Perşembe, Ekim 12, 2006

KAŞINTIM VAR...

Tut şu sivri dilini ota çiçeğe maydanoz olma diyor iç sesim ama elimde değil ki! Şimdi bugün 2 farklı konuya değineceğim sizlere.

1. Kendilerine Sosyetik elit diyen bir avuç görgüsüz Avrupa hayranı şuursuz varlık; bunca sorun varken bakın bugün Hürriyet Kelebek’e ne gibi önemli (!) demeçler vermiş. Haydi okuyalım bakalım…
… Neslihan Kozanoğlu, dostlarını yanına alıp Veliefendi'ye çıkarma yaptı!... S-mall Report dergisi için özel bir prodüksiyon hazırlayan Kozanoğlu, böyle bir projeye neden gerek duyduğunu şu sözlerle anlattı: "İngiltere Kraliyet Ailesi'nden kadınların müthiş şık kıyafetler ile katıldığı Royal Askot yarışları, her zaman dikkatimi çekmiştir. Aristokrasiyi yansıtan bu seçkin ambiyans, dünya hipodromları için sıradan bir şey aslında. Türkiye'deki hipodromlarda bu ambiyansın yaratılmamasına şaşarım." …Kozanoğlu, yazısında Türkiye'de aristokrasinin yok olduğunu da değindi: "... Siz hiç, örneğin, av partisine çıkan, lüks piknik yapan, at yarışı izlemeye hipodroma giden bir elit gördünüz mü Türkiye'de? Hani denir ya hep 'Bu ülkede orta sınıf bitti' diye, asıl aristokrası yok oluyor bu ülkede."…

Vah anam babam vah… Ben de üzüldüm kadıncağızın bu demecini okuyunca. Kendisinin anası da Napolyon'un Jozefini idi zaten, babasını artık siz düşünün. Yok mudur bir Allahın kulu bu ülkede; aristokrasiyi koruyacak ha yok mu? Tüüüü size; av partisine çıkmak istiyorlar, lüks piknik yapmak istiyorlar (çizgili pijamasız, kömürsüz, mangalsız, karpuzsuz), at yarışı izlemek istiyorlar, şapkalı, düğüne gider gibi, özel localarında şampanyalarını içmek istiyorlar. Nerde bu devlet, nerde bu millet? Tüüüü, yazıklar olsun size. El atın sayın yetkililer şu işe; bu asil kadın ve saz arkadaşları için kampanya açalım; sivil toplum örgütleri size sesleniyorum; aristokrasi yok oluyor bu ülkede. Ne leydilik kaldı ne de baronluk! Ne baronlar gördü bu millet vakti zamanında! Leydiler yok oldu, lordlar kaçıp gittiler. Tek leydimiz Güngör Bayrak kaldı, yakışmıyor bize, ayıp ayıp, Tüüüü hepimize…

2. Ben de Nobel ödülü alacağım seneye…
Ey ahali; bugünden ötesi yok kitap yazmaya başlıyorum. Şu meşhur kitap “Çılgın Türkler” var ya. İşte bendeniz de şimdiden ismini bulduğum kitabım için sallamaya başlıyorum. Öyle bir isim buldum ki seneye Nobel’i elimde bilin. Konusu mu? Şöyle ki…
-Türklerin Amerikanın keşfiyle katlettiği 20 milyon Kızılderililerin öyküsü
-Türklerin Hiroşimaya attıkları Atom bombasında ölen Japonların dramı
-Türklerin Çin seddine yıkması ve altında milyarlarca Çinlinin kalması ve çin dramı
-Türklerin 2. dünya savaşında binlerce yahudiyi kaynar kazana atması ve üstüne zevkten göbek atması
-Türklerin kurtuluş savaşında katliam yaptığı binlerce Fransız, İtalyan, İngiliz üniformalı zavallı biçare askerler
-Türklerin buz denizinde Titanik adlı gemiyi içindeki yolculara aldırmadan buzul dağına çarptırak batırması

Nasıl konular ama? Hepsi olacak bu kitabın içinde. İsmi ne mi olacak? Tabi ki Çılgın Türkler değil… “A.İ TÜRKLER” (TAM 3 HARFLİ)
SÖYLEYİN BANA SİZCE ALMAZ MIYIM SENEYE NOBELİ?

Perşembe, Ekim 05, 2006

İğne Abla

Hep merak etmişimdir; köşeleri olan “DERMAN ABLALAR”ı. Gerçekten insanlar, dertlerini kim olduklarını, neci olduklarını, eğitimlerini, değer yargılarını bilmedikleri bu Derman ablalara neden yazarlar diye ya da acaba bu sözkonusu faili meçhul kişiler rumuzlarının ötesinde kayıtlı, somut birer T.C. midirler? Acaba bu derman ablalar kendi kendilerine, gündemdeki magazinsel ya da sosyal konuya göre oturup bir drama mı yazarlar?

İçten içe de tav olurum; bu derman ablalar neden şu salağa haddini bildirmez de dünya iyisi, saf polyyanna haliyle cevap yazar diye? Hem ben olsam ona şöyle şöyle derim; salağa bak, nasıl böyle bir soru sorabilirim, ah ben olacaktım o derman abla, alacaktı bir üsturuplu cevap diyecektim. Derman abla olamadım tabi, hoş eşe dosta, kendime, aileme çok akıl fikir vermişimdir ama bana sorulan sorular Derman abla tarzı değildi ki; ben salakça sorulara cevap vermek istiyordum.

Ta ki… Bugün kelebekte Güzin abla köşesine gelen birkaç salak dert mektubunu görünce; kızım iine, tam senlik bu sorular; hadi bakalım ver cevap şunlara dedim. Ama benim köşem yok ki dedi iç sesim. İç sesim kendi tezini yine kendi çürüttü; "ama iğnecim senin bir blogun var; yaz orda; hem belki epeydir sesini soluğunu çıkarmadığın için blog dostlarına hoş bir süprizin olur" dedi.
İşte ben olsam vereceğim cevabım:

RUMUZ: KORKUYORUM
... Ben bir biseksüelim evlenmeli miyim Sevgili Güzin Abla, ben Almanya’da bir erkek arkadaşımla yaşıyorum. O, 33 yaşında, ben ise 27 yaşında genç ve oldukça yakışıklı bir erkeğim. Daha önce bu ilişkiyi bitirmek istedim, ama olmadı. Kadınlara da ilgi duyabiliyor, zaman zaman onlarla da birlikte oluyorum. Kısacası ben şu son günlerin tabiriyle biseksüel bir gencim…Çevremdeki kızlardan da teklif almama rağmen sevdiğim adamla olmayı tercih ediyorum. Ve şimdi o benimle evlenmek istiyor. Avrupa’da biliyorsunuz, erkek erkeğe evlenmek mümkün. Ama ilerde Türkiye’de sorun yaşar mıyım? Ya da şimdi beraber olduğum kişiyle bir sorun yaşarsam, boşanabilir miyim? Ya boşanmak istemezse? İlerde istersem, Türkiye’de normal bir evlilik yapabilir miyim? Belki ilerde bir kadınla evlenmeyi tercih edebilirim. Ayrıca o beni çok kıskanıyor. Bundan çok korkuyorum. Beni bu kadar sevmesi ve kıskanması beni ürkütüyor. Ne yapayım?...

İğne Abla:
Sevgili “Korkuyorum”. Korkma! Hem niye korkuyorsun ki? Maşallah kazık kadar adamsın… pardon kadınsın… ya yok bu da olmadı; adamsın… yok yok… aman , neyse işte maşallah kazık kadar insansın. Hah bu tanımlama iyi oldu evladım. Tabi insanlık hali; Allah 2 tane insan türü yaratmış; gerçi Adem’in yanına Havva’yı göndermiş, Davud’u değil; değil mi yavrucuğum? Demek ki bir bildiği varmış. Erkek erkeğe evlendiğimde bir sorun yaşar mıyım, evlenince Türkiye’ye yerleşeceğim de diye yazmışsın. Sen en son ne zaman geldin Türkiye’ye benim canım kızım; pardon oğlum? Boşuna vesveseyi bırak. Sen gelmeyeli ülkemiz çok değişti; genellikle bir genç kızın bir erkekle el ele sarmaş dolaş gezmesi toplumda infial yaratmaktadır. Sevgilin karşı cins olsa, parkta falan seni el ele diz dize görseler, seni linç edebilirler; ama aynı cins sevgilin olursa buna pek karışacaklarını tahmin etmiyorum. Hatta her ikiniz de sahnelere ve sanat camiasına kendinizi atıp kısa sürede meşhur olup paraya para demezsiniz. Geceleri lüks gece programlarında biseksüel şarkıcı olarak sahne alır, sabahları kadın programlarında sunucu olursunuz, dargınları barşıtırır, barışanları küstürürsünüz. Sen de evliler kervanına katılmaya karar vermişsin. Öncelikle zevcen ile pardon karın ile; ay pardon kocan ile; yok bu da olmadı; neyse eşin ile sana şimdiden mutluluklar diliyorum. Ülkeme dönünce boşanabilir miyim diye bana sormuşsun. Valla eşini değil boşamak, istersen eşleri 4’leyebilirsin. Ama bunu Almanya’da değil, Türkiye’de yapabilirsin; o yüzden sana vatanına dönmeni tavsiye ederim. Beni kıskanmasından ürküyorum demişsin. Ürkme evladım; Vatanına, yurdunun ve milletinin şevkatli kollarına gel. Sen kıskanılmaktan değil; eşinle ülkeye kesin dönüş yaptığında sana her çevreden yapılacak olan o büyük sevgi gösterilerinden ürk. İnanamazsın çok sevecekler seni; hele seni eşinle sokakta sarmaş dolaş gördüklerinde, hele hele bir parkta öpüşürken; sizi o kadar çok sevecekler ki kocanla seni o büyük sevgileriyle ürkütecekler. Ama taa en başında da dediğim gibi; KORKMA!

Perşembe, Eylül 28, 2006

TÜRKÜZ, TÜRKSÜN, TÜRK -yazı dizisi (1)

Sizin de eminim dikkatinizden kaçmamıştır; ne de olsa aynı topraklarda yaşıyor, aynı suyu içiyor, aynı havayı soluyoruz. Zaman zaman bulaşıyor bize de, akıllı olanlar kıyısından köşesinden dönüyor,doğru yolu buluyor ancak yine de yaptığımız akıl almaz ve açıklanamaz gerzeklikler kendi aramızda “adamın biri…” diye başlayan ve sonra “ahhaa haaaa” diye gülme efektleriyle devam eden hikayelere konu oluyor. Ben de üşenmedim, bugüne kadar gözümden kaçmayan biz çılgın Türklere özgü gerzeklikleri ile igili bir iki saptama ve genelleme yaptım. Belki aklıma gelip de yazamadığım noktalar vardır; artık onları da siz tamamlarsınız. Devamı diğer yazıda, önce bunu bir okuyun; blogum uzun yazmama gıcık çünkü; ancak bölerek yayınlıyorum

Türk halkının düğün halleri:

Pasta kesilir; gelinle damadın birbirlerine pasta yedirmek gibi kollarını birbirlerinin kafasından boynundan dolandırıp yedirmeleri gibi bir şart oluşmuştur. Herkes kendine düşen pasta parçasını kendisi neden yiyemez bunu anlayabilmiş değilim. Bir de şampanya niyetine köpek öldüren koyarlar gelinle damadın kadehlerine ki, o içki dolu kadehleri mal gibi herkesin içinde durarak fondip yapabilen gelinle damadı henüz görmemişimdir. O kadehleri de aynı pasta gibi birbirlerine içirmek için gelin ve damat epey efor sarfederler. Kendi kadehlerinden kendilerinin içmesine nedense pek sıcak bakılmaz düğünlerde.

