Çarşamba, Aralık 27, 2006

Kurşun adres sordu, adres ben, maktul ben…

Hayatımda ilk kez kurşun döktürdüm ben. Ha ha haa pek eğlenceli geçti. T.İ bir maceraya daha balıklama atladı. Malum zırt pırt başına abuk bir olay gelen ben – uzun soluklu bir kurşun dökme olayına kuzu kuzu gittim.

Hafızamda kurşun dökmeye ilişkin tek bilgi zamanında bayılarak seyrettiğim Gırgıriye filminde Müjdat Gezen’in canlandırdığı Baryam’a dökülen kurşun seansıydı ve pek de komikti.

Şimdi ise ilk deneyimim. Neyse uzatmayalım…
Yer: Buca’da bir ev
Katılımcılar: Kurşuncu teyze (yaşlı bir örtülü nine), T.İ, annesi, anneannesi, kurşuncu ninenin kızı
Durum analizi:
T.İ’nin durum analizi: Bahtsız deve T.İ’nin tek çözüm denilen kurşuncuya gitmekten başka çaresi kalmamıştır. Nazar değdiği konusu sürekli gündeme geldiğinden bunalmıştır, neden olmasın diye düşünüp olayın bütününü nazara havale etmiştir.
Kurşuncu ninenin durum analizi: Böyle salaklar olduğu sürece ben mezara kadar para kazanırım, o parayla hacca da gider cenneti garantilerim diye düşünmektedir.
T.İ’nin anneannesinin durum analizi: Gül gibi torunum bir evlendi, bütün kem gözler nazar değirdi yavruma; hele o bilmemne hanım yok mu resimlere bakarken yedi bitirdi, gün yüzü göstermedi, allahından bulsun, iyi ki buldum bu kadını döksün kurşunu rahatlasın bu kız şeklinde düşünmektedir. Yüzünde torunu T.İ’yi ikna etmenin bir huzur ve memnuniyet ifadesi hakimdir.
Kurşuncu ninenin kızının durum analizi: Ohh ohh bayram öncesi gelsin paralar, aidatı çıkarttık bu ay da şeklinde düşünürken iyi bir ev sahipliği yapmak için mutfağa kahve yapmaya gitmiştir.

Seans esnası:
Kurşuncu nine (bundan böyle K.N diye anılacaktır): evladım bu su dolu tepsiye at bakim alyansını
T.İ: niye ki ne?
K.N: at işte, yoo ama bu olmaz, altın lazım
T.İ: nesi var be halis fiveia bu! İlla ki halka şeklinde mi olmalı, bugün bunu taktım, idare ediver artık ninencik
K.N: Olmaaazz, altın alyans olacak. Anneninkini tak, aaa onunki de bi acayip
T.İ.nin annesi: aa ben veremem, tek taş hem bu, bozulur maazallah, kaç para sen biliyon mu?
K.N anneanneye döner, sen ver o zaman.
T.İ.nin anneannesi: aaa ne münasebet, benimki de herhalde pırlanta, bakma sen altın rengine, içinde taşları var, hıııh!

Sayın okuyucu ben, annem ve anneannem tam bir altın kızlar üçlüsüyüz. Bayılırım ben onlarla takılmaya. İkisi de çok alem kadınlardır kokoşun da önde gidenleridir. Rezil olduk o gün bir altın alyans bulamadık. Kala kala ninenin rahmetli kocasından kalma alyansına kaldık, onu attı tasın içine, bir ekmek parçası ve yaprak koydu. Başladı kurşunu ateşte eritmeye sonra kafama 1 örtü serildi foooşşşş diye döktü tepsinin içine kurşunu. Casssss diye bir ses..

Ses efektleri:
Aaaaa, nasıl da patladı, ayyy göz bu, ben demiştim, ay ay ay ne göz bu, ben hayatımda bu kadar kurşun döktüm böylesini dökmedim kardeş, bak bak nasıl da parça pinçik oldu kurşun, aaah kızım nazara gelmişsin sen, kızım gülmesene be, günah günah! İnanmayan taş olur, evladım çıkarma başını örtünün dışına, bak dökülür sonra, kıpraşma, ya ninecim dikkat et bak gözün de görmüyo gözlüğünü taksana sen, bak kafama dökme, anne çek elini, bak üstüme gelecek şimdi, ay ay ay bi daha mı? Evet kızım bu 3 kez daha olacak, taa ki kurşun patlamayana kadar, ama ninecim bu kimyasal bir reaksiyon, her seferinde soğuk suya dökülünce yapar, sus sen, hanım hanım senin bu torunun çok konuşuyo, İğne kızım sussana sen, teyze ben hipnoz da olmuyom zaten, bu da tutmaz bana, eşhedü en laa, dua ediyom kızım sus azcık, sen de oku bakayım bi fatiha, ama ninecim, dank (kafaya tepsi geldi- istem dışı mı bilerek mi yoksa ilahi tecelli mi bilemiyorum) …

Hepinizi kucaklıyorum, hepiniz iyi ki varsınız, mutlu yıllar, iyi bayramlar ve huzurlu bir bayram tatili geçirmenizi diliyorum.
T.İ.

Pazartesi, Aralık 18, 2006

YETTİ GARİ!

Ben demiştim size. Benim makus talihim sebebiyle, benim bünyem tek bir ameliyatı kaldırmaz mutlaka ikincisini ister diye.

Malum mabad ameliyatım geçeli henüz 1 ay olmuşken, ameliyat sonrası kontrole gittim ve 6 adet daha henüz bebek olan çıbanımsı mutanta daha rastlandı. Salı günü tekrar ameliyathane yolları gözüktü bana. Acım büyük (manevi anlamda!), şaşkınım, korkuyorum, şansıma s.çıyorum, halime acıyorum, bana bu virüsü bulaştıran havuzlara da teessüflerimi bildirmekten öte de bir şey yapamıyorum. Kızgınım.
Kıssadan hisse: sakın havuza girmeyin- temiz deseler de inanmayın. Doktorumun dediğine göre sürdüğümüz ultra korumalı güneş yağları, havuza girdiğiniz anda suya yayılarak suyun içindeki her tür korumaya yönelik havuz ilaçlarını yok ediyormuş, nötr’lüyormuş. Hay 100bin kunduz diyor ve benim için duacı olmanızı diliyorum ki BU SON OLSUN! Yetti gari!

Pazartesi, Aralık 11, 2006

Tuhaf!

Büyük bir villa, sanırım 4-5 katlı büyük bir saray yavrusu, akşamın bir vakti, villanın içinde büyükçe bir asansör. İçi metalik ve aynalı. Ne işim var orda gecenin bir vakti diye kendi kendime sorup duruyorum. Üzerimdeki zarif siyah tuvalet ve ayağımda da nike spor ayakkabım ile kimine göre tarz kimine göre de ucube bir şekilde asansördeki aynalardan kendimi süzüyor ve allahım ne işim var burada benim, amacım ne, neden yalnızım, kocam nerde ve neden altı kaval üstü şişhaneyim diye söyleniyorum. Zemin kat olduğu her halinden belli 0’a basıp aşağıya inmeyi, arabamı otoparktan almayı istiyorum. Ordan çıkmam lazım biliyorum. İçim daralıyor, asansörün içine sular girmeye başlıyor alttan biryerleden. Tuhaf! Bu ıslaklık da ne? Çişim de yok, katiyen ben yapmış olamam, yerler ıpıslak oldu, kahretsin, iyi ki spor ayakkabılarım ayağımda, yoksa o topuklularla nasıl inecektim malikanenin mermer merdivenlerinden. Ohh neyse durdu asansör bir de kapısı açılsa, hah açılıyor…

Kapı açıldı her iki yanından biri sağa biri sola doğru bıızt bııızzt diye . aman tanrım bu kadın! Asansöre binmek için tam karşımda duruyor, iyi de neden bomboş dışarısı, neden zemin katta bir Allahın kulu yok? Bu kadın neden bana hain hain dik dik bakıyor? Aman allahım o üzerinde her zamanki dar kırmızı mini tuvalet, silikonlu dudaklarına sürdüğü kırmızı ruju, boyun hizasındaki sarı kabarık fönlü saçları, topuklu stilettoları. Aman allahım, o elinde parlayan ne? Bir bıçak! Peki neden bana chucky gibi bir yüz ifadesi ile bakıyor? Hem neden buradaki ışıklar kesilmiş? Üzerime yürüyor, “hen hen hen hen, ölüceksiiiin”

Asansör kapısını nasıl kapatıp kendimi 4. kata tekrar çıkarttım bilemedim. Her yer su. Her yer su. Kendimi 4.katta attım çıktım dışarı ışıklar yok ve aydınlatma yok denecek kadar az. Mermer merdivenlerden sular şelale gibi gür gür akıyor, ben spor ayakkabıları giydiğime dua ediyorum, o kırmızılı kadından kaçmak için yön tayin etmeye çalışıyorum. Peki bütün o insanlar nerde? Sessizlikte tek duyulan ses merdivenlerden akan su sesi, ve kırmızılı sarışın kadının topuklu ayakkabılarının sesi. İyi ki tanrım, iyi ki spor ayakkabıları giymişim, suların üzerinden kayıp düşmeden merdivenlerden inmeye başlıyorum.

Ne aptallık etmiştim, ben aşağı inerken o da yukarı koşar adımlarla bana yetişecekti. Orta katlardan birinde karşılaştım onun yılan gözleriyle. O kadar açık renkteydiler ki, içim ürperdi. Bir sağa bir sola manevra yapıp şaşırttım onu, elindeki büyük kasap bıçağı parladı bir ara ve üzerime doğru bir hamle yaptı, az kalsın kalbime boynuma saplanacaktı, kendimi nasıl geriye attım bilmiyorum, nasıl der amerikan dili sevdalıları: “thanks to air Jordan!” evet yaşasın nike air Jordanlarım. Bir zıpladım ve mermer merdivenlerden peşimdeki sapık kadına rağmen uçarak inmeye başladım, uçuyordum resmen, oysaki o, incecik kırmızı topuklularıyla sular üzerinden benim kadar hızlı gelemiyordu peşimden. En alt kata indim, malikanenin kapısı kilitlenmiş. Zorladım açamadım, ağlıyorum, yukardan sarışın kadının topuk sesleri yaklaştıkça benim nefes alışlarım hızlanmaya başladı. Daha da aşağıya inen başka bir merdiven gördüm. Acaba nereye iniyordu? Denemeye değerdi, kapana kısılmıştım, son hızla inmeye başladım loş merdivenlerden, nereye gittiğimi bilmiyordum ama tahminen yer altına doğru yol alıyordum. Bir garaja benzer bir yere indim. Bir iki tane araba sıralanmıştı. Hollywood filmlerindeki gibi olur ya hep, hani mutlaka birinin üstünde bir anahtar bırakılmıştır. Burada o da yok. Bir kürek buluyorum kenarda köşede, sarışın kadın kırmızı mini ve dar elbisesiyle tekrar karşımda, bana kahkahalar atarak yaklaşıyor. O anda kürek elime geçiyor ve kafasına geçiriyorum, onun sendelemesinden cesaret alıp garajın kapı düğmesini fark ediyorum, o kadar yavaş açılıyor ki açılmasını beklemeden yerden yuvarlanarak kapının aralığından kendimi dışarı atıyor ve arkama bakmadan kaçıyorum oradan. Arkamda sadece o kadının kahkahaları. Aynı chucky gibi!

Sabah oluyor…
Kocacım, kalk, kalkkkk, şiiişşş kalksanaaaa.
Ne oldu canım?
Ühü, ühü, biliyor musun Seray Sever beni bıçakla kovaladı, öldürecekti beni
Yok canım?
Elinde kasap bıçağı vardı, hain hain kahkahalarla gülüyordu bana, ühüüü
Ee sen ne yaptın?
Kürekle vurdum kafasına ve kaçtım, takmıştı bana kafayı, hem sen nerdeydin? mermer merdivenlerden su çağlayan gibi akıyorudu. Her yer suydu, her yer su… her yer su… su….

Perşembe, Aralık 07, 2006

Şeytan aldı götürdü ve Nasıl Hipnoz Olunamaz? başlıklı bir durum komedisi :))

Bundan 2 yıl önceydi. İşyerinde bir arkadaşımın doğum günü için ve ayrıca da başka bir arkadaşımın ev hediyesi için ne alacağımızı kara kara düşünürken, benim zevkime ve iflah olmaz organizatör ruhuna çok güvenen diğerleri; ben salağını gaza getirerek, hediye seçme, kredi kartıyla satınalma, paketletme, bagaja koyma, bagajda uygun tarihe kadar bekletme, para toplama, kutlamaya giderken de getirme gibi büyük bir yükün altında bıraktılar. Hoşuma gider zaten benim bu tür şeylere ön-ayak olmalar. Zevkli biri olduğumu söylerler. Evet zevkliyim ama salağım da ayrıca. Bunu düşünmeyip bu büyük görevi üstüme verirlerse; olacaklardan sorumlu olamam aslında değil mi?

Şimdi ben salağı ev hediyesini aldım, 2 adet yatak odası başucu abajuru. Ve doğum günü olana da 37 ekran bir televizyon. Cırrrt kredi kartlarını geçtim. Tv’yi taşıdılar sağolsun hediyeye katılımcılardan biri ama sorumluluk bende tabi. Ne de olsa tüm ücreti zat-ı şahanem ödedi. Hediyeler sahip ve sahibesine verildi, hayat güssel, lay lay lom, öpücükler, mumlar, içkiler, danslar, kutlamalar; e iyi tamam buraya kadar di mi?

Ertesi hafta “eveettt millet, paralar paralar bozulmasın aralar “şeklinde başladım paraları toplamaya. Ve topladım da. Araklanmasın ya da kaybolmasın diye öyle bir yere soktum kiiiiii. Velhasıl ben de bulamadım. Allahım çıldıracağım her iki kodumun hediyesi için toplanan paralar yok! Ölücem işyerinde herkes (hediyeleri alanlar da dahil) elbirliğiyle paraları arıyoruz. Ekstrem geldi, kol gibi; ödeme günü yaklaştı yok yok! Kimselerin de günahını almak istemiyorum, hatırla iğne en son şuraya koymuştun hani diye telkin ediyorum yok. İnanın talan ettik heryeri yok! Kendime küfür ede ede ödedim tüm hediyeleri. (Ulen Barış ve Aslı, bana sizin ömür boyu doğum günü hediyesi almanız lazım, resmen ben almış oldum size onları! Bu parantez içindekiler kendi iç sesimdir-yanlış anlaşılmasın)

