sir Anthony Hopkins mi? Julia Roberts mı yoksa Meryl Streep mi?
Aslında Fight Club ilginç bir film... Sonra Tom Cruise da kusur kalmayıp Vanilla Sky'ı yaptı. Onda da aynı tarz, aynı haz, benzer hezeyanlar, seyirciye son dakka golü atmaca derken, bence sakil kalmıştı. Fight club iyiydi ama bence Edward Norton esip üfürmüştü Brad'i.


Belki de Brad fazla bebek surat da hiçbirimiz kaale almıyoruz adamı. "Hadi ordan seksi şey!" diyip geçiyoruz. Belki adamı izlerken gözünün rengine, saçına, ensesine, boyuna posuna, endamına bakmaktan nasıl rol kestiğini atlıyoruz.
Mesela güzel kadınların filmlerinde de rol kabiliyetlerine bakmayız. Mesela Julia Roberts'ın Erin Brokowich'le nasıl oscar aldığına hala şaşırmaktayım. Oysa ki Meryl Streep alsa hiç o kadar şaşırmazdım. Baksanıza Charlize Theron bile Monster filminde çirkinleşerek oscar aldı.

Yani güzel ve yakışıklıysan rol yapamazsın gibi bir klişe oluştu çoğumuzda. Sanki dünyada da benzer bir klişe oluştu sinema camiasında. Filmin ödül alsın istiyorsan (oscar); yapman gereken işler: 1. Konu tarihten bir olay ya da tarihe geçmiş bir kişinin hayat hikayesi olacak 2. Oyuncu mutlaka çirkinleştirilecek / kilo alacak / zayıflayacak / hastalıklı bir görünüme bürünecek 3. mutlaka ve mutlaka amerikan tarihinden bir kesiti içine alacak... Bunları çoğaltabilirsiniz mutlaka.
Ancak ben yine de Julia Roberts’ın hala nasıl oscarı kaptığına şaşıyorum. Tamam anladık, şirinlik muskası bir amerikan rüyası. Tamam Halle Berry’ede çikolata rengiyle tüm afro-amerikalılar adına zamanında bir heykelcik verilmişti ama... Yine de sizce neden ben hala güzel ve yakışıklı oyunculara bir Anthony Hopkins ya da Meryl Streep kadar pirim veremiyoru
m? Sizce sorun bende mi?


Perşembe, Aralık 01, 2005

Dünya, sen niye hiç adil değilsin?




Şımarık çocuk gittiğimiz davette annesine de bize de dünyayı dar etti. Tepişmekten, yerlerde sürünmekten, annesine şımarıklık yapmaktan, masayı dağıtmaktan, önüne gelen yemeği arsızca midesine indirip “daha, daha” nidalarıyla yan masada oturan aile fertlerine musallat olunca benim cinlerim hafiften selamlaşmaya geldiler. Ters bakıyorum anlamıyor, masada duran şeyleri deviriyor, düzeni bozuyor, ters bakmaktan başka birşey yapamıyorum, içim kahroluyor. Çocuk dememe bakmayın siz, kızımızın ergen olma yaşına 1-2 kalmış. Yanına da toplamış davetin diğer bebelerini, kendisi aralarında diken otu gibi sırıtmakta. Düşünsenize bir otelin balo salonundasınız herkes yemeklerini müzik eşliğinde yerken yerlerde çocuk güruhu yuvarlanıyor, bir elinde ekmek arası yaptığı o güzelim yemekle yerlerin tozunu süpürüyor, diğer elde kola bardakları sağa sola saçılıyor, itiş kakış sandalye ve masalar arasında koşturmaca oynuyor. Ayaklarınıza basıyor, çantanızı yerlere düşürüyor, sandalyenizi iterken sizin elinizdeki bardağı üstünüze boca ettirmiş oluyor, sonra masaya oturup oburlukla yemeklere saldırıp garsonlara terbiyesizce laf söylüyor, yan masadan annesinin içi rahat olsa da kızı obeziteyle burun buruna gelse de karnı tok, sırtı pek, gönlü rahat. Anne de arada kızının peşinde al yavrum at ağzına şunu da. Sonra fark ettim ki yaşları 3-14 arasında geniş bir yelpazeye sahip olup da davete katılan annelerde hep aynı sahne. Çocuklar yaptıkça şımarıklık, annelerdeki sakinlik katsayısı da artmakta. Özel bir davete çocuk getirmek ayrı bir düşünce yapısı saygı göstermek lazım ama açıkçası geçen gün e-mailime bu resimler düşünce bu annelerin hiçbirine saygı göstermek gelmedi içimden, ne yalan söyliyim gözlerimde dolanan yaşlar beni mıh gibi oturduğum yere çaktı.

Dünya hiç adil değil mi? Sanki bizler de bu adaletsizlikle istemeden işbirliği yapar gibiyiz. Kendinizden utandığınız oldu mu hiç? Ben işte bu resimleri gördüğümde o kadar utandım ki kendimden, sanki kötü bir şey yapmışım gibi. Belki de suçluydum bu zamana kadar dünya için bir şey yapmadağımdan. Ama bundan böyle en önemli görevimin bu dünyaya “hayata duyarlı” bir çocuk getirmek olduğunun farkına vardım. Şımarıklıktan uzak, kendisine sunulan şanslar zincirinin ne kadar da zor bulunur olduğunun farkında olacak, şükredecek, elindekilerle yetinmeyi bilecek ve paylaşmaktan korkmayacak aksine mutlu olacak... Bu zor görevimde kendime başarılar dilerim...
Sevgiyle kalın ve bu fotoğraflara çok dikkatli bakın (belki bazı çocuk fotoğrafları size tanıdık gelebilir).