Düğünlerde de anlamsızca halay ekibi oluşturulur. Bu ekipte boy sırası aranmayacağı için tanımadığınız insanlarla el ele tutuşarak ve muhtemelen terden iğrenç kokan bir adamın terli ve nemli parmaklarına parmaklarınızı geçirerek ayaklarınızla yan yan uzun adımlar atmaya başlarsınız. Büyük ihtimalle yanınızda da küçük bir çocuk sizin parmaklarınıza yapışarak halay çemberine katılır ve boy farkının yarattığı ikilemle salak salak “çemberimde gül oya” olursunuz. Bu halay uzun bir müddet devam eder zaten; öyle büyür ki, kendinizi bir anda düğün salonunun kapısından dışarı doğru yan yan uzun adımlar atarak çıkarken bulursunuz, enginlere sığmaz taşarsınız çünkü. En nihayet birinin aklına yorulduğu gelir ve ilk terk ediş sinyalini çakar; kan ter içinde siz de ayrılanlar kervanına katılmak ister fakat son dakika da halaya katılmak isteyen bir başka salağın devreye girip parmaklarınızı kapmasıyla, zurnacının nefesinin insafa gelmesini beklersiniz.

Yine düğünlerde küçük kız çocuklarına gelinliğe benzeyen kabarık tuvaletler giydirilir, saçına gelin topuzu ve yanlarda sarkan lüleler yapılır. Yüzünde de çocuk pornosuna yakışır ağır makyaj yapar anaları. Hayır benim anlamadığım gelin sen değilsin ki? Kim bakacak sana? Sen alt tarafı cüce gibi ortalıkta dolaşan ebleh bir çocuksun. Geline bakıp dedikodusunu yapmak varken sana kim bakacak? Hem senin beğenilme yaşın gelmedi daha; olsa olsa pedofili’ler bakar sana! Onu da Allah korusun, hayatta karşına çıksın istemem. Annelere de gıcık oluyorum ben.. Nedir o kız çocuğunun hali? Küçük gelin olmasa çocuk bunalıma mı girer? Hele o küçük çocuğun yüzünü gözünü muhabbet kuşu gibi rengarenk boyamazlar mı? Ben duvak takanı da görmüştüm; iyi gerdeğe de sokun bari; töbe töbe!

Salı, Eylül 19, 2006

KUŞ İSİMLERİ

Güzelim yurdumda hayvanlara abuk sabuk isimler takılır ya ben bu yazımda bu konuya giriyorum arkadaşlar; haberiniz olsun.

Şimdi suya sabuna dokunmayan bu tür konular da nerden çıktı demeyin; elif şafak adına; ab’ye ayıp olmasın diye kanun değiştirmeye çalışacaklar ya bizim vekillerimiz; şimdi bir de T.İ. için de benzeri uğraşlarda olmasınlar diye napiyim; benim de vatandaşlık görevim bu; şimdi dalacağım dokunmaya; sonra bana da dokunacaklar yer misin yemez misin ba’bında; ben de istedim ki büyüklerimin başına dert olmayayım; benim için derin uykularından uyanmasınlar – pardon tatillerinden kalmasınlar; benim yüzümden saatlerce toplantı yapıp başlarını geyik derisinden koltuklara dayayıp uyuklamak zorunda kalmasınlar; gitsin mis gibi yatacıklarında kimbilir hangi eşlerini o akşam seçip “o piti piti” yapsınlar.. İşte ben bunlara sebep olmak istemedim ve hızlıca gelelim şu kuş isimlerine….

Herhalde hemen hemen hepimizin evinde, akrabasında, bir muhabbet kuşu furyası olmuştur değil mi? Ben gıcık olurum normalde bilimum kanatlı hayvanatlara. Korkarım çünkü, tırsarım; artık psikolojik mi deyin, çocukken bir travma geçirmişsin kızım sen mi deyin; ben gerçekten kuşlardan (özellikle de karga, martı, güvercin gibi) kafama doğru pike yapan yaratıklardan acaip korkarım. Fobi olayı! Ama bu korkum sebebiyle kendimi bildim bileli kuş tüyü yastık ve yorganlarda dahi yatamadım; konak meydanında sürekli bankaların dibinden, emniyet müdürlüğünün dibinden yürüdüm; sırf meydanda güvercinlere yem olmayayım (!) diye. Hatta büyük ihtimalle bu kurumların kameralarında da yakalanmış olabilirim; düşünsenize; emniyetteki nöbetçi, amirine :"efendim gene aynı kız, aynı yerden geçti; surat ifadesi de oldukça ürkmüş gibiydi; sağa sola ve havaya bakıyor sürekli; hergün buradan geçiyor; alalım mı içeri?” “elleme kalsın, neymiş derdi? Adam takalım yarın”; ya da bankalarda da benzeri bir görüşme yapılmış olabilir hakkımda : banka güvenlik görevlisi müdüre “müdürüm bu kız hergün bizim bankanın duvarlarına sürünerek geçiyor ve hatta bankamatiğin içine girip uzun bir süre dışarıya aptal aptal bakıp içerde duruyor ne para yatırıyor ne de çekiyor; bankamatik hırsızı olabilir mi?” “hıımmm, genel merkeze gönderelim görüntüleri, belki sabıkası vardır, tanıyabilirler; bunlar örgüt de olabilirler; özellikle emekli aylıklarını çeken yaşlılara musallat oluyorlar; bunlar çete; çete!”

İşte benim kuş fobim bu boyutlardadır. Bir gün başıma kesin bir iş gelecek benim;eminim. Ya yine nerden nereye geldim. Benim bu kadar berbat bir korkum olsun, kötü ve hain kadın B.
yani annem de tüm korkuma inat, eve bir adet muhabbet kuşu alsın!!! Kadere bakın ki işten eve gelmişim, kapıyı açtım ve karşımda hayvani bir kafes; ve içinde yan durmuş ve bana dik dik bakan yeşil renkli bir yaratık. Ben çığlığı bastım tabi, kuş da başladı çırpınmaya. Ben bağırıyorum o çırpınıyor ki annem geldi; kızım ne bağırıyorsun avaz avaz? Anne dedim kku kuu kkkkuuuuşşş. Eeee dedi, ne olmuş? Anne sen manyak mısın, yoksa bana gıcık mısın?ben kuştan korkarım ne alıp getirdin bunu eve? Kızım dedi, o kuş değil muhabbet kuşu, sanki eve kartal almışım gibi ne bu heyecan? Baksana daha yavru o; aguuucukk, ooğğ, miniş, yavrum..

Minişşşş? Bu ne yav? Miniş de ne demek? Miniş ne anne dedim? Dedi ne güzel de mi, minicik ya, miniş onun ismi? Dedim sen mi buldun? Evet görür görmez bu ismi taktım kendisine. Tebrik ederim anne; yani süper yaratıcısın; sen Allah bilir bir tane daha alırsın adını cankuş da koyarsın.. aaa dedi koymam dedenler de aldı bugün; onlarınkinin adını cankuş koyduk. Valla bravo dedim; ailecek yaratıcılık had safhada! Aman sen de bi b.k beğenmezsin, ne koycaktık küçücük kuşa herkül mü? dedi :)

Sonra bu ebleh kuşları evlerde besleme furyası tüm Türkiye'yi sardı, tv'lere falan çıkmaya başladı bu mahlukatlar. Genelde “pez.vnk; en büyük Fenerbahçe, gs, gs cimbombom, kapıyı aç, ananı öpeyim tarzı kelimeler öğreterek kuşlarımızın ama özellikle de kendimizin ne kadar zeki olduğunu cümle aleme duyuran bir milletiz biz. “Haydi cankuş bir pez.vnk de oğum, p-e-z-.-venk” kuş ebleh ebleh gözlerini yan devirerek bakar sana kafes arkasından; sen de sahibi olarak kendini bilim adamı, zoolog olarak görürsün, gururla ve hırsla mahlukata “pez.venk” kelimesini ezberletmeye çalışırsın…

Sonra İstanbul’daki dayımlara gittik ki onlar abartmışlar ve bir adet yetmemiş iki tane almışlar; sanırım üreme çiftliği kurmayı planladılar; hani K-9 çiftlikleri var ya; eğitim falan da veriyorlar köpeğinize. Düşünsenize; “kuşumu getirdim çiftliğinize”, “hööö, buyrun iyi etmişsiniz kuşunuzu görebilir miyim?”.. yahu var mı böyle bir muhabbet arkadaşlar? Neyse isimlerini sordum; amacım güzel insanımın doğru düzgün bir isim koyabileceğinden emin olmaktı. “bu çıtır dedi, bu da pıtır!”; derin bir sessizlik oldu tabi ben de. Tekrarladım yengeme; hangisi çıtır, hangisi pıtır? Dedi ki sarı olan çıtır, beyaz-sarı olan pıtır, eh dedim “sen öyle uygun gördüysen, Allah analı babalı büyütsün de yalnız ben buradayken yalvarırım 1-dışarı asla çıkartma, ev içinde dolaşırsa ya o ya ben…2- sabahın kör vakti car car bağırır bunlar, akşamdan karanlık bir yere kapat bunları”

İzmir’e döndük dedemler seyahatteyken kuşu komşuya bırakmışlar,o da pıırrrrr özgürlüğe kavuşmuş, dedem çok üzüldü çünkü ona pez.venk demeyi öğretmişti tam 3 ay boyunca. Şimdi tüm emekleri boşa gitmişti. Gitti çarşıdan yeni bir tane aldı. Ona da aliş ismini verdi, bizdeki de miniş.. ay dedim bunlar ikili olup talk show yapsalar ya; aliş ve miniş diye; gerçi bizimki ben evde sürekli çığlık attığım için hafiften arıza bir tip olmuştu; konuşmuyor sadece car car car diye ötüyordu; ama olsun gene de birbirlerini tamamlarlardı; sonra miniş rahmetli oldu (valla ben bir şey yapmadım, yaklaşamazdım bile korkudan yanına). Annem bu sefer mor renkli aldı; sanki araba alıyorsun anasını satiyim; renk renk; model model. İş yerinde harbi dövülesi, dalga geçilesi bir böcük var… kızamıyorsun da şapşal çünkü. İsmi de pek komik. Anne dedim, bu yeni kuşun adını ben koyucam, hatta buldum da ismini... “eh koy madem; ne koyacaksın, abuk sabuk bir şey koyma ama yazık hayvana?” (sanki kendi koydukları çok anlaşılır da…) Dedim: “Şakir”!

Salı, Eylül 12, 2006

Bu da Varan 2: Varan 1'i okumadan bunu okuma; anlamsız oluyor çünkü

Eğer halen başlığı anlamayıp Varan 2'ye dalıp okuyorsan, bu son uyarıdır okuyucu.. Bir önceki yazıya in ve Varan 1'i oku. Yok hala inat ediyorsan; benden günah gitti; bana ne; oku o zaman.