İşyerinde başka bir arıza arkadaşımın da eniştesi izmirin en kazık pardon- öhö öhö-usta diş hekimlerinden. Hani bir dolguya en az 300 yetele ödersin, üstüne bi cila 300, bi beyazlatma 500, çıkarsın ordan donsuz…
Arkadaşın iddiası: “benim enişte hipnoz eğitimi aldı iğne, hipnozla bayıltmadan operasyon yapıyor.” T.İ: “Hadi canım, nasıl uyutuyor mu milleti, ben inanmam olum öyle şeylere, beni uyutacak hipnozcu daha anasının karnından doğmamıştır. Ben, iğne; baksana sen benim gözüme, bende uyutulabilecek bir göz ve çene var mı?” Arkadaş: “ay seni bilmem gerçi eniştemi uyutabilirsin sen çenenle ama gel seni benim enişteye götürelim, seni hipnoz yapsın, bak o paraları nereye koyduğunu hatırlayacaksın kızım” parayı duyunca açıldı tabi gözlerim, inanmak istedim arkadaşımın hipnozcu – pardon dişçi eniştesine-aradı hemen eniştesini, vıdı vdı dır dr vır vır da anlattı işte olayı. İş çıkışında gelsin dedi. Anacım ben bir tırstım, yahu şimdi elin adamı hipnoz edecek beni, ben ya hipnoz olmazsam ya da olursam ve bilinçaltım ortaya çıkar da elin adamına rezil olursam, abuklarsam? Hayır hayır, evet evet, hayır hayır, evet evet şeklinde 1-2 replik attırdıktan sonra karar verdim, iş çıkışında, iğne ve 2 saz arkadaşımla beraber gittik muayenehanesine. Siz dedim burada bekleyin, ne içeri gelin ne de gidin, oturun orda dedim. Bunlar nasıl gülüyorlar anlatamam, maytap geçiyorlar benle. Ama sorun büyük: k.çıma kaçtı bütün o hediye paraları, ben gitmeyeyim de kim gitsin? Yatırdı doktor beni odadaki dişçi koltuğuna. Ayarladı koltuğu da yatay pozisyona. Derdini söyle dedi. Ayy çok komik. Sanki psikologa gitmişsin. E bu adam dişçi be yahu? Ne dicen adama? Herneyse, merak etme dedi doktor, az sonra paranı nereye koyduğunu ya da nerde ne yaptığını öğreneceksin. Ohh dedim kendi kendime nihayet ama doktor ben 1 tek şeyden korkuyorum o da kendimden dedim. Ben hipnoz olamayacağım gibime geliyor, çünkü ben öyle şans tantralarına, mantralara, hipnoza, telepatiye, reikeye falan inanan tiplerden değilim. Aşırı pozitif ilim yüklüyüm, bilmem anlatabiliyor muyum dedim.
Doktor: “iğne istersen sus biraz, sakinleş, bak ben de konsantre olayım” dedi. Kibar adam, bu laf ne demek? Kapa çeneni demek değil midir? “şimdi iğne tavana bak ne görüyorsun?”
İğne: “lamba, kenarlarda da spot koydurmuşsunuz, ayy muayenede de kartonpiyeri ilk kez görüyorum, ilahi doktor bey! Bu karton pieyere neden pier derler ki doktor bey”
Doktor iğnenin düşük çenesini duymamazlığa gelerekten: “yukardaki lambanın üzerinde 2 tane hologram göreceksin, onlara dikkatli bak, ben lambanın pervanesini döndürmeye başladım şimdi sen gözlerini çekmeden 4 dakka o holograma sürekli bakacaksın iğne, bak o da dönüyor, tamam mı iğne?” İğne: “haa, tamam bakıyorum, aaa Fendi bu! Ay bizim millet de amma taklitçi yahu, yuuh peees yani doktor bey bu lambanın üstündeki hologram resmen Fendi’nin logosu. Benim güneş gözlüğüm vardı da kenarlarında ve gözlük kapağında aynı logolar vardı. Şimdi pervaneli lambaların ortasında ne işi var di mi bu logonun?”
Doktor: “iğnecim, sus istersen bak hipnoza giremiyorsun” İğne: “hııı, tamam sustum”
Dış sesler: “da dad daaaaattt (korna efekti), keh keh keh, kıh kıh kıh , napıyodur acaa iğne, sence hipnoz olmuş mudur, ha haa haa, ay neler saçmalayacak acaba? (dışarıda bekleyen arkadaş efekti) İğne: “yaa ben susuyorum ama bunlar susmuyor ki?, şey doktor bey benim alerjim var şu çiçek tıkadı beni, burnumun dibinden kaldırır mısınız lütfen?”
Doktor derin bir iç çeker, vazoyu kaldırır ve hipnoza devam eder: “iğne şu an yemyeşil bir vadidesin, uçsuz bucaksız bir ufuk var karşında, ufuğu görüyor musun? İğne:“yoooo” (iç ses: ya ufuk bizim işyerinin doktoru, tek gördüğüm ufuk , doktor ufuktur, bak bana centrum vitamin ve alerji hapı getirtecekti tüü alla’m ya unuttu vermeyi, ah ulen ufuk yaaa” Doktor: “iğne yeşil vadidesin yemyeşil ağaçlar var, görüyor musun? Hisset iğne, hisset lütfen” İğne: (iç ses“yeşil vadi bizimdir, yaşasın Tosun Paşaaa, hayır tosun şaban paşa! Yürüyün seferoğulları, kahrolsun tellioğulları) “doktor bey ben vadi madi görmüyorum” Doktor: “tamam iğne, hayal et o zaman, sen o vadide yürüyorsun, bak uzakta ufukta bir balon var kırmızı, sana doğru geliyor yakala onu iğne!” İğne: (iç ses: hay alla’m ya, çattık, ne ufuğu ne balonu kardeşim, yok işte!) “doktor bey bir şey söyleyebilir miyim?” Doktor bıkkın bir şekilde “söyleeee” İğne: “ balon dediniz ya kırmızı hani, aklıma küçükken gittiğimiz İzmir fuarındaki balonlar geldi, babama aldırırdım, kırmızı boyalı, ay elleri nasıl boyardı o balonlar, bi de eve gelirsin, sabah pııssss sönmüş salonda yerde dururdu, ne üzülürdüm” Doktor: “iğne bak şimdi 1-2-3 sayıp parmağımı şaklatacağım, sen kalkacaksın, akşam televizyon seyrederken bir anda gözünün önüne o kırmızı balon gelecek ve sen kaybettiğin parayı nereye koyduğunu hatırlayacaksın, tamam mı” İğne: “valla dediklerini yemedim ama senin hatırına gece yarısına kadar tv seyredecem doktor bey, ama bence beni kesin hipnoz edemediniz doktor bey” Doktor: “sana öyle geliyor, hep öyle sanır hastalar ama bence sen de hipnoz olmuşsundur, balon iğne, unutma, yeşil vadi, balooon, kırmızı balooonnn” İğne: anladık, balon, ama siz de şunu bilin, o balon elinizde patladı çünkü ben hipnoz olmadım, parayı da bilmiyorum nereye koyduumu, para mara da vermem size ona göre.

Sonuç: 2 yıl geçti aradan, kuzu kuzu ödedim kaybettiğim hediye paralarını. Hipnoz mipnoz da olmadım, olamadım. Parayı nereye sakladığımı bulamadım. Bence o para çalınmıştı çünkü çekmeceme zarf içine koymuştum. Yani son hatırladığım oydu. Neyse oldu bitti işte, ama hipnoz maceram ömür boyu baki kaldı. Şu yukarıdakileri okuduktan sonra benim gibi birinin hipnoz olabileceğimi kim düşünebilir ki?

Pazartesi, Aralık 04, 2006

Efendime Söyliyim; BEN İYİLEŞTİM. Resimden de belli değil mi?

Bir kadın problemli bir dönemden geçerken ne yapar? Ne yapar ne yapar? Aferim iyi biliyorsunuz, saçlarıyla oynar. Ben de pişmiş tavuk usulü hastalıklarımdan kurtulur kurtulmaz attım kendimi kuaföre cumartesi. 5 saat sürdü toplam operasyon. Halbuki k.çımdan olduğum koskoca operasyon 15 dakkada bitmişti. Koskoca diyorum mabadım sebebiyle; yoksa ameliyatın büyüklüğü kesinlikle değil! Neyse 5 saatlik kuaför terapisi iyi geldi. Ve uzun yıllardır kahve olan saçlarım karamel rengine büründü. Ben beğendim. Haliyet-i ruhiyem değişti mi? Tabi ki evet, aaa senin gözlerin elaymış dedi herkes! Ne ilginç di mi? İnsanın saç rengi değişince ışık mı vuruyor ne orasına burasına? İş yerinde de, aa iğne hanım; sen esmer değilmişsin, lens mi taktın falan dediler...

Bendeniz bu aralar pek bir havalıyım, kocacım bu aralar yanıbaşımda değil, haftasonu istenbula yanına gidiyorum. Farkederse ne ala, eğer ola ki farketmedi saçlarımı; yandı gülüm keten helva!


Cuma, Kasım 24, 2006

Alengirli hastalıkların gülü; pişmiş tavuk T.İ

Malum mabad ameliyatım geçeli daha 1 hafta olmuştu (... du zaten). Kaşıntısı ayyuka çıkan ve geçmeyen T.İ, sokaklarda bile hart hart kaşınarak "yeni alsancak sapığı bu kadın olmalı" bakışlarına aldırmayarak doktoruna gerisin geriye gider.
-"Doktor bey af buyrun ben ameliyat sonrasından beri kaşıntım giderek arttı, ölücem kaşıntıdan"
-"Hayırdır iğne hanım, baticon sürüyorsunuz değil mi her tuvalete çıkışınızda?"
-"Tabi sürmem mi? Günde en az 10 kez baticonu bir güzel harş harş sürüyorum ama artık acımaya başladı"
-"Pardon, 10 kez mi? Maşallah bağırsaklarınızın iyi çalışıyor iğne hanım, ama 10 kez çok fazla
-"Napiyim ben çok su içerim, bazen geçiyor 10'u"
-"İğne hanım ben mi yanlış anladım? Siz af buyrun her çişe çıkışınızda baticonlu pansumanı mı yapıyorsunuz?"
-"Heee, tabi, hem de tüm mabadımı temizliyorum ne olur ne olmaz diye"
-"......."
-"Ne oldu doktor bey bir hata mı var?"
-"İğne hanım ben her tuvalete çıktığınızda pansuman yapın derken, afbuyrun büyük abdestten sonrayı kastetmiştim"
-"Hass. yani Hay 100bin kunduz diycektim doktor bey"
.........
aradan 4 gün geçmiştir. T.İ, baticon sebebiyle iyot alerjisi olmuş ve tahriş olan tüm mabadını bepantenlerle iyileştirmeye çalışmaktadır. Filhakika bu sefer de başka yerler beter derecesinde kaşınmaya başlamıştır. Dayanamaz ve bu sefer de başka yerlerden sorumlu bir doktora daha gider...
-"Doktor bey durum böyle böyle böyle. Vıdı vıdı, dır dır, vır vır, bla bla..."
-" İğne hanım buyrun bir muayene edelim önce"
......
Sonuç mu? Size bir önceki yazımda yazmıştım ya; beni bir ameliyat sonrası başka bir dert bulur diye...
Mabad ameliyatı sonrası iltihap kapmasın diye verilen ağır antibiyotiklerin yan etkisi. Her fücutta bulunan pasif bazı yaratıkları aktif hale getirmiş! Fumigus Bokus Hassittirus!!! Yuttum zokayı gene...

Salı, Kasım 21, 2006

İnsanoğlu alengirli hastalıktan muzdarip olursa başına neler gelir?

Bakınız ben bu yaşıma kadar en kel alaka hastalıktan muzdarip olmuş, zayıf bünyeli bir sosyal varlığım. Sırf bu sebeple başıma gelmeyen trajikomik vaka kalmamıştır. Bedbaht toplu iğne, geçtiğimiz cumartesi abuk bir hastalık sebebiyle bıçak altına yatmış ve bu yazıları mabadını kah yumuşak bir siboplu can simiti üstüne oturarak kah ayakta durarak yazmaktadır. Bugüne kadar klasik bir hastalık türü bünyesine uğramamış olan bu zavallı yaratık, derlediği nev’i şahsına münhasır rahatsızlıklarını sizinle paylaşmaktan; esefle karışık mutluluk duyar.

Sondan başa doğru gidersek…
3 haftadır mabadımdaki (mabad’ı bilmeyen cehalet müsvetteleri için; mabad= popo= döt= k.ç) acı, şişlik, kanama ve oluşan bir mutant fazlalığı sebebiyle doktora bu mahrem bölgesini göstermekten şiddetle korkan ben, bu 3 hafta boyunca kendisini ehil bir doktor sanan babam, patronum, arkadaşlarım, akrabalarım ve kendi iç sesim dahil bilumum çok bilmişe kanarak kendi kendime hemoroid teşhisi koyarak her tür tavsiye edilen kremi, bakım ve onarımı uygulayarak boşu boşuna bir üç hafta geçirdim. Sonuç; paralar derecesinde kaşına kaşına makak maymunlarının k.çına benzer bir mabada sahip oldum. Geçmedi, geçmedi. Geçtiğimiz cumartesi doktora gittim. Sırf bu konularda uzmanlaşmış bir kuruma gittiğimde 2 genç uzman cerraha derdimi anlattım. Bu ekip ardından beni muayeneye aldılar. Utanç verici bir muayeneydi, tahmin edebilirsiniz (aslı, biyo, gristıl, gayriye ve diğer saz arkadaşlarım; gülmeyin gebertirim!!!) Domalmış biçimde mabadımı onların ehil bakış ve ellerine teslim ettim ki sonuç: Bende hemoroid yokmuş, boşu boşuna yanlış kremlerle bir de üstüne k.ç alerjisi olup o bölgedeki derimi paralamışım kaşımaktan. Adını ilk kez duyduğum başka bir rahatsızlığım varmış meğer, ilaç ve merhem tedavisi yokmuş. Eeee, peki ne yapılması gerekmiş? İlk aşamada gelmem çok faydalıymış ve 10-15 dak. Süren bir operasyonla, o mutantan kurtulabilirmişim. Ve kurtuldum da, hem de aynı gün. Sanırım açmışken hazır, bitsin bu iğrençlik diye düşündüm. Sanırım, yani inşallah. Şimdilik kimsede olmayan bu tuhaf mutantan kurtuldum ama ameliyat sonrası haftada 2 kez, sonra ayda 1, sonra 3 ayda bir mabadımı sürekli gösterecekmişim.

Eski yazılarımdan okuyanlar hatırlayacaklardır, vertigo var bende. Baş dönmesi ve sürekli 300 promil alkollü gibi yürüyememe ve hareket edememe hali. Geçti mi? Hayır geçmezmiş, klübe hoş geldin demişti doktor. Ne zaman nerde tekrar gelebileceği belli değilmiş. Ne zaman çok yorulsam, çok sıkılsam beni yakalayan sürekli şaş olma durumu bu. İsmi de pek afilli Vertigo. Asalete bakar mısınız?

Bundan 5-6 sene evvel o zamanlar daha lazer ameliyatları yeni yeni meşhur olmuşken, ben bir gazla lenslerden kurtulmak için randevu aldım, istanbulda bu işin uzmanı olan hastaneye gittim. 2 göz de ileri miyoptu benim. Hani çıkar gözlükleri anan gelse tanımayan misali J Benim bir hikayelerim var bu konuda yazsam çatlarsınız gülmekten. Ben denizde lenslerim olmadım yüzerken babam diye tanımadığım bir herifin üstüne çıktım heyooo baba diye! VE adamın elinde zıpkın vardı. Eh elinde her zıpkın, yapında her palet, gözünde her deniz gözlüğü olan adamı baban sanırsan olacağı budur değil mi? (Gülmeyin dedim, oyarım!) Neyse işten de 2 günlüğüne izin almıştım. Ertesi gün dönecektim izmire. Ameliyat bitti, ben çenemle doktorla hemşo çıktım bir muhabbet sormayın. Toprağımı seveyim İzmirli doktorla kaynaştık da nerden bileyim 1 hafta daha orda kalacağımı ve her kontrole gittiğim gün sol gözümün bir kez daha yarılıp operasyon uygulanacğını? DESERT SAND! Aha bu da benim yeni göz hastalığımmış. Yeminle 10 dakkada 2 göz ameliyatı oluyordu, ertesi gün kontrole gelenler benle birlikte; doktor süper, geçmiş olsun bir daha 15 gün sonra göreyim derken; bana “iğne hanım, ııh ııh olmamışi sol gözünüze bir yıkama işlemi yapmamız diyordu”. Anacım hergün hergün lazerle kornea kesilip çıkartılıp içine harrş diye yıkama yapılıp sonra araba sileceklerinin minyatürü ile cam siler gibi gırç gırç bastıra bastıra durulanır ve laserle tekrar kornea kapatılır mı? Bari fermuar yapılsaymış? Şimdi harika görüyor olabilirim ama 1500 / 1 olan çöl kumu denen çok tehlikeli bir göz alerjisi varmış bende. Gözüm laser bıçağına karşı alerjik reaksiyon gösteriyormuş. Adı da buymuş. Nekadar asortik bir isim değil mi?

Sonracığıma; bendenizde alerji de var. Söylemeden geçemiyeceğim. İnsan polene, ota boka alerji olur di mi? Yokk, mümkünatı yok! Efendim benim küf mantarına, ev akarları içinden de hamam böceğinin af buyurun kakasına alerjim varmış. Yahu hamam böceğini gördüğüm yok, o böceğin b.kunu nerden görcem de teneffüs edecem? Ya da kime gidip de soracam, “pardon ben bu evde çok tıkandım, nefes alamıyorum, lütfen evinizdeki hamam öceklerinin b.klarını temziler misiniz, ben balkonda bekliyorum, temizlemeden girmiycem ona göre” denir mi yahu?