Varan 2:
... Şimdi işin komedisi bundan başlıyor. Bendenizin kozmopolit sınıfımızda epey bir platonik hayranı vardı övünmek gibi olmasın ama tipleri görseniz bana güler sonra da acırdınız. Benim üniv. yıllarında hiç erkek arkadaşım olmamasını okuduğum bu okula bağlarım ben. Bir de o yılların iğrenç giyim zevkini de üstüne koyarsanız; hepsi sabunluktu anlıyacağınız. İşte bu vatandaşların en seçmelerinden oluşan türkücü emrah, izzet yıldızhan, piyanist şantör kılıklı bu arkadaşlar arasında ben pek popülerdim. Onlar kendini halk çocuğu beni de sosyete İzmirli şımarık zengin kızı gibi görüp kendilerince acı çekerek platonikliğin zirvesini yapıyorlardı, bense çok eğleniyordum. Fotoğrafçılık hocasının oluşturduğu 100 kişilik grubumuzun içine nedense bunların tümü de girmişti. Doğadayken işim rahattı genelde makine hangisinin eline geçtiyse, beni çekmek için uğraşıyorlardı, havam 1500dü ama gel gör ki ya karanlık oda? Ah salak T.İ; k.ç kadar karanlık odada bu kadar insanla yan yana kalırsan; ve bu hayranların da karanlıkta k.çının dibinden ayrılmazlarsa? Hiç düşünmedin değil mi bunu?

Hoca: “hadi bakalım grup yan yana toplansın, şimdi filmi makinedan çıkarıcaz ama ışıkları söndürüyoruz, aksi taktirde filmler yanar; şimdi söndürdüm ışıkları, size filmi çıkarın diycem sarmaya başlayacaksınız sonra çıkaracaksınız. Hepinizin işi bitince kırmızı ışığı açıcam tamam mı? İğne nerdesin, çekil ışığın ordan, geç grubunun yanına”
Berbat 1 tecrübeydi arkadaşlar. K.çımdan ayrılmayan 3 tane hayran; karanlıkta uyuz oldum, tırstım, kokanı da var, terlisi de, sakarı da, eblehi de. Sağım solum sobe durumdayım; gözler karanlıkta belli bir süre sonra alışınca bana bakan o gözleri fark ettim; midem bulandı, sıcak ve yapış yapışız, oda küçük dibimde bir sürü insan var ve ben bana değilmesinden hiç hoşlanmam ama herkes bana terli terli değiyor. Baktım x,y,z üçlemesi farklı koordinatlardan taaruza geçiyorlar; bahaneleri de hazır; makina çok ağır sen filmi açamazsın biz sana yardım edelim: yok dedim, sıra bende, ben deniycem, yapamazsam alırsınız, yalnız biraz açılır mısınız, havasız kaldım” dedim. Yok anacım; kimse açılmadı kokudan bayılmak üzereyim; bana gelenler geldi; önüne gelen yapıştı sülük gibi , ben de bir “yaa Allah” çektim; makineyi açmasına açtım ama açarken tam 3 adet kurban verdim :) Nasıl mı? Birinin boyu benden bir hayli uzundu; doğal olarak beline gelen ben; makinenın kapağını açarken dirseğimle çocuğun malum yerine haşırt diye dirseğimle tepik attım; elim kaydı olayı; bir diğeri cüceydi resmen ve gözlüklerini çatlattım aynı bahaneyle; çünkü sol dirseğim de oğlanın gözlüğünün üstüne nişan almıştı; diğeri benim boyumdaydı ve öne eğilmişti hey Allah şansa bak ki ağır makine elimden kayıp diğerinin kafasına çaataanaaaak diye geçmişti.

Sınıftan aynı bölgeden 3 adet ahh-oofff-anacım diye inleme sesleri geliyordu, T.İ, o 3-4 dakikalık arayı doğru kullanmış ve 3 salaktan da kurtulmuştu. Seslerden uyuz olan hoca; stüdyoda kırmızı ışık yakıp kıvrılmış iki kat olmuş ve ön tarafını ovuşturan oğlanı, arkasında kafası şişmiş ve hafif yalpalayan oğlanı ve gözlükleri kurumuş tuz gölü gibi çatlamış cüceyi gördü. Oğlum ne oldu size, karanlıkta birbirinizi hacamat etmişsiniz…” “biz yapmadık hocam, makinenin kapağını açıyordu t.i., sonra yanlışlıkla oldu herhalde”, (aslanlarıma bakın; hiçbiri de laf söyletmiyo bana :P).. hoca “ ee t.i. nerde peki? T.İ? T.İİİİİİ? nerdesiiiiin?”…… cevap yok; T.İ; olay yerinden tüymüştü.

Kampus içinde bir yer – “Hey T.İ? napıyon çim üstünde, yoksa dersi mi ektin?” T.İ: (iç ses) hay 100bin kunduz; içerdeki salaklardan kurtuldum ama bu hiç hesapta yoktu, bir sen kusur kalmıştın!”yok canım ne ekmesi, ders erken bitti de bekliyorum diğer dersi” “bak burada yalnız oturma; senin gibi güzel kızı kaparlar.. ehee hee heee hüeee” T.İ: “…..yok ben dersibekliyorum, ne olabilir ki okulda; hem sen beni merak etme, sen fotoğrafçılık dersinde yok muydun?” “he he hee, fark ettin demek yokluğumu, yoktum T.İ.ciğim, annemgiller geldi memleketten onları aldım garajdan; bıraktım yingemgillere; geldim okula; ee nasıl geçti ders; valla nasıl geçsin; benim 3 leşim var sadece” “3 leş mi? Nasıl yani?” T.İ: “valla 3 tane tip bizim sınıftan, sinir ettiler beni, karanlık odadayız, uyardım onları ama o kadar yanaştılar ki sanırım yanlışlıkla 3ünü de gazi yaptım”, “seni rahatsız mı ettiler yoksa, kim onlar, söyle onları benzeteyim” şimdi bu cengaver kılıklı vatandaşımız tüy siklet olup boyu yaklaşık 1.50 civarında; gözlüklü, çelimsiz, fareye benzer biriydi ve o da benim 4. hayranım olup hayranlar listesinde hatırı sayılır bir yeri vardı. “yok canım ben hallettim merak etme; şimdi diğer dersi bekliyorum, sen git ders hala devam ediyor”, “aa gider miyim hiç senin gibi güzel bir kız burada tek başına bırakılır mı?” ya bırakılır oğlum, bırakılır; bırakın da beni okulun çimleri üstünde bir başıma; belki kısmetim açılır; bırakın beni yahu yalvarıyorum nedir bu makus talihim benim, evde kalıcam sizin gibi şapşallar yüzünden. Bu çocuk da nasıl anlatsam size Avrupa yakasında aslı’nın belalısı tacettin var ya hah işte aynı ses tonu, aynı diksiyon, aynı ebleh bakışlar ve aynı salaklık… “T.İ?”, “efendim tacettin (aslında adı başkaydı ki bu isimden daha komikti; şabandı) “T.İ benimle çıkar mısın?” T.İ. : “ neeeeee? Ne dedin sen?” “ne dicem sen şimdi helecandan acıkmışsındır, gel senle öğle yemeğine çıkalım, okulun tabildot yemekhanesine götüreyim seni , orda bu konuyu detaylı konuşuruz; ya da anamgiller geldi ya, istersen yingemgillere de gideriz, mis gibi yemekler vardır evde, hem tanışırsınız kaynaşırsınız” T.İ. “tacettin – pardon şaban ne diyosunn kardeşşşiiim? Duymamış olayım, biz senle arkadaşız, hiç yakışıyor mu sana, hem ben seni istemiyorum ki, bak tacettin hem canım burnumda bugün, bi de senle uğraşmayayım; bak eğer malulen emekli gazeteci olmak istemiyorsan ikile buradan, hadi canım; naş naş”

Aynı gün… yer: alsancak, vittoria; T.İ. taa liseden arkadaşları olan ve 9 eylülde okuyan arkadaşlarıyla buluşmuş kivili kup yiyor (oranın kivili kupu çok meşhurdu)… T.İ.nin arkadaşlarından biri “ay kızım, Burak harika biri, biliyo musun çıkma teklif ettiğinde cece’deydik, ay çok romantikti. Biliyor musun Mazda sxbilmemne’si var; diğeri; ya benimki de mühendislikte okuyo; ismi cenk. Ailesi Antalyalı, kızıımm Antalya sidede otelleri varmış 5 yıldızlı, okul tatile girsin, beni de davet ediyorlar, çok yakışıklı anlatamam; opel tigrası var, akşam plazada yemek yiycez davet etti; ayy çok heyecanlandım”

“eee T.İ sen anlat bakalım, egede durumlar nasıl? Seni yılannn, anlatmıyosun; kimbilir ne tipler vardır sizin okulda, sen kesin turnayı gözünden vurmuşsundur da nazar olayı falan diye anlatmıyosundur”
T.İ.”….. eee şeeeey, benim aslında 5-6 tane hayranım var tabi; ama buraya gelmeden önce en son; söyliyim: ismi şaban, yemeğe çıkma yeri okulun tabildot yemekhanesi, boyu benden kısa ve zayıf, fare gibi; kendisi annesigili bugün otogardan aldı, annesigil köyden bugün gelmiş, beni tanıştırmak istedi; yingesigil bugün yemek hazırlamış bende davetliydim ama gitmedim, çok ciddi, evlenmek istiyo; bir de xyz üçlüsü var ki onların da bu sabahtan koordinatlarını kaydırdım; onların isimleri de sizinkiler gibi; cenk, berk, burak gibi değil; ama söylemem gülersiniz, işte benden de böyle havadisler işte” (ağlamak istiyorum)

korkumdan bu tefrikayı ikiye bölüp koyuyorum, blogum bunalım yapıyor çünkü

Ve işte T.İ. Üniversite’de (Ayşegül tatilde, Ayşegül okulda, Ayşegül helada, Ayşegül hamamda tarzı) tefrikam da el birliğiyle başlamış oldu ya; Haydi hayırlısı!

Varan 1:

Geçen gün Gayriye ile mesene’de sohbet ediyorduk konu benim vakti zamanında başıma gelen traji-komik anılarıma geldi. Neyse, üniversite muhabbeti başlayınca, benim aklıma üniversite anılarım geldi, başladım hanfendiye anlatmaya. O da dedi ki kız sen bu anını yazsana bloguna. Kızım dedim hep anı - manı yazıyorum ayıp olacak, yok sen yaz bunu dedi, ben de söz dinledim..

Efendim 90’lı yıllar; bendenizin ortaokul yıllarında başlayan gazetecilik hevesi; lisede fizikçi belasından kurtulmak için (bakınız bir önceki yazım) lise 2’de sosyal bölümü seçmemle; iyice yükseldi. O zamanlar yok öyle ayşe armanlar, ece temelkuranlar, Pakize sunalar (yok o vardı da gece klüplerinde şarkı söylerdi, ha bi de gökhan güney adlı arabeskçinin sevgilisiydi), köşe yazarlığı yapan neconun kızı, gülse birsel’ler falan yoktu. Bir duygu Asena vardı rahmetli; idolüm; bir de Güzin abla vardı köşesi olan. Benim de hayalim işte ben gazeteci olucam diye tepişirken; girdim mi ege üniversitesi iletişim fakültesine.. gerçi o zaman ismi daha basın-yayın’dı ve pek havalıydı. Pööh! İlk sene sonuna doğru ülkemin tüm basın-yayınlarının ismi iletişim fakültesi olarak değiştirilince; benim bütün hevesim fırından zamansız çıkan kek gibi sönüverdi. E kolay değil tabi, kimse anlamıyor ki iletişim fakültesi ne demek?

Benim telefon ya da TV tamir edilen bir bölümde okuduğumu sanıp bana bozuk telefonunu tamir etmem için ricacı olan amcalar ve teyzeler tanıdım ben. Sanki Graham Bell’im ben! “e sen iletişimde okumuyon mu kız?” “heee okuyom”,” bi el atıversen ne olcek şu telsiz telefona? Başkaları giriyo hatta konuşurken”, “yok amca ben gazetecilik, reklam, halkla ilişkiler, radyo-televizyon falan okuyom, hani eski adı basın-yayın”, “heee, işte tamam radyo, televizyon tamiri yapıyon işte, madem okulda görüyon, radyoyu tamir eden telefonu da eder”, “gıırrrrr, hıırrr”, “T.İ.; gel buraya, he bakayım söyle bana, senin gibi çıtı pıtı kız neden erkek işine el atar?”, “ ya beyamca, ne alakası var erkek işiyle iletişimin; kadını erkeği mi var?”, “kız, cadı, sen şimdi mezun olunca babam sana 1 tükkan açacak”, “hööö? Dükkan mı? Eee, neyse sen devam et…”, “sen de o tükkanda başlıycan radyo televizyon tamirine, elin adamının evine gidecen, tamire, ya senin orda suyuna çayına ilaç koysalar, bayıltsalar, ırzına geçseler…senin babanda da hiç akıl yokmuş, insan kızını böyle okula gönderir mi?”…

İşte böyle okul adının geniş kitlelerce kabul edilmesi çok zaman aldı. Ama işin en keyifli yanı fakültenin 3 bölümünün ilk 3 yıl tüm dersleri zorunlu almasıydı. Çünkü içerdiği tüm dersler bir şeklilde diğer bölüme çıkıyordu. Mesela gazetecilik bölümü doğal olarak fotoğrafçılık dersi alıyor; halkla ilişkiler ve reklamcılık bölümü de reklam fotoğrafçılığı dersi alıyor. E okulda da fotoğrafçılık hocası ve stüdyo 1 adet. Haydaaa hep beraber aynı sınıfa. Mesela haber yazımı dersi var, gazetecilik bölümü de alıyor ama halkla ilişkilerin de ilerde basın bülteni yazacak diye hopaaa aynı sınıfa.

Neyse canlarım; sınıf kalabalık, hep anfilerdeyiz, 200 kişi varız herhalde alttan alanlarla. Bu bölüm benim gibi idealist geçinen salakların buluşma yeridir aslında. Oysa git işletmede oku; bankacı, finansmancı, borsacı ol, paraya para deme; değil mi? Ya da git konservatuara bülbül sesini eğit, kaset çıkar; “aşkın açamadığı kapııı, kanatlanıp uçamadığııın yer mi varr, binlerce dansöz vaaaaar, naneeee naneeee, çiki çikita muzzzz,” tarzı şarkılarla s.ç milletin kulağına. Yok serde salaklık var, pardon idealizm var diycektim… Benim gibi bi sürü ebleh yaklaşık 200 kişi okulun film stüdyosundayız. Elimize verdikleri makine Leika denen nuhnebiden kalma bir fotoğraf makinesi. Resmen 100erli grup yaptı hoca bizi (makineler az ya- haha haa), herkes salak salak sanki evlerinde hiç foto. mk. görmemiş gibi bakıyor. Aslında haklı insanlar çünkü ben o makineyi Charlie chaplin filmlerinde gördüğümü hatırlıyorum. Makinenin vizörü üstten, böyle makineye üstten çıkıp bakıyorsun ve filmleri de siyah beyaz; ve dikkatinizi çekerim yıl da 1915 değil, 1993 falan. Biz gülmeye ve evden makine getirelim diyince hoca yiğitliğe de b.k sürdürmüyor tabi; bu meğersem makinelerın hasıymış, tüm usta foto sanatçıları bunu kullanırlarmış ilk başladıklarında. E iyi de be adam; biz alt tarafı bu makineyi alıp okul bahçesine çıkacağız ve senin verdiğin direktif doğrultusunda ot, b.k, böcük, pet şişe ya da öpüşen gençleri görüp çekeceğiz, sonra da geleceğiz bu k.ç kadar laboratuvara ve tab edeceğiz. sonra da hukuk sınavı var, ona çalışacağız… yani!!!

Neyse verildi bize leika “aman dikkat edin, iğne sen çek elini, sen tutma; iğne sen sadece tabiat çekeceksin, sakın abuk bir şey çekip karşıma getirme” tarzı laflardan sonra hocayla vedalaştık, ve belli 1 saat sonra sınıfa döndük.

Sonrası Varan 2'de

ses deneme 1-2; seseseesee, seseeseeeee,deneme 1-2

anasını satiyim 2 gündür yazı yükleyemiyorum bu sayfaya. o yüzden iki satırla bu deneme sürüşüyle idare ediverin accık

Salı, Eylül 05, 2006

Madem nostaljik takılıyorum ve madem herkesin hoşuna gitti...

O halde yaklaşın da size ergenken başıma gelen o dönemin cumhurbaşkanı ile aramda geçen komedyayı anlatayım:

Şimdi bendeniz lise 1’de izmir özel türk kolejinde bir bebeyim… öğrenciliğin en belalı sınıfıdır lise 1. çünkü o güne kadar fen bilgisinden başka pozitif bilim mertebesine eren bir ders görmemişken, lise 1 e başlar başlamaz; fizik, kimya ve biyoloji görürsünüz. Boru değil; fizik…kimya…. İsimleri bile insanda soğuk rüzgarlar estirir. Sen daha fotosentez, fasülye yetiştirme ve havuz problemlerindeyken; birden hocanın biri gelir sana yüzlerce kimyasal element simgesini ezberlemen gerektiğini söyler; sen de zıngadanak kalırsın elindeki listeye… Ama hani fasülye koyuyoduk pamuğa, hani akşam evde çiçek beslemiyoduk karbondikoksit çıkarıyorlar diye, balkona koyuyorduk? Şimdi ben nasıl ezberliyeyim o karbondioksit dalgasının di-oksit olunca ne b.k oluyo; mono-oksit olunca ne menem bişey oluyo?

Neyse bu tür bir travmayla lise sıralarına oturunca zaten ergenlik olayından duygular ve hormonlar sapıtmış; bir de egzantirik dersler de cabası (ha bi de egzantirik mil diye bir şey vardı; hatırladınız mı siz de? Neye yarardı o, bakın o da ayrı bir konu). Neyse işte vektörler, hız ve ivmeler; kimyasal formüller ve laboratuar denemeleri (sanki Hawking olucam anasını satiyim!!!) derken bizim sınıf da komple ya dingil ya da ebleh ötesi.. Sıfırız yani; nasıl anlatsam size: hani örövizyonda "vaya moni- o pua; sayprıss, dö pua"; şeklinde biz de ziroooyuz.

Sınıf yıkılıyo. Verdikleri fizik hocası o yıl üniversiteden mezun olmuş, domatesi görse kavun sanacak bir gerzek. Biz de o dönemlerde üniv. mezunlarını matah bir şey sanıp gözümüzde büyütüyoruz. Şimdi karşıma bir kız çıksa ve ben yeni üniv. mezunuyum dese zor iş veririm ona; ama özel okul işte, almışlar kızcağızı karşımıza çıkarmışlar, sınıf dedim ya yıkılıyo. Hem sıfırdan hem de lagalugadan. Kızcağızı dinleyen yok. Böyle boyun damarları feriştahın mükreminle ilgili fentezilerini okurkenki gibi şişiyor bağırmaktan. Düşünsenize ilk kez fizik dersini alıyorsunuz hayatınızda; ya anlayıp seversin ya da hiç anlamayıp nefret edersin. Aslında bir dersi sevdirmek ne kadar çok önemli. Hayatının yönü değişecek resmen! Biz komple sıfır ve bir notlarını alarak okul rekoru kırıyoruz. Kadın bize kıl, biz de ona. Hisler karşılıklı yani:) Bir inek var yalnız sınıfta; onun da babası hocaydı okulda; o 4 alıyor bu fizikçiden; ama o da 10 üstünden. Bizde komple tık yok anlıyacağınız. Benim gibi bir "inek" ise 1 aldı düşünün bende yarattığı infiali!