Ve ve nihayet… En büyük teneffüs derdim olan deviasyon! Ameliyattan tırsıyorum ama iki burnumdan kaput işlemiyor! Tık nefesim yani. Şimdi gidicem doktora, kıracak burnumu bir güzel, düzeltecek sonra çıkacam ameliyattan açılacak sargılarım, doktor diyecek “iğne hanım sizde 8000/1 görülen deviasyon sonrası oluşan k.çımın kenarı alerjisi var, burnunuzu bir daha kırmamız gerekiyor, hayır göz gibi olacak iş değil ki bu mübarek.

E PES!

Pazartesi, Kasım 13, 2006

Dizi Dizi Diziler

Hangimiz dizi seyretmiyoruz ki? Yalandan seyretmiyorum diyenler, sizler bile arada bir bakıp 3 ay evvel kaldığınız yerden bu yana olay örgüsünü kavrıyor ve bir 3 ay sonra buluşmak üzere ayrılıyorsunuz. Asla seyretmem mi? Hadi ordan, yemezler! Lakin bazı dizileri izlesem de, ara ara bakınsam da, kumandayla kalandan kanala atlarken 3-5 dakika o dizide kalmış olsam da, yaratıcılıktan uzak pek çok standart saptamalar yaptım. Bana göre dizi yapımcıları ve senaristler aşırı klişe takılmaktalar. Bana da baygınlık geldi bu durumdan. İşte bugüne kadar saptadıklarım:

-Öncelikle dizilerde hikayeler 2 farklı ortamda geçer;
Ya İstanbul’da
Ya da ağalığın hüküm sürdüğü köy kültüründe
-İstanbulda geçen dizi senaryolarında esas oğlan hep ama hep zengindir, para babasıdır, geniş bir ailesi vardır, genelde maaile hepsi bir evde yaşarlar. Esas oğlanın bir süpermarkette kasiyer olduğu ya da bir bankada güvenlik görevlisi olduğuna raslamadım.
Köy kültüründe geçen senaryolarda da esas oğlan hep ağadır, paşadır, eşkiyadır, büyük oynar. Bugüne kadar köyün çobanı olup davar güden bir esas oğlanlı dizi görmedim.
- Evlere baktığımızda da, anacım bir kere de esas karakterler apartmanda otursunlar, şöyle 3 oda 1 salonlu ev olsun, dışarıda park yeri arasınlar, eve geldiklerinde ev dandini olsun, yemek yapsınlar, yook olmaz, tüm evler şato, malikane, saray yavrusudur. Hepsi şehir dışındadır.İstanbul karmaşası yoktur hiç, trafik bomboştur.
Köyde ya da kasabada geçenlerde ise sanırsınız hepsi eflak kalesi! dışarıda kara suratlı çirkin adamlar nöbette, evlerde yüksek kaleler, içerde birbirinden ilginç kımıl zararlıları, gerzek besleme kızlar, mutfakta bir ahali insan, antika halı ve eşyalar. Ben bugüne kadar kerpiçten derme çatma bir köy damında geçen filmi görmedim. Hani helası dışarıda olan, yere yapılmış bir deliğe hacetini gördüğün ve sifon yerine 1 adet maşrapanın yeterli olduğu!
-Esas oğlan eğer büyük şehirdeyse genellikle ya tekstilci ya da inşaat işleriyle uğraşan bir holding patronudur. Kadın seyirciler devlet memuru esas oğlanı istemezler sanırım. İlla ki patron olacak. Vakur, suratsız, küstah ama ateşli! Bu esas oğlan bir holdingde çalışmış olsun tamam anladık da, neden illa ki patron olmak illa ki sadrazam gibi hayvani bir odada boş boş otururlar? Her ne kadar işadamı imajı verseler de, tam olarak hangi işi yaptıklarını anlamayız. Odalarında boş boş oturup dakkada bir odaya giren gerzek aile fertlerinin sorunlarıyla uğraşırlar.
Esas olan kırsaldaysa da hep ağadır ya, bu ağa aslında büyük şehir ya da yurtdışında eğitim görmüş mürekkep yalamıştır. Ama para da b.k gibidir, nedense okuduğu konu hep işletme olmalıdır ki bir şirkette çalışacağına köyüne döner, köyde marabalarına” dağılın leyynn, ben ağayımmm, bu kan davası biteceekkk” şeklinde nidalar atar. Köylü değişir mi? Nerdeee? 1000 yıllık töre, ağanın yeni yetme sidikli oğluna pabuç bırakır mı? Zaten yeni yetme ağa bozuntusuna kıl olanlar mutlak vardır ve ağanın fiyakasını en kısa sürede de çizerler ki bunlar da dizinin karakter oyuncusu sıfatıyla yıldız olamamış oyunculardır. Büyük şehirden köyüne bir b.k olamadan dönen ezik-sönük, iş bulamamış bir esas oğlan bugüne kadar görülmemiştir.
-Arabalara gelelim. Ben bugüne kadar Hyundai, tofaş ford kullananan bir esas oğlan görmedim arkadaşlar. Hepsi ya cip, ya hayvani minibüsler ya da son model spor yere değecek kadar yakın arabalr.. kardeşim, burası Türkiye, o arabalar dışarıda durur, takip eder, takip edilir, kaza yapar ama hep gıcırdır. Köy dizilerinde de traktör kullanan ağaya rastlamadım. Hepsi cip kullanırlar. Ama marabasının kıçına giyeceği don yoktur, o ayrı tabi! Ya da köyünün yolu yoktur, köyün suyu yoktur ama ağa cipe biner, köy meydanına iner, köylüler çeşme başında su doldururlar, e sen ne biçim ağasın, bir yol yaptıramamışsın köyüne? Kim kale alsın ki seni?
-Ve esas kıza gelelim… bu esas kız denen aslında şabalığın tekidir canlarım. Ben bu esas kızların içinde kafası çalışanına hiç rastlamadım. Bunlar da genelde erkeğin tam tersi özellikte olurlar. Bir kere hiçbiri zenginlik içinde yüzmez. Belki onu terk eden ailesi çok zengindir ama bunu istemediği için fakir bir aileye vermiştir (sorarım size, zengin niye istemesin çocuğunu?), ezilen hor görülen taraf hep bu kızdır. Zengin birine aşık olur hep, gidip de eve damacana su getiren dağıtımcıya aşık olanı görmedim henüz. Haliyle zengin oğlanın anası ne güne durur? Yedirirmiyim len ben o paraları sana şeklinde kıza köstek olur. Kız da baştan dedim ya salağın tekidir o yüzden hep ezik polyanna şeklinde dolanır ortalıkta. Kaynana, görümce, eltileri karşısına alır bu salak polyanna ama bir gün şans ona gülecektir ve o da herkesten intikamını alacak ama onlara tokat atacağına, gül verecektir. Salak işte! Aslında bu esas kız ya öksüz (öküz mü demeliydim acaba) ya da yetimdir. Bu daha bebekken istenmemiş bir acuzedir. Ona bakanlar da dayanamayıp mevlam kayıra deyip küçük yaşlarda sokağa atmışlardır, ya da okul bitince yar saçların lüle lüle demişlerdir. O da kendi başına başka şirket yokmuş gibi o şirkete girip esas oğlana pardon patrona, 1000 kişilik çalışanın yapamadığı şeyi yaparak anında gözüne girmiştir. Hatta 100 tane profesyonel yöneticinin çözemediği önemli bir meseleyi, salakça 1 düşünce şekliyle bu bizim yeni mezun ebleh polyanna çözmüştür.
Köyde geçen dizilerde esas kız hiçbir zaman köy kültüründen çıkmamıştır. Boru değil, ağanın yavuklusu olmak için senin de batı kültürüyle yoğrulmuş olman gerekmektedir. Ama ağanın kökenini bile bile adama ayıla bayıla köye gelir sonra da ağayı ve ordaki marabayı eleştirir herkesi değiştirmeye çalışır. Genelde aptal eder herkesi her b.ka maydonoza olur bu esas kız. Mayın tarlalarına mı girer, berdelli kızları sevdiğine mi kaçırtır, ata biner, dağ taş bayır yasak yerlere geziye çıkar, orda başına 1000 türlü bela gelir, kaçırılır, işkence görür, elalemin başına dert olur ama ağa beyimiz onu çok sever, her şekilde sineye çeker.
-Dizilerde bir başka ortak yan da çocuklardır. Bu çocuklar genelde büyümüş de küçülmüştür. Onlar da anaları gibi ota b.ka maydonoz olurlar.her şeyden anlarlar, büyük insan gibi davranırlar, anneye babaya destek verirler ama otobanda vızır vızır arabalar geçerken kapıyı dannnkk diye açıp otoyala atlayıp arabanın altında kalacak kadar da gerzektirler.
-Normal bir vatandaş 15 günde bir ya da haftada bir eve temizlikçi alırken, esas kızın evinde de mutlaka bir kadını olur. Bu kadın da aynı evin çocukları gibi her şeye maydonozdur. Esas kadın sonuçta erkeği kadar zengin olmadığı ya da kaynanasından zırnık kopartamadığı için bütün gün abuk sabuk işlerde çalışır ama evinde inoks buzdolapları, plazma televizyon, ankastre ocaklar ve mutlaka bir hizmetçisi vardır. Esas kız hiçbir zaman köyde bir marabanın kızı olmadığı için, köylerde bu durum nasıl bilinmemektedir. Ama ağa karısı olduysan emrinde ir sürü 15-18 yaşları arasında sana hayran ebleh kız olacaktır.
-İster İstanbul’da ister köyde geçsin herkes maaile şeklinde yaşarlar. Madem o kadar zenginsin neden ayrı ev tutulmaz? Tüm aile fertleri hizmetliler de dahil küçük bir kasaba nüfusunu aratmayacak kalabalıkta yaşarlar. O yüzdendir ki kimin eli kimin cebindedir belli değildir türk dizilerinde.
-Bu dizilerde kimse çalışmaz aslında. Ama para ir yerden hep gelir. Esas kız bile hangi sahneye bakarsanız bakın hep dışarıda bir dostuyla sohbet ederi yemek yer, çocuklarının okuluna gider, eve gelir, hava hep günlük güneşliktir. Akşam saatleri olsa anlayacağım ama mütemadiyen dışarıdadır bu esas kızlar. Ne görümce ne kaynana çalışır, ne adam çalışır, herkes ya evde ya da dışarıda lak lak yapmaktadır. Esas oğlan ise o şirketin patronu olmasa kovulması muhtemel en işten kaytarıcı olandır. Bu paralar nerden gelir, bu kadar masrafla nasıl başa çıkılır? hiç bilinmez.
-Türk görenekleri içinde pislikten geçilmeyen sokaklardan sonra eve girdiğimizde, ayakkabıları çıkartırı ya; bu dizilerde evde herkes pis ayakkabı ve çamurlu botlarıyla arz-ı endam ederler. Onların evlerinde hijyen kelimesi yasaklanmıştır. Anne çocuğuna büyük büyük laflar eder ama çocuk botlarıyla beyaz koluğun üstüne çıkar ve zıplar, koltuğu batırır ama esas kız, oğluna “seni deyyus, şimdi kırcam boynunu, ulan batırdın canım beyaz koltuğunu, daha taksidi bitmedi” diye asla kızmaz. Çünkü kendisi de kürek kadar ayaklarını sehpaya dayamış ve kirli tabanlarını bize izlettirmektedir. Türk dizi filmlerinde terlik giymek son derece sakıncalı bir faaliyettir.

Bitti, dağılın hadi.

Salı, Kasım 07, 2006

Koyun yerine ucubeleri saysam ne olur?

Dün gece uyku tutmadı, canım sıkkın mı sıkkın, normalde saat 22.00 gibi salonda tarafımca zaptedilen büyük kanapeye paralel yayarak uyuklayan ben, saatin kadrolu ikilisi 01.00’i vurduğunda halen kanepede bir oraya bir buraya dönüyordum. Elimdeki kumandayı nereye şıfıttırsam ya korkulamaca filmi, ya masa başında orta yaşlı bıyıklı adamların oynadığı geyik çevirmece oyunu ya da halen o ebleh Tülin ve Caner’in “sabah sabah avanak kadın nasıl yaratılır?” tarzı programlarından arak görüntüleri yani magazin forevırlar. Tam hazımsızlığım artmıştı ki show tvde pişti denen biri başka şaçmaötesi programda buldum kendimi. Kiss me Mahir denen bir gulyabani ve de yanına oturttukları bir başka medya şabalağı Ajdar! Ve ombudsmanlar tabi ki.. Kimler mi?Bi kere M. Ali Erbil var, Deniz Akaya var, Ajda Pekkan var (acaba Ajdar ismini Ajda’dan mı aldı, bakın bu da ayrı bir konu) , sonra aşk böcüğü Rehamız Muhtarımız var. İnanın ben bilsem bu kadar ucubiğin uykusuzluğumu daha da artıracağını; seyreder miydim hiç? Gerçi Allah razı olsun Ajdar’dan. Beni o kadar güldürdü ki, tüm sıkıntımı atmama yardımcı oldu. Şimdi Ajdar şabalağından incileri aşağıda bilgilerinize arz ediyorum efenim… Ben çok güldüm umarım siz de eğlenirsiniz:
- Ben bugünlere gelmek için 4 yıl bekledim, o yüzden buraya oturmak benim hakkım(eliyle ajda Pekkan’nın oturduğu evsahibi koltuğunu gösteriyor)
- Hayatta bu koltuklara oturmam ben koskoca bir Ajdar’ım (eliyle mahir’in yanını yani konuk sandalyelerini gösteriyor)
- Beni bütün dünya ve Türkiye tanıyor
- Sezen aksu 30 yılda gelmiş bugüne, bense bir Nane ile bir Çikita Muz ile 4 senede geldim
- Tarkan rakibim olamaz, o bir Nane, bir Çikita Muz üretebilmiş mi?
- Ben sanatçıyım ama ayrıca makine mühendisiyim, öyle bir dehayım ki sanatçılığımla bu yerlere geldiğim gibi, mühendisliğimle başbakan da olurum.

Olursun yavrum, yaparsın yavrucum, olursun koçum benim.. Sende değil ki kabahat be koçum; seni oraya çıkartan silgi beyinlerde kabahat, seni alkışlayanlarda, seyirciye pavlov köpeği muamelesi yapıp komutla alkışlatanlarda, seni adam sayıp kamuoyu karşısına çıkartanlarda. Senin başa gelenlerden neyin eksik einstein’ım. Türkiye senle gurur duyuyor (esef mi demeliydim acaba?)İşte Toplu iğneniz büyük bir hizmeti size sunuyor… Gerçek müzikten anlayanlara ve gerçek sanatçı sevenlere..işte Ajdarın çikitası…

http://www.youtube.com/watch?v=8c3YRPGppPM

Çarşamba, Kasım 01, 2006

Geri vitesle nasıl araba parkedilemez?

Bir kadının anatomisine baktığımızda bazı durumlarda o anatomik yapının kalleşçe kadına ihanet ettiğini görürüz. Nedir kadın? Kırılgan ama güçlü hem de kaya gibi (bi de taş gibi sıfatı vardır kaya gibi dersin, güçlü-sağlam dedin diye onur duyar; taş gibi dersin, hemen seksüel bir anlama kaydırıverirler- neyse konudan uzaklaşmayayım çok- dönelim tekrar kaldığımız yere) sonra kadın anaçtır, derleyendir, düzendir, yasadır, çiçektir, zariftir, güzeldir, üretendir, etkendir hem de ayrıca edilgendir, güzeldir, kalbi sıcacıktır, tüm sevdiklerin bağışlamıştır, panterdir, kızar, parlar, kavga eder ama çok sever… Kadın ayrıca erkektir, güçtür, tarlada fabrikada çalışandır, çalışkandır, anadır, babadır, korkusuzdur, terazidir, adildir, kadın cazibedir, tutkudur, şaraptır…

Bunları duydunuz hepiniz selam durdunuz, mayıştınız, ruhunuz okşandı, yumuşadınız değil mi?

Peki be Allahın cezası kadın; NEDEN ama NEDEN arabayı geri geri sürüp sağdaki 3 arabalık boş yere park edemezsin? Ve tüm trafiği felç edersin? Yukarıdaki övgüleri sana boşuna mı yazdık! GERRRİİİY , GERRRİİİİY (Burhan gibi okuyun ltf)

Pazartesi, Ekim 30, 2006

İşte aşağıda bahsettiğim o gülen gözlerin sahibi!

Resim internetten, VomArt'tan...
Uzun yazı yazınca blogum resim koymama izin vermiyor. Ben de bu resmi koymak istedim. İşte benim yakışıklım... Ben bugüne kadar böyle güzel gülen, içimi ısıtan, bana güven veren bir devlet adamı görmedim çünkü. Siz de bakın, sizin de içinizi ısıtsın hem de ömür boyu...

Ülkemin En Büyük Bayramı Kutlu Olsun

Ben genellikle dini bayramlarda kutlama yazısı yazmam. Çünkü bana yapmacık gelir; hele hele "iyi bayramlar, bayramınız mübarek olsun, hayırlı bayramlar" tarzı klişe laflar bünyede haliylen gaz yapar. Düşünsenize adam ailesiyle arife öncesinden kaçmış bir 5 yıldızlı otele; 1 ay boyunca tutmadığı orucun üstüne sanki kıtlıktan çıkmış gibi beşinci kez turladığı açık büfeden elinde tatlı ve avanesi ile birlikte döner; masanın üstü sadece birer çatal alınıp bırakılmış bir sürü artık yemek tabağıyla doludur. Bir kadeh şarap beğenilmemiş, yanında rakı bardağı, yine masada ısınmış yarım bira dolu bardağa rağmen; adam oğluna, hadi kalk bir kola al bana, hazım yapsın diyecek kadar da hazımsızdır.

Sonra adama dı dıt dıt dı dıtt şeklinde bir mesaj gelir aynen bana da geldiği gibi; “Bayramların sultanı, hayırların en hayırlısı mübarek Ramazan Bayramınızı kutlar, sağlık ve mutluluklar dileriz”. Adam yağlı parmaklarıyla cep telefonunun aşağı ok’uyla en alta iner, “laan nesrin, kamillerden bayram mesajı geldi; sen de yaz bişeyler de gönderelim de ayıp olmasın, lan berk oğlum, git bi kola daha al, gaaarrg, estağfurullah ya rabbim şükür; lan beeerrk oğlum bi bira daha al bana, ha bi de dondurma al bakem.. şişşş nesrin, yazdın mı kamillere mesaj neyin?” “ya ellerim yağlı, iki saat yaz yaz öldüm zaten bugün”, “yahu alem karısın nesrin; bak dün nadirlerden gelen mesaj vardı hani şiirli mirli, kafiyeli, al işte onu gönder aynen olduğu gibi, hem kamil sever öyle şiirli şeyleri”…

İşte bu yüzden midir nedir ben bu bu bayramları fazla ciddiye almam; zaten ben ümmetçi bir insan olmadığım için milli değerlere ait olan bayramlar beni ilgilendiriyor. Yoksa ramazan bayramım kutlu olsa ne yazar, hayırlara vesile olsa ne yazar?

İşte bu yüzden; hepimizin cumhuriyet bayramımız kutlu olsun. Cumhuriyet demek; özgürlüğümün iadesi demek, hürriyetim demek, kaderimizin değişmesi demek, beynimin ve vicdanımın özgürlüğü demek, yaşama hakkımın bana iadesi demek, kaderimin padişah tarafından güdülen bir koyun olmaktan öteye geçmesi demek, başbakan bile olabilme hakkı demek, milletin seçtiği ve seçerek bir yere getirebildiği vekil olabilmek demek, çoban olmaktan sıyrılıp dünyayla ticaret yapma şansı demek, dünyayı dolaşabilmek demek, tekkelerde konuşup jet skide şaşabilmek demek…

Ben cumhuriyeti çok ama çok seviyorum. Seni de çok seviyorum yakışıklı. Hep o gülen gözlerinle içimizi ısıt olur mu? Senin gibi birinin bir daha gelmesi çok zor biliyorum, belki de sen bizim tek şansımızdın; ama biz senden sonra bunu değerlendiremedik. Ama elbet bir gün… Elbet yakışıklı…

Çarşamba, Ekim 18, 2006

Ne olur biri bana "Bu bir şaka" desin

Bakın bu benim ve benim gibilerin atlaması için yapılmış bir oyun olsun mesela. Ben razıyım sazan damgasını yemeye, kefal denmesine, gerekirse an aşağılık balık türü bile olabilirim. Yeter ki biri bana "İğne hanım, bu resim fotomontaj; vallahi de billahi de doğru değil; laik düzen savunucularının (!) yaptığı bir çeşit provakasyon" desin. Yalvarıyorum bu resim ve yazılanlar gerçek olmasın.


Perşembe, Ekim 12, 2006

KAŞINTIM VAR...

Tut şu sivri dilini ota çiçeğe maydanoz olma diyor iç sesim ama elimde değil ki! Şimdi bugün 2 farklı konuya değineceğim sizlere.

1. Kendilerine Sosyetik elit diyen bir avuç görgüsüz Avrupa hayranı şuursuz varlık; bunca sorun varken bakın bugün Hürriyet Kelebek’e ne gibi önemli (!) demeçler vermiş. Haydi okuyalım bakalım…
… Neslihan Kozanoğlu, dostlarını yanına alıp Veliefendi'ye çıkarma yaptı!... S-mall Report dergisi için özel bir prodüksiyon hazırlayan Kozanoğlu, böyle bir projeye neden gerek duyduğunu şu sözlerle anlattı: "İngiltere Kraliyet Ailesi'nden kadınların müthiş şık kıyafetler ile katıldığı Royal Askot yarışları, her zaman dikkatimi çekmiştir. Aristokrasiyi yansıtan bu seçkin ambiyans, dünya hipodromları için sıradan bir şey aslında. Türkiye'deki hipodromlarda bu ambiyansın yaratılmamasına şaşarım." …Kozanoğlu, yazısında Türkiye'de aristokrasinin yok olduğunu da değindi: "... Siz hiç, örneğin, av partisine çıkan, lüks piknik yapan, at yarışı izlemeye hipodroma giden bir elit gördünüz mü Türkiye'de? Hani denir ya hep 'Bu ülkede orta sınıf bitti' diye, asıl aristokrası yok oluyor bu ülkede."…

Vah anam babam vah… Ben de üzüldüm kadıncağızın bu demecini okuyunca. Kendisinin anası da Napolyon'un Jozefini idi zaten, babasını artık siz düşünün. Yok mudur bir Allahın kulu bu ülkede; aristokrasiyi koruyacak ha yok mu? Tüüüü size; av partisine çıkmak istiyorlar, lüks piknik yapmak istiyorlar (çizgili pijamasız, kömürsüz, mangalsız, karpuzsuz), at yarışı izlemek istiyorlar, şapkalı, düğüne gider gibi, özel localarında şampanyalarını içmek istiyorlar. Nerde bu devlet, nerde bu millet? Tüüüü, yazıklar olsun size. El atın sayın yetkililer şu işe; bu asil kadın ve saz arkadaşları için kampanya açalım; sivil toplum örgütleri size sesleniyorum; aristokrasi yok oluyor bu ülkede. Ne leydilik kaldı ne de baronluk! Ne baronlar gördü bu millet vakti zamanında! Leydiler yok oldu, lordlar kaçıp gittiler. Tek leydimiz Güngör Bayrak kaldı, yakışmıyor bize, ayıp ayıp, Tüüüü hepimize…

2. Ben de Nobel ödülü alacağım seneye…
Ey ahali; bugünden ötesi yok kitap yazmaya başlıyorum. Şu meşhur kitap “Çılgın Türkler” var ya. İşte bendeniz de şimdiden ismini bulduğum kitabım için sallamaya başlıyorum. Öyle bir isim buldum ki seneye Nobel’i elimde bilin. Konusu mu? Şöyle ki…
-Türklerin Amerikanın keşfiyle katlettiği 20 milyon Kızılderililerin öyküsü
-Türklerin Hiroşimaya attıkları Atom bombasında ölen Japonların dramı
-Türklerin Çin seddine yıkması ve altında milyarlarca Çinlinin kalması ve çin dramı
-Türklerin 2. dünya savaşında binlerce yahudiyi kaynar kazana atması ve üstüne zevkten göbek atması
-Türklerin kurtuluş savaşında katliam yaptığı binlerce Fransız, İtalyan, İngiliz üniformalı zavallı biçare askerler
-Türklerin buz denizinde Titanik adlı gemiyi içindeki yolculara aldırmadan buzul dağına çarptırak batırması

Nasıl konular ama? Hepsi olacak bu kitabın içinde. İsmi ne mi olacak? Tabi ki Çılgın Türkler değil… “A.İ TÜRKLER” (TAM 3 HARFLİ)
SÖYLEYİN BANA SİZCE ALMAZ MIYIM SENEYE NOBELİ?

Perşembe, Ekim 05, 2006

İğne Abla

Hep merak etmişimdir; köşeleri olan “DERMAN ABLALAR”ı. Gerçekten insanlar, dertlerini kim olduklarını, neci olduklarını, eğitimlerini, değer yargılarını bilmedikleri bu Derman ablalara neden yazarlar diye ya da acaba bu sözkonusu faili meçhul kişiler rumuzlarının ötesinde kayıtlı, somut birer T.C. midirler? Acaba bu derman ablalar kendi kendilerine, gündemdeki magazinsel ya da sosyal konuya göre oturup bir drama mı yazarlar?

İçten içe de tav olurum; bu derman ablalar neden şu salağa haddini bildirmez de dünya iyisi, saf polyyanna haliyle cevap yazar diye? Hem ben olsam ona şöyle şöyle derim; salağa bak, nasıl böyle bir soru sorabilirim, ah ben olacaktım o derman abla, alacaktı bir üsturuplu cevap diyecektim. Derman abla olamadım tabi, hoş eşe dosta, kendime, aileme çok akıl fikir vermişimdir ama bana sorulan sorular Derman abla tarzı değildi ki; ben salakça sorulara cevap vermek istiyordum.

Ta ki… Bugün kelebekte Güzin abla köşesine gelen birkaç salak dert mektubunu görünce; kızım iine, tam senlik bu sorular; hadi bakalım ver cevap şunlara dedim. Ama benim köşem yok ki dedi iç sesim. İç sesim kendi tezini yine kendi çürüttü; "ama iğnecim senin bir blogun var; yaz orda; hem belki epeydir sesini soluğunu çıkarmadığın için blog dostlarına hoş bir süprizin olur" dedi.
İşte ben olsam vereceğim cevabım:

RUMUZ: KORKUYORUM
... Ben bir biseksüelim evlenmeli miyim Sevgili Güzin Abla, ben Almanya’da bir erkek arkadaşımla yaşıyorum. O, 33 yaşında, ben ise 27 yaşında genç ve oldukça yakışıklı bir erkeğim. Daha önce bu ilişkiyi bitirmek istedim, ama olmadı. Kadınlara da ilgi duyabiliyor, zaman zaman onlarla da birlikte oluyorum. Kısacası ben şu son günlerin tabiriyle biseksüel bir gencim…Çevremdeki kızlardan da teklif almama rağmen sevdiğim adamla olmayı tercih ediyorum. Ve şimdi o benimle evlenmek istiyor. Avrupa’da biliyorsunuz, erkek erkeğe evlenmek mümkün. Ama ilerde Türkiye’de sorun yaşar mıyım? Ya da şimdi beraber olduğum kişiyle bir sorun yaşarsam, boşanabilir miyim? Ya boşanmak istemezse? İlerde istersem, Türkiye’de normal bir evlilik yapabilir miyim? Belki ilerde bir kadınla evlenmeyi tercih edebilirim. Ayrıca o beni çok kıskanıyor. Bundan çok korkuyorum. Beni bu kadar sevmesi ve kıskanması beni ürkütüyor. Ne yapayım?...

İğne Abla:
Sevgili “Korkuyorum”. Korkma! Hem niye korkuyorsun ki? Maşallah kazık kadar adamsın… pardon kadınsın… ya yok bu da olmadı; adamsın… yok yok… aman , neyse işte maşallah kazık kadar insansın. Hah bu tanımlama iyi oldu evladım. Tabi insanlık hali; Allah 2 tane insan türü yaratmış; gerçi Adem’in yanına Havva’yı göndermiş, Davud’u değil; değil mi yavrucuğum? Demek ki bir bildiği varmış. Erkek erkeğe evlendiğimde bir sorun yaşar mıyım, evlenince Türkiye’ye yerleşeceğim de diye yazmışsın. Sen en son ne zaman geldin Türkiye’ye benim canım kızım; pardon oğlum? Boşuna vesveseyi bırak. Sen gelmeyeli ülkemiz çok değişti; genellikle bir genç kızın bir erkekle el ele sarmaş dolaş gezmesi toplumda infial yaratmaktadır. Sevgilin karşı cins olsa, parkta falan seni el ele diz dize görseler, seni linç edebilirler; ama aynı cins sevgilin olursa buna pek karışacaklarını tahmin etmiyorum. Hatta her ikiniz de sahnelere ve sanat camiasına kendinizi atıp kısa sürede meşhur olup paraya para demezsiniz. Geceleri lüks gece programlarında biseksüel şarkıcı olarak sahne alır, sabahları kadın programlarında sunucu olursunuz, dargınları barşıtırır, barışanları küstürürsünüz. Sen de evliler kervanına katılmaya karar vermişsin. Öncelikle zevcen ile pardon karın ile; ay pardon kocan ile; yok bu da olmadı; neyse eşin ile sana şimdiden mutluluklar diliyorum. Ülkeme dönünce boşanabilir miyim diye bana sormuşsun. Valla eşini değil boşamak, istersen eşleri 4’leyebilirsin. Ama bunu Almanya’da değil, Türkiye’de yapabilirsin; o yüzden sana vatanına dönmeni tavsiye ederim. Beni kıskanmasından ürküyorum demişsin. Ürkme evladım; Vatanına, yurdunun ve milletinin şevkatli kollarına gel. Sen kıskanılmaktan değil; eşinle ülkeye kesin dönüş yaptığında sana her çevreden yapılacak olan o büyük sevgi gösterilerinden ürk. İnanamazsın çok sevecekler seni; hele seni eşinle sokakta sarmaş dolaş gördüklerinde, hele hele bir parkta öpüşürken; sizi o kadar çok sevecekler ki kocanla seni o büyük sevgileriyle ürkütecekler. Ama taa en başında da dediğim gibi; KORKMA!

Perşembe, Eylül 28, 2006

TÜRKÜZ, TÜRKSÜN, TÜRK -yazı dizisi (1)

Sizin de eminim dikkatinizden kaçmamıştır; ne de olsa aynı topraklarda yaşıyor, aynı suyu içiyor, aynı havayı soluyoruz. Zaman zaman bulaşıyor bize de, akıllı olanlar kıyısından köşesinden dönüyor,doğru yolu buluyor ancak yine de yaptığımız akıl almaz ve açıklanamaz gerzeklikler kendi aramızda “adamın biri…” diye başlayan ve sonra “ahhaa haaaa” diye gülme efektleriyle devam eden hikayelere konu oluyor. Ben de üşenmedim, bugüne kadar gözümden kaçmayan biz çılgın Türklere özgü gerzeklikleri ile igili bir iki saptama ve genelleme yaptım. Belki aklıma gelip de yazamadığım noktalar vardır; artık onları da siz tamamlarsınız. Devamı diğer yazıda, önce bunu bir okuyun; blogum uzun yazmama gıcık çünkü; ancak bölerek yayınlıyorum

Türk halkının düğün halleri:

Pasta kesilir; gelinle damadın birbirlerine pasta yedirmek gibi kollarını birbirlerinin kafasından boynundan dolandırıp yedirmeleri gibi bir şart oluşmuştur. Herkes kendine düşen pasta parçasını kendisi neden yiyemez bunu anlayabilmiş değilim. Bir de şampanya niyetine köpek öldüren koyarlar gelinle damadın kadehlerine ki, o içki dolu kadehleri mal gibi herkesin içinde durarak fondip yapabilen gelinle damadı henüz görmemişimdir. O kadehleri de aynı pasta gibi birbirlerine içirmek için gelin ve damat epey efor sarfederler. Kendi kadehlerinden kendilerinin içmesine nedense pek sıcak bakılmaz düğünlerde.