Günlerden bir gün okula geliyorum anaaa, heryer polis arabası kaplı, bayraklarla donanmış, okul kantini pür-ü pak; tostlar camekana girmiş her nasılsa, kırtasiyeci bile takım elbiseler giyip camlarını temizliyo; berhudar ol turan amcacım, elin değmişken bizim sınıfa da bir el atsana demiştim adama da elindeki toz beziyle tittir git demişti :) Sınıfa bir girdim ana hoca içerde; e ben erken gelmiştim oysa; neyse girdik içeri fizikçinin üstünde daha önce sadece doktorlarda gördüğüm önlük vardı. Ay ben de bu bazı bölüm öğretmenlerinin beyaz önlük giymesini aslında doktor olamama kompleksine bağlarım. Yani ne alakan var senin beyaz önlükle? Alt tarafı 45 dakikalık 1 derse giriyorsun ya da üst üste 2 ders versen yaklaşık 1,5 saat. Sanki saatler boyu patoloji laboratuarında çalışacaksın! Nedir bu kompleks! Giymiş hatun beyaz önlüğü ellerini oynata oynata, damarlar gene şiş vaziyette bir şeyler anlatıyor. Allahtan dalmış beni fark etmedi, tam oturdum sınıf hürraaa kalktı. Dedim yanımdaki arkadaşıma; hayrola, yolculuk nereye, dedi laboratuara.. anaa dedim napacaz kız biz orda? Dedi deney yapıcakmışız. Ne deneyi dedim, bilmeeem dedi, hoca öyle dedi. Dedim biliyomusun dışarıda bi sürü polis arabası var, hırsız mı var acaba okulda? Dedi arkadaşım aman belki bu kadını alırlar da götürürler dedi. Biz ıkıl ıkıl çıktık okul yokuşunu laboratuarı yapmışlar sibirya’da! Asansör de yok girdik sibiryadaki öbür binanın çıktık 4. katına;
Allahım allahım bu nasıl bir yer böyle; her yer bal dök yala; bembeyaz buz gibi, anam anam klimaları da açmışlar, masalar beyazzz; güzeeel üstüne 05’le "T.İ. x’i seviyo" yazabilirim diye düşündüm tabi. Hoca söz aldı; çocuklar bu günkü dersimizi eeee, şeeey burada yapıyoruz
T.İ: neden hocam (zaten benim konuşmamam ve sormamam imkansızdı tahmin edersiniz, ama kadın bana kıl, çünkü ben kadının anlattıklarından zerre kadar anlamıyorum ve çata çat kadına anlamadığımı ama sınıfın da anlamadığından yola çıkarsak kendisinin konuyu iyi anlatamadığını söylüyorum)
Fizikçi: bugün deney yapıcaz
T.İ.: ne deneyi hocam?
Fizikçi beni kaale bile almadan “hem bugün önemli bir misafirimiz var okulda, aldığımız duyumlara göre laboratuarları da ziyaret edecekmiş, onun için konuşanı gebertirim, T.İ. kapa çeneni sen de; karalama o beyaz masayı! Neyse çocuklar konuşmak yasak, ziyaretçi gelirse sorduğu sorulara adam gibi cevap verin yoksa sınıfta bırakırım, çıtınız çıkmıycak, duydunuz mu?
Tüm sınıf: evet hocaaaaam
T.İ.: hocam ben okula gelirken okul çevresi polis kaynıyordu, hırsız mı girmiş bizim okula?
Sınıfta uğultu kopar bir anda; “aaa lalenin cüzdenı kaybolmuştu, hakanın da rotring kalemi; kesin onlar için geldiler", "yok burcunun kolyesi çalınmış”, “kolye takmak yasak, getirmeseydi o salak da”,
Fizikçi: eliyle masaya vurmuştu kadın, çaat çaat, çaaaat kapatın çeneniiiziiii diye bağırıken
Ahaaa, kapı zınk diye açıldı; annneeeee;
İçeri okul müdürü, okulun sahibi, bölüm başkanları, tanımadığım 1 sürü takım elbiseli adam, sivil görünümlü ama haşin bakışlı 1 sürü amca ve de askerler vardı. Tabi ben ne biliyim, hangisi hangi rütbede; tüm balalar hazırolda toplaştık orta yere. Fizikçinin surat kıpkırmızı damarlar gene bambu çubuğu gibi şişmiş; anam diyorum ben bu beyaz saçlı akça pakça amcayı tanıyorum; anaaaa anaaaaa, bu buuu buu cumhurbaşkanı; bir apoletleri eksik netekim!
Cumhurbaşkanı fizikçiye doğru sorar: hocam iyi dersler, dersimiz nedir?
İşte benim koptuğum ilk an budur arkadaşlar. Dersimiz nedir sorusu… şimdi beden dersi desen olmaz, din ve ahlak desen hiç olmaz malum laboratuar ortamı:) , Türkçe desen hiç olmaz.. anacım hangi derste olabiliriz ki? Ya kimyadır ya da fizik..neyse germeyelim ortamı:
Fizikçi: fizik dersi hocam
Ne hocası? Adam cumhurbaşkanı, sen kalkmış adama hocam diyorsun be kadın! Hemen içeriye tıkın..
(şimdi burada araya giriyorum ama ben o esnada bunları kafamdan hakketten geçiriyorum; iç sesleri yani; ne kadar normal olduğumu anlayın diye yazıyorum)
CB: aferin, aferin, fizik bir milletin itici gücüdür. Pozitif ilimlerde ne kadar başarılı olursak ülkemiz dünyada o kadar ileriye gidecektir
(hadi leeeeeyyynnnn diyorum burada ama içimden..sıkıysa bağır değil mi- hahaaaa)
CB: nasıl sınıfımızın durumu? Haylazlar mı?
Fizikçi: süper hepsi hocam (ya ne hocası yahuuu? Azıcık baksana okulun sahibinin çakmak çakmak olmuş gözlerine; o adam hoca deeğiiiilll), çok seviyorlar bu dersi
CB: e o zaman hepsinin notları da süperdir netekim.. değil mi hocam?
Fizikçi: evet efendim iyi durumları…(hadi len, nerde iyi; sıçtık şimdi adam kalkıp birimize 1 şey sorsa diye fısıldadım ben arkadaşıma, arkadaşım da dedi ki sen sınıfa geç girdin ya… eeee? İşte hoca dedi ki gelecek kişi sorarsa herkes iyi diyecek notlarını dedi. Hadi len manyak dedim, adam anlar kızım; hepimiz spor toto gibiyiz, valla benden söylemesi dedi…)
Fizikçi: hepsi ilk kez fizik dersi almalarına rağmen çok ısındılar dersime. (vayy yalaka)
CB: Hadi yav; e desene hepsi cevher bu çocukların pek, bakalım içlerinde fiziği en iyi olan kim? Evladım hanginizin fiziği 10?
Tııssssss.. ses yok
CB: 9 alan? Tısssssssssss
CB: 8?, 7?, 6?
Hep aynı ses Tısssssssssssssssssss
CB: yahu 5 alanda mı yok bu sınıfta netekim?
Fizikçi var ya, suratı oldu yerli domates. Boynundaki damarlar çatladı çatlıyacak…biz de kıpkırmızıyız, sıçtık, rezil olduk dedik. Okul müdürü ve saz arkadaşlarının yüzünde de olayı toparlamak için sinirli bir sırıtış hakim. Hepsi heh heee heee yapıyorlar.
CB: e yahu hepsi 5lik bunların demek ha? E peki 1 alan var mı içinizde?

Ve işte benim bittiğim an o andır arkadaşlar!! Hem de ne bitmek. Sıfırı tükettiğim an; yer yarılası içeri giresim dediğim an; yar saçların lüle lüle T.İ. sana güle güle denilesi an; hayatın bittiği yer; toprak altına gömülesi andır işte o an…
CB tekrarlar: evet çocuklar 1 alan yok mu içiniz de?
Hayır şimdi madem böyle tüm sınıf yalan söylüyor, susuyor; sen ne çıkıyorsun delik dondan değil mi? Sana ne? CB senin 1 notu alan salaklardan birini olduğunu bilse eline ne geçecek? Alt tarafı fizikçi senden nefret edecek ve sınıfta bırakacak… neden çıkıyorsun ortaya don kişot gibi… yok T.İ illa ki konuşacak..doğrucu Davut ya!
C.B: sen misin 1 alan, gel bakaym, çık sen şöyle bir öne
T.İ. ehi ehi ehi..o benim.. (ulan hesapta bu yoktu.. niye beni ortaya çıkardı bu adam şimdi..allaaah, hocanın ve müdürün surata bak; haha, resmen kıyma mı külbastı mı ezme mi yoksa karnıyarık mı istersin diye bakıyorlar) sayın cumhurbaşkanım o 1 alan benim efendim (yiğitliğe de bok sürdürmüyorum yalnız:) hani fizikçiye de bir CB ile öyle değil böyle konuşulur mesajını da veriyorum; hem de türk çocuğu doğru olmalıdır, yalan söylememelidir mesajı veriyorum..aferin T.İ iyi gidiyosun kızım… ayyy yanlız tek kötü şey x’e de rezil oldum.. nah çıkar şimdi o benle)
C.B. ay sen akıllı bi şeye de benziyorsun maşallah gözlere bak, neden evledım 1 aldın
T.İ: efendim 1 alan sırf ben değilim ki tüm sınıf 1 alıyoruz biz. (kadının suratını ve boynundaki damarları görmeliydiniz, gözleri beni öldürmek için can atıyordu)
C.B: öğretmen hanım, siz az evvel hepsi çok iyi diyordunuz, e bu çocuk hepimiz 1 alıyoruz diyor netekim; ne demek oluyor bu?
Fizikçi: Hocam bakmayın siz ona, kendisi 1 alan öğrencimizdir; heh heee; ben onu uyarmıştım yavrum herkes içinde küçük düşmesin diye ama sınıfın diğerlerini nerden bilecek o küçücük çocuk; herkesin notları gayet güzel ama bu kızımız fizikten uzak biri. Tabi bu sene değerlendiricez hepsini, merakı olmayanları sosyal bölüme..

Bakar mısınız yahu, kadın beni resmen harcadı, ben; T.İ.; kalır mıyım sizce bunun altında? Bittin kadın sen!
C.B bana dönerek (halen laboratuarın ortasında ayaktayız bu arada; ben aynalı sazan da halkanın ortasında; karşımda CB ile baş başa) “evladım peki biyolojin kaç senin?” ben gururla boynumu kaldırıp (hani cem yılmaz skeçlerinde salak çocuk taklitleri vardır ya, hazırolda ve baş dik hafif yukarı kalkık büyüklere cevap verir, işte aynı o duruştayım) ben “8” dedim…
CB: aferim aferim; peki kimyan kaç? “altıııııı” diye bağırdım. CB: “eee bu da fena değil. İngilizcen?” T.İ.:oonnnnnn dedim bağırarak. Sanki CB benim aklanmamı istiyor gibiydi, sanki hocalarım dahil herkese benim bir embesil olmadığımı kanıtlamak ister gibiydi. C.B:” peki evladım edebiyatın kaç senin? Benim tavan yaptığım alanlara geliyorduk hızla.. “onnnnnn”, “aferim kızıma, tarih ve inkilap?” “onnnnnnnnn” ay ne bağırarak söylemiştim.. fizikten 1’i tıslayarak onları da bağıra bağıra :)))
C.B: eee bu evladımız çalışkanmış, aptal değilmiş yahuuuu.. öğretmen hanım kızımızın fiziği kötü, 1 alıyormuş ama bakın diğer derslerinde çok başarılı netekim.
Fizikçi: hocam bir tek onun notı 1; diğerlerinin çok iyi…
Zııırrrrrrrrrrrrrr..

Tenefüs zilinin sesini duydunuz arkadaşlar; haydi ders bitti; PAYDOSSSS; HADİ İKİLEYİN DERS BİTTİ DİYORUM .. BAK HALA OKUYO…BU KADARRR, YORULDUMMMM BE!
SONRA NE Mİ OLDU? EBENİN ŞEYİ OLDU! KALDIM TABİ O SENE BÜTÜNLEMEYE FİZİKTEN. TAKDİR ALAMADIM O KADIN YÜZÜNDEN..NEYSE ANNEM ADAM GİBİ BİR FİZİK HOCASI BULDU EVE. ADAM 1 AY GELDİ BEN 10’LA GEÇTİM FİZİKTEN DE APTAL OLMADIĞIMI HERKES GÖRDÜ! PÖÖÖHHHH

Cuma, Eylül 01, 2006

Geçmişine ve Geleceğine Mektup

Bugün b.k var İzmir’de arkadaşlar. Yani bu şu demek oluyor:

Yani sabahın kör vaktinden başlayan hummalı bir “şehri nasıl daha beter bir hale sokabilirim çalışması” var
Yani şehrin en merkezi meydanını kapatıp 4 yol ağzını tek ağza indirip trafiği felç edelim çalışması var
Yani özellikle Cuma günü akşam iş çıkışında yukarda bahsi geçen meydanı protokol denen beleşçi lavuklara kapatmak anlamına geliyor.
Yani nerden mi çıkartıyorum?
Lozan meydanına komple kadife şönil sandalyeler yerleştirmişler; geç geçebilirsen…
Yani hem taşıtlara yol kapatmışlar hem trafiğin ağzına s.çmışlar hem yayalar geçmeleri için yer bile bırakmamış ve meydana sandalye ve kapalı tirübünlerle doldurmuşlar
Yani bir de bu açılışı Cuma akşamı saat 18.30 sularında yapacaklar.
Yani…
Yani, bugün fuar açılıyor! Heeeyeyyyy, yeppppüüüiiiiii, tray lay lay lommm, vataşiva kendiiiii;



Anacım b.k var diyorum ya anlayın işte sevincimin büyüklüğünü. Çok yer dolaştım; bir fuarın hem ticari fuar hem enternasyonal (intırneyşınıl) fuar hem bölgesel fuar (lokıl) hem eğlence fuarı (arkeyd) hem oto yan sanayi fuarı (otomekhanika) hem hayvanat bahçesi (zuuu) hem de şarkıcı-artiz bahçesi (tiyatır) olanını ben hayatımda bir tek güzel izmirimde gördüm.