Düğünlerde de anlamsızca halay ekibi oluşturulur. Bu ekipte boy sırası aranmayacağı için tanımadığınız insanlarla el ele tutuşarak ve muhtemelen terden iğrenç kokan bir adamın terli ve nemli parmaklarına parmaklarınızı geçirerek ayaklarınızla yan yan uzun adımlar atmaya başlarsınız. Büyük ihtimalle yanınızda da küçük bir çocuk sizin parmaklarınıza yapışarak halay çemberine katılır ve boy farkının yarattığı ikilemle salak salak “çemberimde gül oya” olursunuz. Bu halay uzun bir müddet devam eder zaten; öyle büyür ki, kendinizi bir anda düğün salonunun kapısından dışarı doğru yan yan uzun adımlar atarak çıkarken bulursunuz, enginlere sığmaz taşarsınız çünkü. En nihayet birinin aklına yorulduğu gelir ve ilk terk ediş sinyalini çakar; kan ter içinde siz de ayrılanlar kervanına katılmak ister fakat son dakika da halaya katılmak isteyen bir başka salağın devreye girip parmaklarınızı kapmasıyla, zurnacının nefesinin insafa gelmesini beklersiniz.

Yine düğünlerde küçük kız çocuklarına gelinliğe benzeyen kabarık tuvaletler giydirilir, saçına gelin topuzu ve yanlarda sarkan lüleler yapılır. Yüzünde de çocuk pornosuna yakışır ağır makyaj yapar anaları. Hayır benim anlamadığım gelin sen değilsin ki? Kim bakacak sana? Sen alt tarafı cüce gibi ortalıkta dolaşan ebleh bir çocuksun. Geline bakıp dedikodusunu yapmak varken sana kim bakacak? Hem senin beğenilme yaşın gelmedi daha; olsa olsa pedofili’ler bakar sana! Onu da Allah korusun, hayatta karşına çıksın istemem. Annelere de gıcık oluyorum ben.. Nedir o kız çocuğunun hali? Küçük gelin olmasa çocuk bunalıma mı girer? Hele o küçük çocuğun yüzünü gözünü muhabbet kuşu gibi rengarenk boyamazlar mı? Ben duvak takanı da görmüştüm; iyi gerdeğe de sokun bari; töbe töbe!

Salı, Eylül 19, 2006

KUŞ İSİMLERİ

Güzelim yurdumda hayvanlara abuk sabuk isimler takılır ya ben bu yazımda bu konuya giriyorum arkadaşlar; haberiniz olsun.

Şimdi suya sabuna dokunmayan bu tür konular da nerden çıktı demeyin; elif şafak adına; ab’ye ayıp olmasın diye kanun değiştirmeye çalışacaklar ya bizim vekillerimiz; şimdi bir de T.İ. için de benzeri uğraşlarda olmasınlar diye napiyim; benim de vatandaşlık görevim bu; şimdi dalacağım dokunmaya; sonra bana da dokunacaklar yer misin yemez misin ba’bında; ben de istedim ki büyüklerimin başına dert olmayayım; benim için derin uykularından uyanmasınlar – pardon tatillerinden kalmasınlar; benim yüzümden saatlerce toplantı yapıp başlarını geyik derisinden koltuklara dayayıp uyuklamak zorunda kalmasınlar; gitsin mis gibi yatacıklarında kimbilir hangi eşlerini o akşam seçip “o piti piti” yapsınlar.. İşte ben bunlara sebep olmak istemedim ve hızlıca gelelim şu kuş isimlerine….

Herhalde hemen hemen hepimizin evinde, akrabasında, bir muhabbet kuşu furyası olmuştur değil mi? Ben gıcık olurum normalde bilimum kanatlı hayvanatlara. Korkarım çünkü, tırsarım; artık psikolojik mi deyin, çocukken bir travma geçirmişsin kızım sen mi deyin; ben gerçekten kuşlardan (özellikle de karga, martı, güvercin gibi) kafama doğru pike yapan yaratıklardan acaip korkarım. Fobi olayı! Ama bu korkum sebebiyle kendimi bildim bileli kuş tüyü yastık ve yorganlarda dahi yatamadım; konak meydanında sürekli bankaların dibinden, emniyet müdürlüğünün dibinden yürüdüm; sırf meydanda güvercinlere yem olmayayım (!) diye. Hatta büyük ihtimalle bu kurumların kameralarında da yakalanmış olabilirim; düşünsenize; emniyetteki nöbetçi, amirine :"efendim gene aynı kız, aynı yerden geçti; surat ifadesi de oldukça ürkmüş gibiydi; sağa sola ve havaya bakıyor sürekli; hergün buradan geçiyor; alalım mı içeri?” “elleme kalsın, neymiş derdi? Adam takalım yarın”; ya da bankalarda da benzeri bir görüşme yapılmış olabilir hakkımda : banka güvenlik görevlisi müdüre “müdürüm bu kız hergün bizim bankanın duvarlarına sürünerek geçiyor ve hatta bankamatiğin içine girip uzun bir süre dışarıya aptal aptal bakıp içerde duruyor ne para yatırıyor ne de çekiyor; bankamatik hırsızı olabilir mi?” “hıımmm, genel merkeze gönderelim görüntüleri, belki sabıkası vardır, tanıyabilirler; bunlar örgüt de olabilirler; özellikle emekli aylıklarını çeken yaşlılara musallat oluyorlar; bunlar çete; çete!”

İşte benim kuş fobim bu boyutlardadır. Bir gün başıma kesin bir iş gelecek benim;eminim. Ya yine nerden nereye geldim. Benim bu kadar berbat bir korkum olsun, kötü ve hain kadın B.
yani annem de tüm korkuma inat, eve bir adet muhabbet kuşu alsın!!! Kadere bakın ki işten eve gelmişim, kapıyı açtım ve karşımda hayvani bir kafes; ve içinde yan durmuş ve bana dik dik bakan yeşil renkli bir yaratık. Ben çığlığı bastım tabi, kuş da başladı çırpınmaya. Ben bağırıyorum o çırpınıyor ki annem geldi; kızım ne bağırıyorsun avaz avaz? Anne dedim kku kuu kkkkuuuuşşş. Eeee dedi, ne olmuş? Anne sen manyak mısın, yoksa bana gıcık mısın?ben kuştan korkarım ne alıp getirdin bunu eve? Kızım dedi, o kuş değil muhabbet kuşu, sanki eve kartal almışım gibi ne bu heyecan? Baksana daha yavru o; aguuucukk, ooğğ, miniş, yavrum..

Minişşşş? Bu ne yav? Miniş de ne demek? Miniş ne anne dedim? Dedi ne güzel de mi, minicik ya, miniş onun ismi? Dedim sen mi buldun? Evet görür görmez bu ismi taktım kendisine. Tebrik ederim anne; yani süper yaratıcısın; sen Allah bilir bir tane daha alırsın adını cankuş da koyarsın.. aaa dedi koymam dedenler de aldı bugün; onlarınkinin adını cankuş koyduk. Valla bravo dedim; ailecek yaratıcılık had safhada! Aman sen de bi b.k beğenmezsin, ne koycaktık küçücük kuşa herkül mü? dedi :)

Sonra bu ebleh kuşları evlerde besleme furyası tüm Türkiye'yi sardı, tv'lere falan çıkmaya başladı bu mahlukatlar. Genelde “pez.vnk; en büyük Fenerbahçe, gs, gs cimbombom, kapıyı aç, ananı öpeyim tarzı kelimeler öğreterek kuşlarımızın ama özellikle de kendimizin ne kadar zeki olduğunu cümle aleme duyuran bir milletiz biz. “Haydi cankuş bir pez.vnk de oğum, p-e-z-.-venk” kuş ebleh ebleh gözlerini yan devirerek bakar sana kafes arkasından; sen de sahibi olarak kendini bilim adamı, zoolog olarak görürsün, gururla ve hırsla mahlukata “pez.venk” kelimesini ezberletmeye çalışırsın…

Sonra İstanbul’daki dayımlara gittik ki onlar abartmışlar ve bir adet yetmemiş iki tane almışlar; sanırım üreme çiftliği kurmayı planladılar; hani K-9 çiftlikleri var ya; eğitim falan da veriyorlar köpeğinize. Düşünsenize; “kuşumu getirdim çiftliğinize”, “hööö, buyrun iyi etmişsiniz kuşunuzu görebilir miyim?”.. yahu var mı böyle bir muhabbet arkadaşlar? Neyse isimlerini sordum; amacım güzel insanımın doğru düzgün bir isim koyabileceğinden emin olmaktı. “bu çıtır dedi, bu da pıtır!”; derin bir sessizlik oldu tabi ben de. Tekrarladım yengeme; hangisi çıtır, hangisi pıtır? Dedi ki sarı olan çıtır, beyaz-sarı olan pıtır, eh dedim “sen öyle uygun gördüysen, Allah analı babalı büyütsün de yalnız ben buradayken yalvarırım 1-dışarı asla çıkartma, ev içinde dolaşırsa ya o ya ben…2- sabahın kör vakti car car bağırır bunlar, akşamdan karanlık bir yere kapat bunları”

İzmir’e döndük dedemler seyahatteyken kuşu komşuya bırakmışlar,o da pıırrrrr özgürlüğe kavuşmuş, dedem çok üzüldü çünkü ona pez.venk demeyi öğretmişti tam 3 ay boyunca. Şimdi tüm emekleri boşa gitmişti. Gitti çarşıdan yeni bir tane aldı. Ona da aliş ismini verdi, bizdeki de miniş.. ay dedim bunlar ikili olup talk show yapsalar ya; aliş ve miniş diye; gerçi bizimki ben evde sürekli çığlık attığım için hafiften arıza bir tip olmuştu; konuşmuyor sadece car car car diye ötüyordu; ama olsun gene de birbirlerini tamamlarlardı; sonra miniş rahmetli oldu (valla ben bir şey yapmadım, yaklaşamazdım bile korkudan yanına). Annem bu sefer mor renkli aldı; sanki araba alıyorsun anasını satiyim; renk renk; model model. İş yerinde harbi dövülesi, dalga geçilesi bir böcük var… kızamıyorsun da şapşal çünkü. İsmi de pek komik. Anne dedim, bu yeni kuşun adını ben koyucam, hatta buldum da ismini... “eh koy madem; ne koyacaksın, abuk sabuk bir şey koyma ama yazık hayvana?” (sanki kendi koydukları çok anlaşılır da…) Dedim: “Şakir”!

Salı, Eylül 12, 2006

Bu da Varan 2: Varan 1'i okumadan bunu okuma; anlamsız oluyor çünkü

Eğer halen başlığı anlamayıp Varan 2'ye dalıp okuyorsan, bu son uyarıdır okuyucu.. Bir önceki yazıya in ve Varan 1'i oku. Yok hala inat ediyorsan; benden günah gitti; bana ne; oku o zaman.

Varan 2:
... Şimdi işin komedisi bundan başlıyor. Bendenizin kozmopolit sınıfımızda epey bir platonik hayranı vardı övünmek gibi olmasın ama tipleri görseniz bana güler sonra da acırdınız. Benim üniv. yıllarında hiç erkek arkadaşım olmamasını okuduğum bu okula bağlarım ben. Bir de o yılların iğrenç giyim zevkini de üstüne koyarsanız; hepsi sabunluktu anlıyacağınız. İşte bu vatandaşların en seçmelerinden oluşan türkücü emrah, izzet yıldızhan, piyanist şantör kılıklı bu arkadaşlar arasında ben pek popülerdim. Onlar kendini halk çocuğu beni de sosyete İzmirli şımarık zengin kızı gibi görüp kendilerince acı çekerek platonikliğin zirvesini yapıyorlardı, bense çok eğleniyordum. Fotoğrafçılık hocasının oluşturduğu 100 kişilik grubumuzun içine nedense bunların tümü de girmişti. Doğadayken işim rahattı genelde makine hangisinin eline geçtiyse, beni çekmek için uğraşıyorlardı, havam 1500dü ama gel gör ki ya karanlık oda? Ah salak T.İ; k.ç kadar karanlık odada bu kadar insanla yan yana kalırsan; ve bu hayranların da karanlıkta k.çının dibinden ayrılmazlarsa? Hiç düşünmedin değil mi bunu?

Hoca: “hadi bakalım grup yan yana toplansın, şimdi filmi makinedan çıkarıcaz ama ışıkları söndürüyoruz, aksi taktirde filmler yanar; şimdi söndürdüm ışıkları, size filmi çıkarın diycem sarmaya başlayacaksınız sonra çıkaracaksınız. Hepinizin işi bitince kırmızı ışığı açıcam tamam mı? İğne nerdesin, çekil ışığın ordan, geç grubunun yanına”
Berbat 1 tecrübeydi arkadaşlar. K.çımdan ayrılmayan 3 tane hayran; karanlıkta uyuz oldum, tırstım, kokanı da var, terlisi de, sakarı da, eblehi de. Sağım solum sobe durumdayım; gözler karanlıkta belli bir süre sonra alışınca bana bakan o gözleri fark ettim; midem bulandı, sıcak ve yapış yapışız, oda küçük dibimde bir sürü insan var ve ben bana değilmesinden hiç hoşlanmam ama herkes bana terli terli değiyor. Baktım x,y,z üçlemesi farklı koordinatlardan taaruza geçiyorlar; bahaneleri de hazır; makina çok ağır sen filmi açamazsın biz sana yardım edelim: yok dedim, sıra bende, ben deniycem, yapamazsam alırsınız, yalnız biraz açılır mısınız, havasız kaldım” dedim. Yok anacım; kimse açılmadı kokudan bayılmak üzereyim; bana gelenler geldi; önüne gelen yapıştı sülük gibi , ben de bir “yaa Allah” çektim; makineyi açmasına açtım ama açarken tam 3 adet kurban verdim :) Nasıl mı? Birinin boyu benden bir hayli uzundu; doğal olarak beline gelen ben; makinenın kapağını açarken dirseğimle çocuğun malum yerine haşırt diye dirseğimle tepik attım; elim kaydı olayı; bir diğeri cüceydi resmen ve gözlüklerini çatlattım aynı bahaneyle; çünkü sol dirseğim de oğlanın gözlüğünün üstüne nişan almıştı; diğeri benim boyumdaydı ve öne eğilmişti hey Allah şansa bak ki ağır makine elimden kayıp diğerinin kafasına çaataanaaaak diye geçmişti.

Sınıftan aynı bölgeden 3 adet ahh-oofff-anacım diye inleme sesleri geliyordu, T.İ, o 3-4 dakikalık arayı doğru kullanmış ve 3 salaktan da kurtulmuştu. Seslerden uyuz olan hoca; stüdyoda kırmızı ışık yakıp kıvrılmış iki kat olmuş ve ön tarafını ovuşturan oğlanı, arkasında kafası şişmiş ve hafif yalpalayan oğlanı ve gözlükleri kurumuş tuz gölü gibi çatlamış cüceyi gördü. Oğlum ne oldu size, karanlıkta birbirinizi hacamat etmişsiniz…” “biz yapmadık hocam, makinenin kapağını açıyordu t.i., sonra yanlışlıkla oldu herhalde”, (aslanlarıma bakın; hiçbiri de laf söyletmiyo bana :P).. hoca “ ee t.i. nerde peki? T.İ? T.İİİİİİ? nerdesiiiiin?”…… cevap yok; T.İ; olay yerinden tüymüştü.