Tamam eskiden de aynıydı bu fuar. Ama o zamanlar biz dünyaya gözlerimizi ve kapılarımızı bu kadar açmamıştık ki. Hey bakın 70 ‘li ve 80’li yılları yaşadım ben. O yıllarda fuar bizim için gerçek üstü bir heyecandı. O zamanlar tv yoktu, yabancı sinema yoktu; yerli sinemada da aydemir akbaşların civciv çıkacak’ı vardı, yani sanat alemi bir tüketici için tam bir kabustu. Bir tek fuarlar vardı. Erkekler için araba ve traktörlere, vinçlere bakmak büyük bir eğlenceydi. Kadınlar için ise gündüz matineleri vardı. Dolmalar sarılır, börekler kızartılır, kısırlar yapılır, çaylar termosa demlenir, çocuk uyursa diye yastık ve pike alınır yallah lunapark ya da göl gazinosuna gidilirdi. Sandalyeler üzerinde uyuklayan ebleh çocuğu annesi sahnedeki şarkıcının kucağına atıverir, şarkıcı kadın şaşkın bir surat ifadesiyle fotoşipşak’a poz verir ve ortaya kült bir hatıra çıkardı.

Akşama da kocalarla maaile gidilirdi fuara. Uçan balon diye az kazıklamamıştır baloncular çocukları! Bir de o zamanki balonlar pembe, yeşil ve sarı renkten oluşur, üzerlerinde renkli harelerden boyalar vardı, elinde 3 dakikadan fazla durursa ellerin rezil olurdu ve annenden de dayak yerdin. Uçar sandığın o balon sabahleyin salonun bir köşesinde sönmüş vaziyette öylece dururdu. Fuarda babana balon aldırdıktan sonra nedense memo dondurma alınır, piyalede bayıla bayıla çok matah bir şeymiş gibi spagetti yer, sonra da sagra mı sarelle mi neydi, onun standında şokella akan çeşmesinden parayla şokella alınırdı evlere. Daha çok parası olanlar piyalade makarna yerine; Golf gazinosunda ümit beseni, tam karşısındaki rakip kübanada ferdi özbeğeni dinlemeye giderlerdi. Ben bu kübana ismini de çok merak etmişimdir. Hani böyle havana ve küba isimlerinin kırması gibi. Tuhaf! Aklıma geliverdi işte. “Neden kübana?” diye bir soruyu sahibine sormak istedim bir anda! Ben de manyağım, farkındayım! Beyaz bir piyano, ferdi özbeğen çıkar, ipekli uzun bir gömlek İzmir ağustos sıcağında. Altında beyaz pantolon, içinden donu belli oluyordu ama Allahtan hep piyano taburesinde oturduğunu düşündüğü için donunun gözükmesine pek önem vermezdi; ama ya alkışlar Ferdi? Ya her alkışta sen ayağa kalkınca ben ne oluyordum biliyor musun? Benim en keyifli çocukluk anılarımdı onlar. Ferdinin desenli donları; içeri her giren müşterinin ferdi söylemeden ismini tahmin etmece oyunu bile oynardım ben. Yaaa, bu oyunu biliyor muydun sen ey okuyucu? Ferdi viskiden 1 yudum alır, dırını dırınııımmm (piyano efekti) içeri yeni giren ve masaya oturan çifte bakarak “ooooo, efendim; kimler gelmiş, haluk bey ve zarif eşleri Gülay hanım, efenim hoş geldiniz ve şeref verdinizzzz” . işte oyunun kuralı budur! Ferdi söylemeden sen bunu önceden tahmin edceksin. Mesela bazı adamlarda Hilmi tipi vardır bazılarında Abdullah! O adam asla ve asla cenk ya da berk isminde olamaz. Anlatabildim değil mi?

Bi de böyle yemekli olmayan lunapark gazinosu vardı. Golften ya ada kübanadan (küba+havana= seni araştırıcam kübana; sana taktım bir kere) çıkan ahali bir de buraya gider gecenin devamını izlerdi. Assolistler en son çıkar mantığından ferdiyi bitirenler, lunapark gazinosundaki assolistleri dinlemeye gelirlerdi. Üvertürler önceden çıkmış sahneyi assolistlere bırakmışlardı. Çocukluğumun en büyük beyin travmasını göl gazinosundaki kadınlar matinesinde Bülent ersoyu takım elbiseli, kısa saçlı ve makyajsız haliyle, bir erkek olarak izledikten 1 sene sonra lunapark gazinosunda uzun saçlı, makyajlı, hormonlu, gece elbiseli ve k.çına kadar yırtmaçlı izleyince geçirdim ben. Bir de küçük Emrahı assolist diye fuara çıkarmışlardı; o da bu bünyeye yaramamıştı açıkçası. Düşünsenize para verip göl gazinosundaki masaya kurulmuşsun. Elinde boynu bükülmüş yarı sönük 1 balon, yanında ailen, içkiler açılmış sen şişede sensun- cincibir marka gazoz içiyosundur; tabağında sert bir tavuk parçasını dişlerken karşında birden beyaz takım elbiseler içinde sülük kaşlı, kendi yaşıtın bir oğlan çocuğunu buluyorsun ve gözlerinin içine bakarak “boynuuuuğğ bükükkkleerrr” diye çığrım çığrım çığırıyor. Gözleri yaşlı, başı dumanlı bir oğlan çocuğu. Vah garibim diyorsun, o sert tavuk parçası kalıyor boğazında. E hani emel sayın vardı?erol evgin vardı? Yok bana ne ya, kandırdınız beni ben uyuycam işte; baba tut şu balonumu, anne kay sen de söyle, ben bu sandalyeye yatıcam, uyuycam işte!

Bir de Güngür bayrak olayı vardı arkadaşlar. Kadın izmir fuarına çıkmış ve infial yaratmıştı. Zavallım donsuz çıkmıştı ve dönemin belediye başkanı burhan özfatura tarafından yasaklanmış ve sahneden indirilmişti. Heyhaaat, sayın özfatura o günlerden bu günlere gelineceğini bilse dokunur muydu acaba Güngör ablamıza? Gazetelerde çarşaf çarşaf kadının sahnedeki görüntüleri vardı. Hayır ortada görünen bir şey de yoktu. Derin bir yırtmaç o kadar! Gazeteciler siyah bant atmışlardı resimde gözüken çatala. O kadar! Kadıncağız leydi olduğu günlerde özlem duymuş mudur acaba donsuz çıktığı o günlere diye hep merak etmiştim o zamanlar.

Yaaa işte bu bünye neler gördü 32 senelik hayatında? Bugüne gelinceye kadar bende oluşan psikolojik travmalar beni bir yerlere getirdiyse; bu fuar fenomeninin çok büyük etkisi olmuştur.

Şimdiyse fuar benim için büyük bir işkence haline dönüştü. Şehir büyüdü, araba sayısı şehir popülasyonuna ulaştı, fuarın yeri hala şehrin göbeğinde, ziyaretçiler azaldı, katılan firmalar arttı, hala yetkililer bunun farkında değil; fuar içindeki baloncuların yerini kapkaççılar aldı, fuara ticari amaçla değil, sıcak İzmir akşamlarında serinlemek ve çiğdem çitlemek için gelenler ve araba standlarında dolanan k.çı başı açık hostesleri rontlamak için gelen abazalarla doldu. Hayvanat bahçesinin ölümsüz tek 2 hayvanı fil bahadır ve ayı Pakize de olmasa fuarın hiçbir forsu kalmadı. Sanatçılar da gelmiyor artık, çeşmede bodrumda, otellerde ekstralara gitmek, paparazzi programlarına sahte aşklarıyla ilgili demeçler ve fotoğraflar vermek varken; kim ne yapsın İzmir fuarını? Değiş Türkiye; değiş İzmir; çağa ayak uydur; bak herkes kendi havasında kendi dünyasında artık; kimse fuarı eskisi kadar ciddiye almıyor; taşıyın şu fuarı artık izmirin gelişmekte olan bir bölgesine; yap oraya kongre konferans merkezleri; büyük büyük sergi alanları kur; simultane çeviri yapılabilecek merkezler aç; bahadırla pakizeye hakkettikleri modern bir hayvanat bahçesini hediye et; doğal ortamlarında yaşat onları; ama asla şehrin göbeğinde değil; adam gibi bir hayvanat bahçesi yap; onlara doğal ortamlar yarat; ağustos sıcağında hortumla soğuk duş yaptırtma onlara; onlara istedikleri zaman suya girebilecekleri suni göletler yarat; maymuna Cevdet, Şakir gibi isimler verip, dürüm döner yedirip onları maymun etme; onları ormanlık alana sal, bırak ağaçlarda yaşasınlar; 3 tane denizli horozunu kümesle çevreleyip tabelasına horoz diye yazma; horoza da ayıp; git daha farklı hayvanatları insanca sergilet İzmirli çocuklara; çocuklar tanısın bilsin hayvanları. Ama hayvanlara yakışır koşullarda yaşat onları; biz insanoğluna maskara etme gözünü seveyim…

Ve ne olur şu fuar belasını alsancakta yapma artık; git başka yer bul kendine; şehrin en işlek caddelerini trafiğe kapatıp oraya protokol adına sandalye yerleştirme; fuar açılacak diye alsancağın bütün kaldırım taşlarını tekrar tekrar değiştirme; merak etme kimse “bu taşlar neden 1 yıllık? Eski taş üzerinde yürümem ben” demez. Bak artık ne gelen şarkıcı var fuara, ne bir yabancı firma ne de ticari amaçlı ziyaretçi. Bir tek İzmir sıcağından bunalan kenar mahalleden gettodan gelen çekirdek çıtlatıp ortalığı çöpleriyle rezil eden bir güruh var fuarda, bir de hırsızlar…

Sen gene de bu söylediklerimi yabana atma e mi!

Perşembe, Ağustos 31, 2006

Neden böyle? Yoksa sadece ben miyim?


Haftalardır aha da işte tam bu moddayım. Hatta msn'me bile görüntü resmimi bunu koydum! Siz ona Garfield'in reel şubesi deyin, ben ise kendimi layık görüyorum. Tamam ben tüysüzüm ve ondan baya bi zayıfım; ama işten eve gider gitmez akşamları kendimi benzeri bir koltuğa benzer bir şekilde yatay pozisyonda buluyorum. Gerçi koltuğun kol kenarı bence ir hayli rahatsız olduğu için ben bu arkadaşın tersine koltuğun içinde daha rahat ediyorum. Cumartesi mi gelmiş, pazar mıymış, umurumda bile olmuyor. Yorgun muyum, tükendim mi, zorlu bir yıl mıydı, hayat zıvanadan mı çıktı da ben hayatla uzlaşamadım ve tepkisel davranıp tepkimi böyle mi gösteriyorum?

Valla anladıysam Garfield olayım!