Kampus içinde bir yer – “Hey T.İ? napıyon çim üstünde, yoksa dersi mi ektin?” T.İ: (iç ses) hay 100bin kunduz; içerdeki salaklardan kurtuldum ama bu hiç hesapta yoktu, bir sen kusur kalmıştın!”yok canım ne ekmesi, ders erken bitti de bekliyorum diğer dersi” “bak burada yalnız oturma; senin gibi güzel kızı kaparlar.. ehee hee heee hüeee” T.İ: “…..yok ben dersibekliyorum, ne olabilir ki okulda; hem sen beni merak etme, sen fotoğrafçılık dersinde yok muydun?” “he he hee, fark ettin demek yokluğumu, yoktum T.İ.ciğim, annemgiller geldi memleketten onları aldım garajdan; bıraktım yingemgillere; geldim okula; ee nasıl geçti ders; valla nasıl geçsin; benim 3 leşim var sadece” “3 leş mi? Nasıl yani?” T.İ: “valla 3 tane tip bizim sınıftan, sinir ettiler beni, karanlık odadayız, uyardım onları ama o kadar yanaştılar ki sanırım yanlışlıkla 3ünü de gazi yaptım”, “seni rahatsız mı ettiler yoksa, kim onlar, söyle onları benzeteyim” şimdi bu cengaver kılıklı vatandaşımız tüy siklet olup boyu yaklaşık 1.50 civarında; gözlüklü, çelimsiz, fareye benzer biriydi ve o da benim 4. hayranım olup hayranlar listesinde hatırı sayılır bir yeri vardı. “yok canım ben hallettim merak etme; şimdi diğer dersi bekliyorum, sen git ders hala devam ediyor”, “aa gider miyim hiç senin gibi güzel bir kız burada tek başına bırakılır mı?” ya bırakılır oğlum, bırakılır; bırakın da beni okulun çimleri üstünde bir başıma; belki kısmetim açılır; bırakın beni yahu yalvarıyorum nedir bu makus talihim benim, evde kalıcam sizin gibi şapşallar yüzünden. Bu çocuk da nasıl anlatsam size Avrupa yakasında aslı’nın belalısı tacettin var ya hah işte aynı ses tonu, aynı diksiyon, aynı ebleh bakışlar ve aynı salaklık… “T.İ?”, “efendim tacettin (aslında adı başkaydı ki bu isimden daha komikti; şabandı) “T.İ benimle çıkar mısın?” T.İ. : “ neeeeee? Ne dedin sen?” “ne dicem sen şimdi helecandan acıkmışsındır, gel senle öğle yemeğine çıkalım, okulun tabildot yemekhanesine götüreyim seni , orda bu konuyu detaylı konuşuruz; ya da anamgiller geldi ya, istersen yingemgillere de gideriz, mis gibi yemekler vardır evde, hem tanışırsınız kaynaşırsınız” T.İ. “tacettin – pardon şaban ne diyosunn kardeşşşiiim? Duymamış olayım, biz senle arkadaşız, hiç yakışıyor mu sana, hem ben seni istemiyorum ki, bak tacettin hem canım burnumda bugün, bi de senle uğraşmayayım; bak eğer malulen emekli gazeteci olmak istemiyorsan ikile buradan, hadi canım; naş naş”

Aynı gün… yer: alsancak, vittoria; T.İ. taa liseden arkadaşları olan ve 9 eylülde okuyan arkadaşlarıyla buluşmuş kivili kup yiyor (oranın kivili kupu çok meşhurdu)… T.İ.nin arkadaşlarından biri “ay kızım, Burak harika biri, biliyo musun çıkma teklif ettiğinde cece’deydik, ay çok romantikti. Biliyor musun Mazda sxbilmemne’si var; diğeri; ya benimki de mühendislikte okuyo; ismi cenk. Ailesi Antalyalı, kızıımm Antalya sidede otelleri varmış 5 yıldızlı, okul tatile girsin, beni de davet ediyorlar, çok yakışıklı anlatamam; opel tigrası var, akşam plazada yemek yiycez davet etti; ayy çok heyecanlandım”

“eee T.İ sen anlat bakalım, egede durumlar nasıl? Seni yılannn, anlatmıyosun; kimbilir ne tipler vardır sizin okulda, sen kesin turnayı gözünden vurmuşsundur da nazar olayı falan diye anlatmıyosundur”
T.İ.”….. eee şeeeey, benim aslında 5-6 tane hayranım var tabi; ama buraya gelmeden önce en son; söyliyim: ismi şaban, yemeğe çıkma yeri okulun tabildot yemekhanesi, boyu benden kısa ve zayıf, fare gibi; kendisi annesigili bugün otogardan aldı, annesigil köyden bugün gelmiş, beni tanıştırmak istedi; yingesigil bugün yemek hazırlamış bende davetliydim ama gitmedim, çok ciddi, evlenmek istiyo; bir de xyz üçlüsü var ki onların da bu sabahtan koordinatlarını kaydırdım; onların isimleri de sizinkiler gibi; cenk, berk, burak gibi değil; ama söylemem gülersiniz, işte benden de böyle havadisler işte” (ağlamak istiyorum)

korkumdan bu tefrikayı ikiye bölüp koyuyorum, blogum bunalım yapıyor çünkü

Ve işte T.İ. Üniversite’de (Ayşegül tatilde, Ayşegül okulda, Ayşegül helada, Ayşegül hamamda tarzı) tefrikam da el birliğiyle başlamış oldu ya; Haydi hayırlısı!

Varan 1:

Geçen gün Gayriye ile mesene’de sohbet ediyorduk konu benim vakti zamanında başıma gelen traji-komik anılarıma geldi. Neyse, üniversite muhabbeti başlayınca, benim aklıma üniversite anılarım geldi, başladım hanfendiye anlatmaya. O da dedi ki kız sen bu anını yazsana bloguna. Kızım dedim hep anı - manı yazıyorum ayıp olacak, yok sen yaz bunu dedi, ben de söz dinledim..

Efendim 90’lı yıllar; bendenizin ortaokul yıllarında başlayan gazetecilik hevesi; lisede fizikçi belasından kurtulmak için (bakınız bir önceki yazım) lise 2’de sosyal bölümü seçmemle; iyice yükseldi. O zamanlar yok öyle ayşe armanlar, ece temelkuranlar, Pakize sunalar (yok o vardı da gece klüplerinde şarkı söylerdi, ha bi de gökhan güney adlı arabeskçinin sevgilisiydi), köşe yazarlığı yapan neconun kızı, gülse birsel’ler falan yoktu. Bir duygu Asena vardı rahmetli; idolüm; bir de Güzin abla vardı köşesi olan. Benim de hayalim işte ben gazeteci olucam diye tepişirken; girdim mi ege üniversitesi iletişim fakültesine.. gerçi o zaman ismi daha basın-yayın’dı ve pek havalıydı. Pööh! İlk sene sonuna doğru ülkemin tüm basın-yayınlarının ismi iletişim fakültesi olarak değiştirilince; benim bütün hevesim fırından zamansız çıkan kek gibi sönüverdi. E kolay değil tabi, kimse anlamıyor ki iletişim fakültesi ne demek?

Benim telefon ya da TV tamir edilen bir bölümde okuduğumu sanıp bana bozuk telefonunu tamir etmem için ricacı olan amcalar ve teyzeler tanıdım ben. Sanki Graham Bell’im ben! “e sen iletişimde okumuyon mu kız?” “heee okuyom”,” bi el atıversen ne olcek şu telsiz telefona? Başkaları giriyo hatta konuşurken”, “yok amca ben gazetecilik, reklam, halkla ilişkiler, radyo-televizyon falan okuyom, hani eski adı basın-yayın”, “heee, işte tamam radyo, televizyon tamiri yapıyon işte, madem okulda görüyon, radyoyu tamir eden telefonu da eder”, “gıırrrrr, hıırrr”, “T.İ.; gel buraya, he bakayım söyle bana, senin gibi çıtı pıtı kız neden erkek işine el atar?”, “ ya beyamca, ne alakası var erkek işiyle iletişimin; kadını erkeği mi var?”, “kız, cadı, sen şimdi mezun olunca babam sana 1 tükkan açacak”, “hööö? Dükkan mı? Eee, neyse sen devam et…”, “sen de o tükkanda başlıycan radyo televizyon tamirine, elin adamının evine gidecen, tamire, ya senin orda suyuna çayına ilaç koysalar, bayıltsalar, ırzına geçseler…senin babanda da hiç akıl yokmuş, insan kızını böyle okula gönderir mi?”…

İşte böyle okul adının geniş kitlelerce kabul edilmesi çok zaman aldı. Ama işin en keyifli yanı fakültenin 3 bölümünün ilk 3 yıl tüm dersleri zorunlu almasıydı. Çünkü içerdiği tüm dersler bir şeklilde diğer bölüme çıkıyordu. Mesela gazetecilik bölümü doğal olarak fotoğrafçılık dersi alıyor; halkla ilişkiler ve reklamcılık bölümü de reklam fotoğrafçılığı dersi alıyor. E okulda da fotoğrafçılık hocası ve stüdyo 1 adet. Haydaaa hep beraber aynı sınıfa. Mesela haber yazımı dersi var, gazetecilik bölümü de alıyor ama halkla ilişkilerin de ilerde basın bülteni yazacak diye hopaaa aynı sınıfa.

Neyse canlarım; sınıf kalabalık, hep anfilerdeyiz, 200 kişi varız herhalde alttan alanlarla. Bu bölüm benim gibi idealist geçinen salakların buluşma yeridir aslında. Oysa git işletmede oku; bankacı, finansmancı, borsacı ol, paraya para deme; değil mi? Ya da git konservatuara bülbül sesini eğit, kaset çıkar; “aşkın açamadığı kapııı, kanatlanıp uçamadığııın yer mi varr, binlerce dansöz vaaaaar, naneeee naneeee, çiki çikita muzzzz,” tarzı şarkılarla s.ç milletin kulağına. Yok serde salaklık var, pardon idealizm var diycektim… Benim gibi bi sürü ebleh yaklaşık 200 kişi okulun film stüdyosundayız. Elimize verdikleri makine Leika denen nuhnebiden kalma bir fotoğraf makinesi. Resmen 100erli grup yaptı hoca bizi (makineler az ya- haha haa), herkes salak salak sanki evlerinde hiç foto. mk. görmemiş gibi bakıyor. Aslında haklı insanlar çünkü ben o makineyi Charlie chaplin filmlerinde gördüğümü hatırlıyorum. Makinenin vizörü üstten, böyle makineye üstten çıkıp bakıyorsun ve filmleri de siyah beyaz; ve dikkatinizi çekerim yıl da 1915 değil, 1993 falan. Biz gülmeye ve evden makine getirelim diyince hoca yiğitliğe de b.k sürdürmüyor tabi; bu meğersem makinelerın hasıymış, tüm usta foto sanatçıları bunu kullanırlarmış ilk başladıklarında. E iyi de be adam; biz alt tarafı bu makineyi alıp okul bahçesine çıkacağız ve senin verdiğin direktif doğrultusunda ot, b.k, böcük, pet şişe ya da öpüşen gençleri görüp çekeceğiz, sonra da geleceğiz bu k.ç kadar laboratuvara ve tab edeceğiz. sonra da hukuk sınavı var, ona çalışacağız… yani!!!

Neyse verildi bize leika “aman dikkat edin, iğne sen çek elini, sen tutma; iğne sen sadece tabiat çekeceksin, sakın abuk bir şey çekip karşıma getirme” tarzı laflardan sonra hocayla vedalaştık, ve belli 1 saat sonra sınıfa döndük.

Sonrası Varan 2'de

ses deneme 1-2; seseseesee, seseeseeeee,deneme 1-2

anasını satiyim 2 gündür yazı yükleyemiyorum bu sayfaya. o yüzden iki satırla bu deneme sürüşüyle idare ediverin accık

Salı, Eylül 05, 2006

Madem nostaljik takılıyorum ve madem herkesin hoşuna gitti...

O halde yaklaşın da size ergenken başıma gelen o dönemin cumhurbaşkanı ile aramda geçen komedyayı anlatayım:

Şimdi bendeniz lise 1’de izmir özel türk kolejinde bir bebeyim… öğrenciliğin en belalı sınıfıdır lise 1. çünkü o güne kadar fen bilgisinden başka pozitif bilim mertebesine eren bir ders görmemişken, lise 1 e başlar başlamaz; fizik, kimya ve biyoloji görürsünüz. Boru değil; fizik…kimya…. İsimleri bile insanda soğuk rüzgarlar estirir. Sen daha fotosentez, fasülye yetiştirme ve havuz problemlerindeyken; birden hocanın biri gelir sana yüzlerce kimyasal element simgesini ezberlemen gerektiğini söyler; sen de zıngadanak kalırsın elindeki listeye… Ama hani fasülye koyuyoduk pamuğa, hani akşam evde çiçek beslemiyoduk karbondikoksit çıkarıyorlar diye, balkona koyuyorduk? Şimdi ben nasıl ezberliyeyim o karbondioksit dalgasının di-oksit olunca ne b.k oluyo; mono-oksit olunca ne menem bişey oluyo?

Neyse bu tür bir travmayla lise sıralarına oturunca zaten ergenlik olayından duygular ve hormonlar sapıtmış; bir de egzantirik dersler de cabası (ha bi de egzantirik mil diye bir şey vardı; hatırladınız mı siz de? Neye yarardı o, bakın o da ayrı bir konu). Neyse işte vektörler, hız ve ivmeler; kimyasal formüller ve laboratuar denemeleri (sanki Hawking olucam anasını satiyim!!!) derken bizim sınıf da komple ya dingil ya da ebleh ötesi.. Sıfırız yani; nasıl anlatsam size: hani örövizyonda "vaya moni- o pua; sayprıss, dö pua"; şeklinde biz de ziroooyuz.

Sınıf yıkılıyo. Verdikleri fizik hocası o yıl üniversiteden mezun olmuş, domatesi görse kavun sanacak bir gerzek. Biz de o dönemlerde üniv. mezunlarını matah bir şey sanıp gözümüzde büyütüyoruz. Şimdi karşıma bir kız çıksa ve ben yeni üniv. mezunuyum dese zor iş veririm ona; ama özel okul işte, almışlar kızcağızı karşımıza çıkarmışlar, sınıf dedim ya yıkılıyo. Hem sıfırdan hem de lagalugadan. Kızcağızı dinleyen yok. Böyle boyun damarları feriştahın mükreminle ilgili fentezilerini okurkenki gibi şişiyor bağırmaktan. Düşünsenize ilk kez fizik dersini alıyorsunuz hayatınızda; ya anlayıp seversin ya da hiç anlamayıp nefret edersin. Aslında bir dersi sevdirmek ne kadar çok önemli. Hayatının yönü değişecek resmen! Biz komple sıfır ve bir notlarını alarak okul rekoru kırıyoruz. Kadın bize kıl, biz de ona. Hisler karşılıklı yani:) Bir inek var yalnız sınıfta; onun da babası hocaydı okulda; o 4 alıyor bu fizikçiden; ama o da 10 üstünden. Bizde komple tık yok anlıyacağınız. Benim gibi bir "inek" ise 1 aldı düşünün bende yarattığı infiali!