Perşembe, Ağustos 24, 2006

Doğru Makyaj Sırları, Makyaj Adabı, Sinir Etme Sanatı

Tarih: 16 Temmuz, 2006, Pazar
Yer: İstanbul, Swiss otel, bilmem kaç no’lu odanın banyosu
Oyuncular: T.İ ve makyöz kadın (bundan böyle M diye anılacaktır)

T.İ: Ayşe hanım, bavulunuzu bellboylar getirirdi, siz o koca bavulu tek başınıza nasıl taşıdınız, ha bi de burada mı kalacaksınız?
Makyöz: O bavul benim makyaj çantam; bakma sen onun büyüklüğüne, bir odaya sokabilsem tamamdır. (Ggııırrrrç); bu kapılar da ne kadar dar bu otelde?
T.İ: …… (sessizlik)…. Her şeyi anladım da neden beni banyoya sokuşturuyorsunuz? Makyajım helada mı yapılacak?
M: bana ışık lazım, oda loş, ışıkları yaksanız da bana yetmez. Hem içerde kuaför-muaför, asistanı, manikürcü ve anneniz var, benim yalnız olmam lazım. Konsantrasyonumu hiçbir şeyin bozmasına izin veremem. Gelin makyajı bu, özenmek lazım.
T.İ: e peki buyurun girelim bari banyoya. E ben nereye oturucam?
M: Banyoya sandalye yollayıııııııınn.!!
İç ses: Heil hitler!
Dış ses: Tamam Ayşe hanım, şu tekerlekli koltuk olur mu?
M: olur, bu makyaj çantası senin mi?
T.İ: evet benim, belki kullanmak istersiniz diye çıkartmıştım, özellikle far ve maskara ve rujda bana ait şeyleri kullanırsanız sevinirim. Hatta sadece benimkileri kullanırsanız daha çok sevinirim. Nasılsa sizin sanatınız önemli, eminim benim malzemelerle de harika ir iş çıkartırsınız.
İç ses: yuhh yalaka iğne! Yalasaydın? Ya sus işte napiyim ver gaz gitsin, umarım ayı-maymun yapmaz beni bu kadın..offf son 3 saat kaldı. Ye beğenmezsem?şu kafamdaki bigudileri ne zaman alacak bu adam? Başımı yaslıyamıyorum da geriye..offfff
M: ayyyy, harika bunlar, ay gömü buldum resmen
T.İ: nası yani????
M: ben bayılırım da değişik makyaj malzemelerine. Zevkini beğendim, renkler çok güzel, bunları kullanalım.
T.İ: ayyy, teşekkürler, teveccühünüz, ben zaten maaşımı genelde bunlara yatırırım.
M: aman sakın kremlere yatırma, gözünü seveyim
T.İ: yatırma demekle olmuyo, macburen; sabunla mı temizliycem cildimi? Zaten kupkuru; her dakka krem sürsem yeridir.
M: yok nemlendirici al bit tek, diğerlerine başka şey kullanacaksın.
T.İ: ney?
M: işte bunlar
T.İ: ama bu badem sütü, diğeri de gülsuyu
M: evet bak şekerim, benim işim gereği evimde en pahallısından en kalitelisine her marka cilt bakım setleri bulunur, makyajımı temizlerken hepsini kullanırım ama sonra da pamuğa badem sütünü döküp cildime sürdüğümde üstünde bir sürü makyaj kalıntısını görürüm, sanırsın ki o pahallı kremler temizlemiş, nerdeee? En güzeli budur; badem sütü, tonik monik de palavra. Gül suyu en iyi toniktir.
T.İ. anneannemin şifonyerinin üstünde de aynısı durur. Bebak mı neydi adı, beyaz plastik ince belli şişe ve yeşil kapaklı.
M: aynen o işte! Onları kullan, hem paran da cebinde kalır, onun yerine dilediğin makyaj malzemesini de alabilirsin. Badem sütü cildini harika yapar, gül suyu da cabası.
T.İ. hımmm, güzel fikir! Ayyy o ne; fondoteni sürmeden önce neden süngeri suya batırıp yüzüme öyle sulu sulu sürüyorsunuz?
M: benim makyaja konsantre olmam için sessizlik hakim olmalı, istersen en yatır kafanı koltuğa ve beni izle.
İç ses: ulan s.çtık. dövecek kadın..smırrrff-pffıırrrr.. ulan dudaklarıma da harrş diye sulu sünger sürülür mü? Çenemi susturmak için iyi denemeydi ama yemezler
T.İ: ımıırrrff- smıırrrfff,vçıfırrrrr, pfhhhırrr
M: haaa? Sen dudaklarını kıpırdatma şimdi, fondöten sürüyorum şimdi. Rujun kalıcı olmalı.
T.İ.: hıııı, okyfss
(aradan epey süre geçer; kadın gözlere geçmiştir)
T.İ.: merak ettim ayşe hanım, neden önce süngeri suya batırıp fondöteni öyle sürdünüz? Kusura bakmayın size çok soru soruyorum ama insan da her dakika böyle bir makyaj profesyoneli ile karşılaşmıyor, ben hayatımda ilk kez işini sizin kadar ciddi yapan biriyle karşılaşıyorum da. İzmirde hiç görmedim sizin gibisini..
M: evet ben işimde profesyonelim, tabi bilgilendireyim seni; porselen makyajın hası suyla yapılır, suyla kalıcılığı artırılır. Far sürerken de aynı hileye başvurabilirsin.
İç ses: kızım iğne iyi gidiyosun, yalakalık had safhada ama başka türlü bu kadını konuşturamazdın, hoş o da seni kouşturmazdı zaten.
T.İ.: Ay ayşe hanım, ben bakıyorum da bazı artistlere şarkıcılara; bazıları makyajla muhteşem oluyorlar, bazıları da maymun gibi. Sizin işiniz çok önemli. Misal ebru gündeşin göz makyajına bayılıyorum ben. Kadın makyajsız nasıl çirkin, kara-sarı bir surat, böyle roman vatandaşlar gibi; ver eline çiçek alsancakta satsın sepetle. Ama bir makyaj yapılıyor ona, maşallah oluyor bir afet..pfıırrrşşş fırsssss….ımıırrrffff (makyöz dayanamyıp T.İ’nin ağzına pudra sürmeye başlamıştır çünkü)
M: ebrunun makyözü benim!
T.İ. hööö? Ciddi misiniz?
İç ses: s.çtın, s.çtın, çeneni tutmayı beceremedin, gene pot kırdın, salak iine, şimdi seni maymuna benzetsin de gör gününü
T.İ.: işte profesyonelliğiniz buradan belli, yani ebru makyajsız bence pek güzel bir bayan değil ama sizin yaptığınız makyajla dünya güzeli oluyor. Siz ona kaç kez yaptınız?
İç ses: allahım ne olur 1-2 kez desin, umarım ayıp olmamıştır, bi de yıllardır kankaymışlar, ne gülerim şimdi; neyse iyi ki en berbatı banu alkan demedim, onu da bu yapıyosa, bu kadın beni hayatta bu heladan kaldırmazdı
M: ben onun yıllardır bütün makyajını yaparım, tv çekimlerinde, dizi çekimlerinde, konserlerinde, davetlerinde. Senin göz yapın da ona benziyor, sana da o tarz göz makyajı yapıcam zaten…
İç ses: ohhhhhhşşş, rahatladım, 1 sigara içsem şimdi bunun üstüne acaba?, o halde banu alkanı da söyleyebilirim. Ama önce sorayım, sonra yorum yapayım; evet, evet iyi taktik.
T.İ.: banu alkanın makyajını siz mi yapıyorsunuz ayşe hanım?
M: hayır.
T.İ. ay mesela onun makyajı iğrenç, o çenesine kadar taşırılmış fuşya renkli ruju, pembe yağlı göz farları ve akmış göz kalemlerini ona süren kişi bir makyöz olamaz gibime geliyor. Ayy ayşe hanım bir bakabilir miim, bitti mi göz makyajım?
M. iyi hadi bakın bakalım, bana da bir türk kahvesi söyleyin oda servisinden, ama uyarın, kahvesi bol olsun, yoksa geri gönderirim.
İç ses: heil hitler
(Kahveler gelir, içilir, ayşe hanım kahve falı kapatır, iğne hanım da gözlerini inceler ayna karşısında)
T.İ.: ayşe haaanııımm, şey.. şeeyyy diycektim yani yanlış anlamazsanız;
M: ne var?
T.İ: ya şey bakın ben diyorum ki; benim etnik kökenimle fazla oynamasanız diyorum.
M: hööö?
T.İ. yani diyorum benim göz makyajım biraz tuhaf olmuş, yani haşaaa, siz harika yapmışsınız da benim gözlerim biraz çekik diye siz çekmişsiniz onları yukarı doğru; benim gibi öz be öz türk; olmuş Japon. O yüzden diyorum ki bırakın beni herkes etnik köküm olan Türk olarak tanısın. Siz şu çektiğiniz kalemlerin koordinatlarını biraz aşağı doğru indirin . yani ben harbiden japona benzemişim. Evet kocam bir Japon olsaydı hoş bir jest olurdu japonyadan gelen konuklara.. ama malum bizim her iki tarafta öz be öz türk. Şimdi dedikodu falan oluuffff.. heeyyyffff, nee yapyrosfsssuunzzzz? Bademff süffüü?
(makyöz T.İ.nin göz makyajını silip temizlemeye nedense dudaklarından başlamıştır)
M: az vaktimiz var, göz makyajını temizleyip yeniden yapmam lazım.
T.İ.: pekiff nedenfff dudaklarfımffdan başlaffdınız silmmffmeye?

M.: Kahve getirin bana; kahveeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeee!!!!!!!!!!!

Salı, Ağustos 22, 2006

Koş Apla Koşş... Haydeee Devrimci Geeldiii!

Bazen ne kadar da boşaltıyoruz içini kelimelerin, cümlelerin ve anlamların. Benim devrimci denilince aklıma öncelikle bir kahraman, bir lider, bir vatansever, bir korkusuz, bir dahi ve bir cesur yürek gelirdi. Atam gibi...


Hadi biraz daha enternasyonel olalım, İzmir Fuarı yaklaşıyor ya (onu da bilahare yazarım, neydi nerelere geldi diye - o da apayrı bir kanayan yaradır güzelim İzmirimde). nerde kalmıştık, evet enternasyonel olmakta. Hoş Atam da entarnasyoneldir ama "Che" nedense daha popülerdi. Kızların oğlanların tişörtlerini, atamın resimleri değil Che'nin yüzü süsler. Atamın kalpağı, şapkası değil, Che'nin beresi takılır daha çok. O belki de daha yakışıklıdır, daha Hollywood suratlıdır, eh bi de daha gençtir. 1800li yılların sonunda, 1900lerin başında doğmamıştır. Ama o da devrimcidir. İnandığının sonun akadar gitmiştir. Kaypaklık, döneklik, yılanlık yapmamıştır. Yalan söylememiş, ölümden korkmamıştır.

Velhasıl ikisi de büyük devrimcilerdir.

"Nerden çıktı şimdi bu devrimci kimdir kim değildir lafı?" diyeceksiniz biliyorum. Gazetede okudum. Ünlü Türk Robert Murdoch'ı, Ted Turner'ı ve Federico Fellini'si Faruk Aksoy açıklamış: "P.... A..... bir devrimcidir. Bence tüm kadınların P.nin devrimlerinin arkasında durması gerekir, onu ve devrimlerini alkışlamalıdır" demişşşşş. O kadının adını artık mahsus yazmıyorum, boşuna reklamı olmasın diye. Ah ah , anneannem der ki; "başlar ayak oldu, ayaklar da baş!"... Kimler devrimci oldu bu ülkede???