Günlerden bir gün okula geliyorum anaaa, heryer polis arabası kaplı, bayraklarla donanmış, okul kantini pür-ü pak; tostlar camekana girmiş her nasılsa, kırtasiyeci bile takım elbiseler giyip camlarını temizliyo; berhudar ol turan amcacım, elin değmişken bizim sınıfa da bir el atsana demiştim adama da elindeki toz beziyle tittir git demişti :) Sınıfa bir girdim ana hoca içerde; e ben erken gelmiştim oysa; neyse girdik içeri fizikçinin üstünde daha önce sadece doktorlarda gördüğüm önlük vardı. Ay ben de bu bazı bölüm öğretmenlerinin beyaz önlük giymesini aslında doktor olamama kompleksine bağlarım. Yani ne alakan var senin beyaz önlükle? Alt tarafı 45 dakikalık 1 derse giriyorsun ya da üst üste 2 ders versen yaklaşık 1,5 saat. Sanki saatler boyu patoloji laboratuarında çalışacaksın! Nedir bu kompleks! Giymiş hatun beyaz önlüğü ellerini oynata oynata, damarlar gene şiş vaziyette bir şeyler anlatıyor. Allahtan dalmış beni fark etmedi, tam oturdum sınıf hürraaa kalktı. Dedim yanımdaki arkadaşıma; hayrola, yolculuk nereye, dedi laboratuara.. anaa dedim napacaz kız biz orda? Dedi deney yapıcakmışız. Ne deneyi dedim, bilmeeem dedi, hoca öyle dedi. Dedim biliyomusun dışarıda bi sürü polis arabası var, hırsız mı var acaba okulda? Dedi arkadaşım aman belki bu kadını alırlar da götürürler dedi. Biz ıkıl ıkıl çıktık okul yokuşunu laboratuarı yapmışlar sibirya’da! Asansör de yok girdik sibiryadaki öbür binanın çıktık 4. katına;
Allahım allahım bu nasıl bir yer böyle; her yer bal dök yala; bembeyaz buz gibi, anam anam klimaları da açmışlar, masalar beyazzz; güzeeel üstüne 05’le "T.İ. x’i seviyo" yazabilirim diye düşündüm tabi. Hoca söz aldı; çocuklar bu günkü dersimizi eeee, şeeey burada yapıyoruz
T.İ: neden hocam (zaten benim konuşmamam ve sormamam imkansızdı tahmin edersiniz, ama kadın bana kıl, çünkü ben kadının anlattıklarından zerre kadar anlamıyorum ve çata çat kadına anlamadığımı ama sınıfın da anlamadığından yola çıkarsak kendisinin konuyu iyi anlatamadığını söylüyorum)
Fizikçi: bugün deney yapıcaz
T.İ.: ne deneyi hocam?
Fizikçi beni kaale bile almadan “hem bugün önemli bir misafirimiz var okulda, aldığımız duyumlara göre laboratuarları da ziyaret edecekmiş, onun için konuşanı gebertirim, T.İ. kapa çeneni sen de; karalama o beyaz masayı! Neyse çocuklar konuşmak yasak, ziyaretçi gelirse sorduğu sorulara adam gibi cevap verin yoksa sınıfta bırakırım, çıtınız çıkmıycak, duydunuz mu?
Tüm sınıf: evet hocaaaaam
T.İ.: hocam ben okula gelirken okul çevresi polis kaynıyordu, hırsız mı girmiş bizim okula?
Sınıfta uğultu kopar bir anda; “aaa lalenin cüzdenı kaybolmuştu, hakanın da rotring kalemi; kesin onlar için geldiler", "yok burcunun kolyesi çalınmış”, “kolye takmak yasak, getirmeseydi o salak da”,
Fizikçi: eliyle masaya vurmuştu kadın, çaat çaat, çaaaat kapatın çeneniiiziiii diye bağırıken
Ahaaa, kapı zınk diye açıldı; annneeeee;
İçeri okul müdürü, okulun sahibi, bölüm başkanları, tanımadığım 1 sürü takım elbiseli adam, sivil görünümlü ama haşin bakışlı 1 sürü amca ve de askerler vardı. Tabi ben ne biliyim, hangisi hangi rütbede; tüm balalar hazırolda toplaştık orta yere. Fizikçinin surat kıpkırmızı damarlar gene bambu çubuğu gibi şişmiş; anam diyorum ben bu beyaz saçlı akça pakça amcayı tanıyorum; anaaaa anaaaaa, bu buuu buu cumhurbaşkanı; bir apoletleri eksik netekim!
Cumhurbaşkanı fizikçiye doğru sorar: hocam iyi dersler, dersimiz nedir?
İşte benim koptuğum ilk an budur arkadaşlar. Dersimiz nedir sorusu… şimdi beden dersi desen olmaz, din ve ahlak desen hiç olmaz malum laboratuar ortamı:) , Türkçe desen hiç olmaz.. anacım hangi derste olabiliriz ki? Ya kimyadır ya da fizik..neyse germeyelim ortamı:
Fizikçi: fizik dersi hocam
Ne hocası? Adam cumhurbaşkanı, sen kalkmış adama hocam diyorsun be kadın! Hemen içeriye tıkın..
(şimdi burada araya giriyorum ama ben o esnada bunları kafamdan hakketten geçiriyorum; iç sesleri yani; ne kadar normal olduğumu anlayın diye yazıyorum)
CB: aferin, aferin, fizik bir milletin itici gücüdür. Pozitif ilimlerde ne kadar başarılı olursak ülkemiz dünyada o kadar ileriye gidecektir
(hadi leeeeeyyynnnn diyorum burada ama içimden..sıkıysa bağır değil mi- hahaaaa)
CB: nasıl sınıfımızın durumu? Haylazlar mı?
Fizikçi: süper hepsi hocam (ya ne hocası yahuuu? Azıcık baksana okulun sahibinin çakmak çakmak olmuş gözlerine; o adam hoca deeğiiiilll), çok seviyorlar bu dersi
CB: e o zaman hepsinin notları da süperdir netekim.. değil mi hocam?
Fizikçi: evet efendim iyi durumları…(hadi len, nerde iyi; sıçtık şimdi adam kalkıp birimize 1 şey sorsa diye fısıldadım ben arkadaşıma, arkadaşım da dedi ki sen sınıfa geç girdin ya… eeee? İşte hoca dedi ki gelecek kişi sorarsa herkes iyi diyecek notlarını dedi. Hadi len manyak dedim, adam anlar kızım; hepimiz spor toto gibiyiz, valla benden söylemesi dedi…)
Fizikçi: hepsi ilk kez fizik dersi almalarına rağmen çok ısındılar dersime. (vayy yalaka)
CB: Hadi yav; e desene hepsi cevher bu çocukların pek, bakalım içlerinde fiziği en iyi olan kim? Evladım hanginizin fiziği 10?
Tııssssss.. ses yok
CB: 9 alan? Tısssssssssss
CB: 8?, 7?, 6?
Hep aynı ses Tısssssssssssssssssss
CB: yahu 5 alanda mı yok bu sınıfta netekim?
Fizikçi var ya, suratı oldu yerli domates. Boynundaki damarlar çatladı çatlıyacak…biz de kıpkırmızıyız, sıçtık, rezil olduk dedik. Okul müdürü ve saz arkadaşlarının yüzünde de olayı toparlamak için sinirli bir sırıtış hakim. Hepsi heh heee heee yapıyorlar.
CB: e yahu hepsi 5lik bunların demek ha? E peki 1 alan var mı içinizde?

Ve işte benim bittiğim an o andır arkadaşlar!! Hem de ne bitmek. Sıfırı tükettiğim an; yer yarılası içeri giresim dediğim an; yar saçların lüle lüle T.İ. sana güle güle denilesi an; hayatın bittiği yer; toprak altına gömülesi andır işte o an…
CB tekrarlar: evet çocuklar 1 alan yok mu içiniz de?
Hayır şimdi madem böyle tüm sınıf yalan söylüyor, susuyor; sen ne çıkıyorsun delik dondan değil mi? Sana ne? CB senin 1 notu alan salaklardan birini olduğunu bilse eline ne geçecek? Alt tarafı fizikçi senden nefret edecek ve sınıfta bırakacak… neden çıkıyorsun ortaya don kişot gibi… yok T.İ illa ki konuşacak..doğrucu Davut ya!
C.B: sen misin 1 alan, gel bakaym, çık sen şöyle bir öne
T.İ. ehi ehi ehi..o benim.. (ulan hesapta bu yoktu.. niye beni ortaya çıkardı bu adam şimdi..allaaah, hocanın ve müdürün surata bak; haha, resmen kıyma mı külbastı mı ezme mi yoksa karnıyarık mı istersin diye bakıyorlar) sayın cumhurbaşkanım o 1 alan benim efendim (yiğitliğe de bok sürdürmüyorum yalnız:) hani fizikçiye de bir CB ile öyle değil böyle konuşulur mesajını da veriyorum; hem de türk çocuğu doğru olmalıdır, yalan söylememelidir mesajı veriyorum..aferin T.İ iyi gidiyosun kızım… ayyy yanlız tek kötü şey x’e de rezil oldum.. nah çıkar şimdi o benle)
C.B. ay sen akıllı bi şeye de benziyorsun maşallah gözlere bak, neden evledım 1 aldın
T.İ: efendim 1 alan sırf ben değilim ki tüm sınıf 1 alıyoruz biz. (kadının suratını ve boynundaki damarları görmeliydiniz, gözleri beni öldürmek için can atıyordu)
C.B: öğretmen hanım, siz az evvel hepsi çok iyi diyordunuz, e bu çocuk hepimiz 1 alıyoruz diyor netekim; ne demek oluyor bu?
Fizikçi: Hocam bakmayın siz ona, kendisi 1 alan öğrencimizdir; heh heee; ben onu uyarmıştım yavrum herkes içinde küçük düşmesin diye ama sınıfın diğerlerini nerden bilecek o küçücük çocuk; herkesin notları gayet güzel ama bu kızımız fizikten uzak biri. Tabi bu sene değerlendiricez hepsini, merakı olmayanları sosyal bölüme..

Bakar mısınız yahu, kadın beni resmen harcadı, ben; T.İ.; kalır mıyım sizce bunun altında? Bittin kadın sen!
C.B bana dönerek (halen laboratuarın ortasında ayaktayız bu arada; ben aynalı sazan da halkanın ortasında; karşımda CB ile baş başa) “evladım peki biyolojin kaç senin?” ben gururla boynumu kaldırıp (hani cem yılmaz skeçlerinde salak çocuk taklitleri vardır ya, hazırolda ve baş dik hafif yukarı kalkık büyüklere cevap verir, işte aynı o duruştayım) ben “8” dedim…
CB: aferim aferim; peki kimyan kaç? “altıııııı” diye bağırdım. CB: “eee bu da fena değil. İngilizcen?” T.İ.:oonnnnnn dedim bağırarak. Sanki CB benim aklanmamı istiyor gibiydi, sanki hocalarım dahil herkese benim bir embesil olmadığımı kanıtlamak ister gibiydi. C.B:” peki evladım edebiyatın kaç senin? Benim tavan yaptığım alanlara geliyorduk hızla.. “onnnnnn”, “aferim kızıma, tarih ve inkilap?” “onnnnnnnnn” ay ne bağırarak söylemiştim.. fizikten 1’i tıslayarak onları da bağıra bağıra :)))
C.B: eee bu evladımız çalışkanmış, aptal değilmiş yahuuuu.. öğretmen hanım kızımızın fiziği kötü, 1 alıyormuş ama bakın diğer derslerinde çok başarılı netekim.
Fizikçi: hocam bir tek onun notı 1; diğerlerinin çok iyi…
Zııırrrrrrrrrrrrrr..

Tenefüs zilinin sesini duydunuz arkadaşlar; haydi ders bitti; PAYDOSSSS; HADİ İKİLEYİN DERS BİTTİ DİYORUM .. BAK HALA OKUYO…BU KADARRR, YORULDUMMMM BE!
SONRA NE Mİ OLDU? EBENİN ŞEYİ OLDU! KALDIM TABİ O SENE BÜTÜNLEMEYE FİZİKTEN. TAKDİR ALAMADIM O KADIN YÜZÜNDEN..NEYSE ANNEM ADAM GİBİ BİR FİZİK HOCASI BULDU EVE. ADAM 1 AY GELDİ BEN 10’LA GEÇTİM FİZİKTEN DE APTAL OLMADIĞIMI HERKES GÖRDÜ! PÖÖÖHHHH

Cuma, Eylül 01, 2006

Geçmişine ve Geleceğine Mektup

Bugün b.k var İzmir’de arkadaşlar. Yani bu şu demek oluyor:

Yani sabahın kör vaktinden başlayan hummalı bir “şehri nasıl daha beter bir hale sokabilirim çalışması” var
Yani şehrin en merkezi meydanını kapatıp 4 yol ağzını tek ağza indirip trafiği felç edelim çalışması var
Yani özellikle Cuma günü akşam iş çıkışında yukarda bahsi geçen meydanı protokol denen beleşçi lavuklara kapatmak anlamına geliyor.
Yani nerden mi çıkartıyorum?
Lozan meydanına komple kadife şönil sandalyeler yerleştirmişler; geç geçebilirsen…
Yani hem taşıtlara yol kapatmışlar hem trafiğin ağzına s.çmışlar hem yayalar geçmeleri için yer bile bırakmamış ve meydana sandalye ve kapalı tirübünlerle doldurmuşlar
Yani bir de bu açılışı Cuma akşamı saat 18.30 sularında yapacaklar.
Yani…
Yani, bugün fuar açılıyor! Heeeyeyyyy, yeppppüüüiiiiii, tray lay lay lommm, vataşiva kendiiiii;



Anacım b.k var diyorum ya anlayın işte sevincimin büyüklüğünü. Çok yer dolaştım; bir fuarın hem ticari fuar hem enternasyonal (intırneyşınıl) fuar hem bölgesel fuar (lokıl) hem eğlence fuarı (arkeyd) hem oto yan sanayi fuarı (otomekhanika) hem hayvanat bahçesi (zuuu) hem de şarkıcı-artiz bahçesi (tiyatır) olanını ben hayatımda bir tek güzel izmirimde gördüm.


Tamam eskiden de aynıydı bu fuar. Ama o zamanlar biz dünyaya gözlerimizi ve kapılarımızı bu kadar açmamıştık ki. Hey bakın 70 ‘li ve 80’li yılları yaşadım ben. O yıllarda fuar bizim için gerçek üstü bir heyecandı. O zamanlar tv yoktu, yabancı sinema yoktu; yerli sinemada da aydemir akbaşların civciv çıkacak’ı vardı, yani sanat alemi bir tüketici için tam bir kabustu. Bir tek fuarlar vardı. Erkekler için araba ve traktörlere, vinçlere bakmak büyük bir eğlenceydi. Kadınlar için ise gündüz matineleri vardı. Dolmalar sarılır, börekler kızartılır, kısırlar yapılır, çaylar termosa demlenir, çocuk uyursa diye yastık ve pike alınır yallah lunapark ya da göl gazinosuna gidilirdi. Sandalyeler üzerinde uyuklayan ebleh çocuğu annesi sahnedeki şarkıcının kucağına atıverir, şarkıcı kadın şaşkın bir surat ifadesiyle fotoşipşak’a poz verir ve ortaya kült bir hatıra çıkardı.

Akşama da kocalarla maaile gidilirdi fuara. Uçan balon diye az kazıklamamıştır baloncular çocukları! Bir de o zamanki balonlar pembe, yeşil ve sarı renkten oluşur, üzerlerinde renkli harelerden boyalar vardı, elinde 3 dakikadan fazla durursa ellerin rezil olurdu ve annenden de dayak yerdin. Uçar sandığın o balon sabahleyin salonun bir köşesinde sönmüş vaziyette öylece dururdu. Fuarda babana balon aldırdıktan sonra nedense memo dondurma alınır, piyalede bayıla bayıla çok matah bir şeymiş gibi spagetti yer, sonra da sagra mı sarelle mi neydi, onun standında şokella akan çeşmesinden parayla şokella alınırdı evlere. Daha çok parası olanlar piyalade makarna yerine; Golf gazinosunda ümit beseni, tam karşısındaki rakip kübanada ferdi özbeğeni dinlemeye giderlerdi. Ben bu kübana ismini de çok merak etmişimdir. Hani böyle havana ve küba isimlerinin kırması gibi. Tuhaf! Aklıma geliverdi işte. “Neden kübana?” diye bir soruyu sahibine sormak istedim bir anda! Ben de manyağım, farkındayım! Beyaz bir piyano, ferdi özbeğen çıkar, ipekli uzun bir gömlek İzmir ağustos sıcağında. Altında beyaz pantolon, içinden donu belli oluyordu ama Allahtan hep piyano taburesinde oturduğunu düşündüğü için donunun gözükmesine pek önem vermezdi; ama ya alkışlar Ferdi? Ya her alkışta sen ayağa kalkınca ben ne oluyordum biliyor musun? Benim en keyifli çocukluk anılarımdı onlar. Ferdinin desenli donları; içeri her giren müşterinin ferdi söylemeden ismini tahmin etmece oyunu bile oynardım ben. Yaaa, bu oyunu biliyor muydun sen ey okuyucu? Ferdi viskiden 1 yudum alır, dırını dırınııımmm (piyano efekti) içeri yeni giren ve masaya oturan çifte bakarak “ooooo, efendim; kimler gelmiş, haluk bey ve zarif eşleri Gülay hanım, efenim hoş geldiniz ve şeref verdinizzzz” . işte oyunun kuralı budur! Ferdi söylemeden sen bunu önceden tahmin edceksin. Mesela bazı adamlarda Hilmi tipi vardır bazılarında Abdullah! O adam asla ve asla cenk ya da berk isminde olamaz. Anlatabildim değil mi?

Bi de böyle yemekli olmayan lunapark gazinosu vardı. Golften ya ada kübanadan (küba+havana= seni araştırıcam kübana; sana taktım bir kere) çıkan ahali bir de buraya gider gecenin devamını izlerdi. Assolistler en son çıkar mantığından ferdiyi bitirenler, lunapark gazinosundaki assolistleri dinlemeye gelirlerdi. Üvertürler önceden çıkmış sahneyi assolistlere bırakmışlardı. Çocukluğumun en büyük beyin travmasını göl gazinosundaki kadınlar matinesinde Bülent ersoyu takım elbiseli, kısa saçlı ve makyajsız haliyle, bir erkek olarak izledikten 1 sene sonra lunapark gazinosunda uzun saçlı, makyajlı, hormonlu, gece elbiseli ve k.çına kadar yırtmaçlı izleyince geçirdim ben. Bir de küçük Emrahı assolist diye fuara çıkarmışlardı; o da bu bünyeye yaramamıştı açıkçası. Düşünsenize para verip göl gazinosundaki masaya kurulmuşsun. Elinde boynu bükülmüş yarı sönük 1 balon, yanında ailen, içkiler açılmış sen şişede sensun- cincibir marka gazoz içiyosundur; tabağında sert bir tavuk parçasını dişlerken karşında birden beyaz takım elbiseler içinde sülük kaşlı, kendi yaşıtın bir oğlan çocuğunu buluyorsun ve gözlerinin içine bakarak “boynuuuuğğ bükükkkleerrr” diye çığrım çığrım çığırıyor. Gözleri yaşlı, başı dumanlı bir oğlan çocuğu. Vah garibim diyorsun, o sert tavuk parçası kalıyor boğazında. E hani emel sayın vardı?erol evgin vardı? Yok bana ne ya, kandırdınız beni ben uyuycam işte; baba tut şu balonumu, anne kay sen de söyle, ben bu sandalyeye yatıcam, uyuycam işte!

Bir de Güngür bayrak olayı vardı arkadaşlar. Kadın izmir fuarına çıkmış ve infial yaratmıştı. Zavallım donsuz çıkmıştı ve dönemin belediye başkanı burhan özfatura tarafından yasaklanmış ve sahneden indirilmişti. Heyhaaat, sayın özfatura o günlerden bu günlere gelineceğini bilse dokunur muydu acaba Güngör ablamıza? Gazetelerde çarşaf çarşaf kadının sahnedeki görüntüleri vardı. Hayır ortada görünen bir şey de yoktu. Derin bir yırtmaç o kadar! Gazeteciler siyah bant atmışlardı resimde gözüken çatala. O kadar! Kadıncağız leydi olduğu günlerde özlem duymuş mudur acaba donsuz çıktığı o günlere diye hep merak etmiştim o zamanlar.

Yaaa işte bu bünye neler gördü 32 senelik hayatında? Bugüne gelinceye kadar bende oluşan psikolojik travmalar beni bir yerlere getirdiyse; bu fuar fenomeninin çok büyük etkisi olmuştur.

Şimdiyse fuar benim için büyük bir işkence haline dönüştü. Şehir büyüdü, araba sayısı şehir popülasyonuna ulaştı, fuarın yeri hala şehrin göbeğinde, ziyaretçiler azaldı, katılan firmalar arttı, hala yetkililer bunun farkında değil; fuar içindeki baloncuların yerini kapkaççılar aldı, fuara ticari amaçla değil, sıcak İzmir akşamlarında serinlemek ve çiğdem çitlemek için gelenler ve araba standlarında dolanan k.çı başı açık hostesleri rontlamak için gelen abazalarla doldu. Hayvanat bahçesinin ölümsüz tek 2 hayvanı fil bahadır ve ayı Pakize de olmasa fuarın hiçbir forsu kalmadı. Sanatçılar da gelmiyor artık, çeşmede bodrumda, otellerde ekstralara gitmek, paparazzi programlarına sahte aşklarıyla ilgili demeçler ve fotoğraflar vermek varken; kim ne yapsın İzmir fuarını? Değiş Türkiye; değiş İzmir; çağa ayak uydur; bak herkes kendi havasında kendi dünyasında artık; kimse fuarı eskisi kadar ciddiye almıyor; taşıyın şu fuarı artık izmirin gelişmekte olan bir bölgesine; yap oraya kongre konferans merkezleri; büyük büyük sergi alanları kur; simultane çeviri yapılabilecek merkezler aç; bahadırla pakizeye hakkettikleri modern bir hayvanat bahçesini hediye et; doğal ortamlarında yaşat onları; ama asla şehrin göbeğinde değil; adam gibi bir hayvanat bahçesi yap; onlara doğal ortamlar yarat; ağustos sıcağında hortumla soğuk duş yaptırtma onlara; onlara istedikleri zaman suya girebilecekleri suni göletler yarat; maymuna Cevdet, Şakir gibi isimler verip, dürüm döner yedirip onları maymun etme; onları ormanlık alana sal, bırak ağaçlarda yaşasınlar; 3 tane denizli horozunu kümesle çevreleyip tabelasına horoz diye yazma; horoza da ayıp; git daha farklı hayvanatları insanca sergilet İzmirli çocuklara; çocuklar tanısın bilsin hayvanları. Ama hayvanlara yakışır koşullarda yaşat onları; biz insanoğluna maskara etme gözünü seveyim…

Ve ne olur şu fuar belasını alsancakta yapma artık; git başka yer bul kendine; şehrin en işlek caddelerini trafiğe kapatıp oraya protokol adına sandalye yerleştirme; fuar açılacak diye alsancağın bütün kaldırım taşlarını tekrar tekrar değiştirme; merak etme kimse “bu taşlar neden 1 yıllık? Eski taş üzerinde yürümem ben” demez. Bak artık ne gelen şarkıcı var fuara, ne bir yabancı firma ne de ticari amaçlı ziyaretçi. Bir tek İzmir sıcağından bunalan kenar mahalleden gettodan gelen çekirdek çıtlatıp ortalığı çöpleriyle rezil eden bir güruh var fuarda, bir de hırsızlar…

Sen gene de bu söylediklerimi yabana atma e mi!

Perşembe, Ağustos 31, 2006

Neden böyle? Yoksa sadece ben miyim?


Haftalardır aha da işte tam bu moddayım. Hatta msn'me bile görüntü resmimi bunu koydum! Siz ona Garfield'in reel şubesi deyin, ben ise kendimi layık görüyorum. Tamam ben tüysüzüm ve ondan baya bi zayıfım; ama işten eve gider gitmez akşamları kendimi benzeri bir koltuğa benzer bir şekilde yatay pozisyonda buluyorum. Gerçi koltuğun kol kenarı bence ir hayli rahatsız olduğu için ben bu arkadaşın tersine koltuğun içinde daha rahat ediyorum. Cumartesi mi gelmiş, pazar mıymış, umurumda bile olmuyor. Yorgun muyum, tükendim mi, zorlu bir yıl mıydı, hayat zıvanadan mı çıktı da ben hayatla uzlaşamadım ve tepkisel davranıp tepkimi böyle mi gösteriyorum?

Valla anladıysam Garfield olayım!

Perşembe, Ağustos 24, 2006

Doğru Makyaj Sırları, Makyaj Adabı, Sinir Etme Sanatı

Tarih: 16 Temmuz, 2006, Pazar
Yer: İstanbul, Swiss otel, bilmem kaç no’lu odanın banyosu
Oyuncular: T.İ ve makyöz kadın (bundan böyle M diye anılacaktır)

T.İ: Ayşe hanım, bavulunuzu bellboylar getirirdi, siz o koca bavulu tek başınıza nasıl taşıdınız, ha bi de burada mı kalacaksınız?
Makyöz: O bavul benim makyaj çantam; bakma sen onun büyüklüğüne, bir odaya sokabilsem tamamdır. (Ggııırrrrç); bu kapılar da ne kadar dar bu otelde?
T.İ: …… (sessizlik)…. Her şeyi anladım da neden beni banyoya sokuşturuyorsunuz? Makyajım helada mı yapılacak?
M: bana ışık lazım, oda loş, ışıkları yaksanız da bana yetmez. Hem içerde kuaför-muaför, asistanı, manikürcü ve anneniz var, benim yalnız olmam lazım. Konsantrasyonumu hiçbir şeyin bozmasına izin veremem. Gelin makyajı bu, özenmek lazım.
T.İ: e peki buyurun girelim bari banyoya. E ben nereye oturucam?
M: Banyoya sandalye yollayıııııııınn.!!
İç ses: Heil hitler!
Dış ses: Tamam Ayşe hanım, şu tekerlekli koltuk olur mu?
M: olur, bu makyaj çantası senin mi?
T.İ: evet benim, belki kullanmak istersiniz diye çıkartmıştım, özellikle far ve maskara ve rujda bana ait şeyleri kullanırsanız sevinirim. Hatta sadece benimkileri kullanırsanız daha çok sevinirim. Nasılsa sizin sanatınız önemli, eminim benim malzemelerle de harika ir iş çıkartırsınız.
İç ses: yuhh yalaka iğne! Yalasaydın? Ya sus işte napiyim ver gaz gitsin, umarım ayı-maymun yapmaz beni bu kadın..offf son 3 saat kaldı. Ye beğenmezsem?şu kafamdaki bigudileri ne zaman alacak bu adam? Başımı yaslıyamıyorum da geriye..offfff
M: ayyyy, harika bunlar, ay gömü buldum resmen
T.İ: nası yani????
M: ben bayılırım da değişik makyaj malzemelerine. Zevkini beğendim, renkler çok güzel, bunları kullanalım.
T.İ: ayyy, teşekkürler, teveccühünüz, ben zaten maaşımı genelde bunlara yatırırım.
M: aman sakın kremlere yatırma, gözünü seveyim
T.İ: yatırma demekle olmuyo, macburen; sabunla mı temizliycem cildimi? Zaten kupkuru; her dakka krem sürsem yeridir.
M: yok nemlendirici al bit tek, diğerlerine başka şey kullanacaksın.
T.İ: ney?
M: işte bunlar
T.İ: ama bu badem sütü, diğeri de gülsuyu
M: evet bak şekerim, benim işim gereği evimde en pahallısından en kalitelisine her marka cilt bakım setleri bulunur, makyajımı temizlerken hepsini kullanırım ama sonra da pamuğa badem sütünü döküp cildime sürdüğümde üstünde bir sürü makyaj kalıntısını görürüm, sanırsın ki o pahallı kremler temizlemiş, nerdeee? En güzeli budur; badem sütü, tonik monik de palavra. Gül suyu en iyi toniktir.
T.İ. anneannemin şifonyerinin üstünde de aynısı durur. Bebak mı neydi adı, beyaz plastik ince belli şişe ve yeşil kapaklı.
M: aynen o işte! Onları kullan, hem paran da cebinde kalır, onun yerine dilediğin makyaj malzemesini de alabilirsin. Badem sütü cildini harika yapar, gül suyu da cabası.
T.İ. hımmm, güzel fikir! Ayyy o ne; fondoteni sürmeden önce neden süngeri suya batırıp yüzüme öyle sulu sulu sürüyorsunuz?
M: benim makyaja konsantre olmam için sessizlik hakim olmalı, istersen en yatır kafanı koltuğa ve beni izle.
İç ses: ulan s.çtık. dövecek kadın..smırrrff-pffıırrrr.. ulan dudaklarıma da harrş diye sulu sünger sürülür mü? Çenemi susturmak için iyi denemeydi ama yemezler
T.İ: ımıırrrff- smıırrrfff,vçıfırrrrr, pfhhhırrr
M: haaa? Sen dudaklarını kıpırdatma şimdi, fondöten sürüyorum şimdi. Rujun kalıcı olmalı.
T.İ.: hıııı, okyfss
(aradan epey süre geçer; kadın gözlere geçmiştir)
T.İ.: merak ettim ayşe hanım, neden önce süngeri suya batırıp fondöteni öyle sürdünüz? Kusura bakmayın size çok soru soruyorum ama insan da her dakika böyle bir makyaj profesyoneli ile karşılaşmıyor, ben hayatımda ilk kez işini sizin kadar ciddi yapan biriyle karşılaşıyorum da. İzmirde hiç görmedim sizin gibisini..
M: evet ben işimde profesyonelim, tabi bilgilendireyim seni; porselen makyajın hası suyla yapılır, suyla kalıcılığı artırılır. Far sürerken de aynı hileye başvurabilirsin.
İç ses: kızım iğne iyi gidiyosun, yalakalık had safhada ama başka türlü bu kadını konuşturamazdın, hoş o da seni kouşturmazdı zaten.
T.İ.: Ay ayşe hanım, ben bakıyorum da bazı artistlere şarkıcılara; bazıları makyajla muhteşem oluyorlar, bazıları da maymun gibi. Sizin işiniz çok önemli. Misal ebru gündeşin göz makyajına bayılıyorum ben. Kadın makyajsız nasıl çirkin, kara-sarı bir surat, böyle roman vatandaşlar gibi; ver eline çiçek alsancakta satsın sepetle. Ama bir makyaj yapılıyor ona, maşallah oluyor bir afet..pfıırrrşşş fırsssss….ımıırrrffff (makyöz dayanamyıp T.İ’nin ağzına pudra sürmeye başlamıştır çünkü)
M: ebrunun makyözü benim!
T.İ. hööö? Ciddi misiniz?
İç ses: s.çtın, s.çtın, çeneni tutmayı beceremedin, gene pot kırdın, salak iine, şimdi seni maymuna benzetsin de gör gününü
T.İ.: işte profesyonelliğiniz buradan belli, yani ebru makyajsız bence pek güzel bir bayan değil ama sizin yaptığınız makyajla dünya güzeli oluyor. Siz ona kaç kez yaptınız?
İç ses: allahım ne olur 1-2 kez desin, umarım ayıp olmamıştır, bi de yıllardır kankaymışlar, ne gülerim şimdi; neyse iyi ki en berbatı banu alkan demedim, onu da bu yapıyosa, bu kadın beni hayatta bu heladan kaldırmazdı
M: ben onun yıllardır bütün makyajını yaparım, tv çekimlerinde, dizi çekimlerinde, konserlerinde, davetlerinde. Senin göz yapın da ona benziyor, sana da o tarz göz makyajı yapıcam zaten…
İç ses: ohhhhhhşşş, rahatladım, 1 sigara içsem şimdi bunun üstüne acaba?, o halde banu alkanı da söyleyebilirim. Ama önce sorayım, sonra yorum yapayım; evet, evet iyi taktik.
T.İ.: banu alkanın makyajını siz mi yapıyorsunuz ayşe hanım?
M: hayır.
T.İ. ay mesela onun makyajı iğrenç, o çenesine kadar taşırılmış fuşya renkli ruju, pembe yağlı göz farları ve akmış göz kalemlerini ona süren kişi bir makyöz olamaz gibime geliyor. Ayy ayşe hanım bir bakabilir miim, bitti mi göz makyajım?
M. iyi hadi bakın bakalım, bana da bir türk kahvesi söyleyin oda servisinden, ama uyarın, kahvesi bol olsun, yoksa geri gönderirim.
İç ses: heil hitler
(Kahveler gelir, içilir, ayşe hanım kahve falı kapatır, iğne hanım da gözlerini inceler ayna karşısında)
T.İ.: ayşe haaanııımm, şey.. şeeyyy diycektim yani yanlış anlamazsanız;
M: ne var?
T.İ: ya şey bakın ben diyorum ki; benim etnik kökenimle fazla oynamasanız diyorum.
M: hööö?
T.İ. yani diyorum benim göz makyajım biraz tuhaf olmuş, yani haşaaa, siz harika yapmışsınız da benim gözlerim biraz çekik diye siz çekmişsiniz onları yukarı doğru; benim gibi öz be öz türk; olmuş Japon. O yüzden diyorum ki bırakın beni herkes etnik köküm olan Türk olarak tanısın. Siz şu çektiğiniz kalemlerin koordinatlarını biraz aşağı doğru indirin . yani ben harbiden japona benzemişim. Evet kocam bir Japon olsaydı hoş bir jest olurdu japonyadan gelen konuklara.. ama malum bizim her iki tarafta öz be öz türk. Şimdi dedikodu falan oluuffff.. heeyyyffff, nee yapyrosfsssuunzzzz? Bademff süffüü?
(makyöz T.İ.nin göz makyajını silip temizlemeye nedense dudaklarından başlamıştır)
M: az vaktimiz var, göz makyajını temizleyip yeniden yapmam lazım.
T.İ.: pekiff nedenfff dudaklarfımffdan başlaffdınız silmmffmeye?

M.: Kahve getirin bana; kahveeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeee!!!!!!!!!!!