Perşembe, Ağustos 17, 2006

ASLI ve T.İ.’den İNCİLER

ASLI: ne haber, bu kim yahu?
T.İ: selam, kimi soruyosun aslıcım
ASLI: selam ne haber, kediyi
T.İ: :))) idolüm o benim, idealim, olmak istediğim yer, huzur bu mudur, budur
ASLI: :)))) Peeeh, hayat bu mudur? şu an için budur.
T.İ: keyfi yerinde yaymış kebap yapıyor; ilerde bir gün inşallah
aklıma hep okuduğum 1 hikaye geliyor, belki sen de duymuşsundur
1 ara internette okumuştum: genç ve hırslı 1 yuppie bir sahil köyüne yolu düşer
son model arabasıyle ve laptopuyla köyün kahvesine girer deniz kıyısında
hamakta uyuyan bir balıkçıyı görür
duymuş muydun? anlatayım mı
ASLI: Evet, eeeeveeeeet … huuuhuuuuuuuuuuuuuuuu
T.İ: ok anlatıyorum
cep teliyle borsadaki müşterilerle konuşurken adamın şama kadar orda uyuması dikkatini çeker. yuppienin arabası bozulmuştur ve o gün orda konaklaması gerekmektedir. köyün kahvenin üzerindeki tek pansiyonuna yerleşir ve adamı izlemeye başlar. hamakta uyuyan balıkçı birazdan yerinden kalkar, kayığına biner, ağlarını temizler ve denize açılır. 3 saat sonra geldiğinde elindeki sepetin içinde 20ye yakın balık vardır ve adam onu olduğu gibi pansiyona verir, parasını alır, o parayla kendine şarap ve evine yiyecek alır,
yiyeceklerini oraya gelen oğluna verir ve hamağına tekrar yatar, şarabını şişeden içer, yuppie adama tiksinerek bakar, sefilliğine dayanamaz
ve adama doğru yaklaşarak selam verir, masasına davet eder, mesleğini söyler, balıkçıdan kendini tanıtmasını ister
T.İ: adam 3 çocuklu 1 balıkçıdır hayatını balıkçılıktan sağlamaktadır, hergün aşağı yukarı 20-30 arasında balık yakalar ve geçimini sağlamaktadır. yuppie adama aklını kullanırsa zengin olabileceğini ve bu sefil hayattan kurtarabaileceğini söyler, balıkçı şaşırır nasıl? Der, yuppie hemen laptopunu çıkarır, exceli açar ve başlar hesap yapmaya: 3 saatte 30 balık yakalayabilirsen, sabah saat 7de denize açılırsan ve 7 saat çalışırsan, 100 tane balık tutabilirsin, bunun 20sini burdaki pansiyona verirsin, kalan balığı restoranlara, civardaki lokantalara verirsin demiş. Eee? demiş balıkçı, daha sonra kendine 1 tane balıkçı daha kiralarsın, ona da komisyon verirsin 12 saat çalıştırısın kayığı demiş. Eee? Demiş; kazandığın şu kadar parayla şu kadara tekne alırsın
ASLI: eee
T.İ: tekneyle uzaklara açılırsın, bilmem kaç mil daha gidip tonlarca balık yakalarsın, onları şehre gidip şu şu yöntemlerle pazarlarsın, ordan aldığın parayla 1 buzhanesi olan kamyon alırsın ve yakın bölgelere de pazarlamaya başlarsın. balıkçı da ee sonra naparım? Demiş. yuppie de delirdin mi 3 tane çocuğun var, ayda şu an 50 kazanıyorsan ben sana 500000 kazanabileceğin bir fikir veriyorum demiş. iyi tamam da demiş balıkçı o kadar kazanacağım da ben 50 yaşındayım, napacam o parayı demiş. yuppie de bu sefil adama iğrenerek bakmış, adam gibi 1 hayatın olur, yaşlılığında elinde büyük bir servetin olur ve bir sahil kasabasında keyfini çatıp içkini yudumlarsın, gelecek kaygın kalmaz demiş. balıkçı da adama dönmüş; peki sen benim şu anda anlattığın şeyden farklı bir şey mi yaptığımı sanıyorsun demiş
T.İ: 50 yaşındayım, bir sahil kasabasındayım, hamaktayım ve şarabımı yudumluyorum demiş
T.İ: hikaye de burda bitmiiişşşşş
ASLI: e doğru demiş. harika bir hikaye. kim sefil acaba?
T.İ: aynı şey ne zaman dank etti kafama biliyor musun? arkadaşlarla konuşuyoduk; hepimizin hayalinde emekli olunca bir tatil kasabasında, denize nazır küçük bir evde, bahçesi olan yaşamak var. sebze yetiştirmek, denize girmek, verandasıda hamakta uyuklamak var: emekli olunca ama
T.İ:oysaki istediğimiz zaman bu kadar huzurlu ve az para gerektiren bir yaşam seçebiliriz
ASLI: doğru
T.İ: ben o yüzden ideallerini durmaksızın peşinden gidebilen insanlara çok imreniyorum. büyük şehirde çoğumuz yaşlanmak istemiyoruz. hayalimiz genelde aynı, küçük ve sevimli 1 kasaba, huzurlu ve organik 1 hayat,
ASLI: evet
T.İ: sağlıklı bünye ve mutlu 1 aile, oysa aslında bu o kadar da basit ki; sadece karar vermek ve veren insan da çok; ben bayılıyorum bu tür insanlara
T.İ: az evvel Hilton izmirin satış yöneticisiyle telefonda görüştüm, 15 gündür izindeymiş, olymposa gitmiş. ben de bayılıyorum oraya henüz gidemedim ama. 3 tane kuzenin açıp işlettiği 1 pansiyonu öve öve bitiremedi.
T.İ:şimdi bakıcam netten oraya. tatile gelmişler, bayılmışlar oraya, o evi satın almışlar, pansiyon yapmışlar, hem yaşıyorlar hem de para kazanıyorlar
ASLI: oh ya, işte bu
T.İ: olympos lodge diye de butik otel var orda onun hikayesini de okumuştum hürriyette
ASLI: işte bu
T.İ: karı koca, biri reklamcı biri de pazarlamacıymış, İstanbullu; tatile gelmişler, orayı görmüşler bayılmışlar, İstanbuldaki herşeylerini satıp orayı almışlar ve butik otel yapmışlar; gir de sitelerine bir gör yarattıkları güzelliği; işte ben de bu kadar kararlı ve korkusuz olmayı isterdim, şu an 32 yaşındayım, daha ne kadar kaldı ki ömrün yarısına geldim diyorum, 18den öncesini de hayatı henüz o yaşlarda anlamadığımı düşünerek saymıyorum. o yüzden bu yaşımdan sonrayı farklı ideallerime kavuşarak yaşamayı diliyorum.
T.İ: çok filozof gördüm kendimi :))))
ASLI: evet ama haklısın, bir şeyler yapmazsak ömür böyle geçecek
T.İ: evet ben de ondan korkuyorum işte, ömür dediğin nedir ki; bir atımlık nefes! vayy beeee , neler yazıyorum bugün ben?
ASLI: sen tam yazacak günündeymişsin ha
T.İ: bak bu yazışmayı asabilirim bloguma eğer müsade edersen. ilginçlik olur blog camiasında… ASLI ve T.İ.’den İNCİLER BAŞLIĞIYLA
ASLI: olur, pek sesimi çıkaramamışım zaten :))))
T.İ: bi de salakça yazışıp da birbirimizi bilem anlayamadıklarımız var .haha haa haaa. sen de onlardan birini koyarsın
ASLI: saklamadım tabii onları
T.İ: ama onlar bir blog şaheseri olabilirdi
ASLI: valla

Pazartesi, Ağustos 14, 2006

Anladım buna "Murphy Kanunu" diyorlar.

Şu murphy denen herif her kimse benim gibi şanssız biri olduğu kesin. Ki onun başına gelen pişmiş tavuğun başına gelmemiştir. Ancak bu haftasonu yaşadığım rezalet; murphy amcanın o meşhuuur ve de uzun listesine eş değerdir.

Şimdi gelelim konumuza: Haftasonu Urla'ya yazlık - kışlık tabir edilen site içindeki bahçeli evimize gittik. Ben aslında haftasonları yazlığa gitmekten nefret ederim. Hatta yazlıktan da nefret ederim. Çünkü çalışan bir köle olarak haftasonu da yazlığa gitmek diye tanımlanan ve bir başka kölelik ihtiva eden hizmetçilikten nefret ederim.

Bu sefer dedim, kızım iğne; kıçını bile kaldırma, sen yeni gelinsin; öyle kristalim gibi vileda elinde dolanma evde. Hatta ayakkab yayıl, ılarla gir, evi zaten geçen seneden beri b.k götürmüştür, koyver gitsin; havuza gir, çimlere geviş getir, içkini iç, kitabını oku, eşin-dostun gelsin, rahat ol dedim kendime. Dedim… dim… di’li geçmiş zaman kullandım… Şimdi gelelim diyip de yapamadıklarıma…. Ya da neler yapabildiğime:


1.T.İ, geçen yaz sonundan beri kapalı kalan bitişik nizam eve girer, evde rutubet sorunu zaten had safhadadır, T.İ kesif rutubet kokusunu keşfeder ve direkt tüm pencere ve kapıları açmaya koyulur.

2.Ve heyhaaaat, alt kattaki küçük tuvalete girince, bir çığlık atar T.İ, bitişikteki çirkef komşunun wcsinden olan akıntı T.İ.nin helasını batırmıştır. Yerde olan rutubetler, duvarlara, duvardan da tavanlara çıkmıştır. Geçen sene de bu kadın aynı problemle karşıma çıkmıştı, yaptırdım demişti oysa ki demek ki aynı filmi bu yaz da izleyeceğiz diye kendi kendine söylendi T.İ.

3.Küçük heladaki rutubet, duvara aslımış lavobonun metal kancalarını da rutubet ve su kaçağından dolayı paslanmış ve lavabonun yarım ayağı yere düşmüş, yer seramik ve lavobo parçaları içindeydi. Bir çığlık daha atan T.İ. kapıdan hızla çıkarak ismine komşu denen ancak komşulukla uzaktan yakından alakası olmayan nesneye doğru gitti.

4. Çirkef kadın ki adı İlknur – elleri belinde T.İ.nin sözlerine aldırmadı bile. Ben ne yapayım? Benim evimde de oldu, su borum patlamış, ben yaptırdım, benim de zararım oldu, sizinkiyle mi uğraşacağım gibi çeşitli düzeysiz laflar etti. T.İ, aynı zararı geçen senede sineye çektiğini ancak her sene onun helasından dolayı kaynaklanan bu pisliği maddi manevi çekemeyeceğini söyledi. Kadın elinde sigarasıyla varil kıçını döndü ve öbür komşunun verandasına oturmaya gitti.

5.Orda öyle mal gibi kalakalan T.İ, küfür ede ede evin içine girdi, küçük helaya gireyim de elimi yüzümü yıkayıp kendime geleyim diyen T.İ, bir çığlığı da lavobonun altından akan şar şar suları görünce ve hissedince attı! Lavabonun ayağının yerle yeksan olması sebebiyle, akan suyun yere doğru haaarş diye akması T.İ.yi iyice zıvanadan çıkarttı. T.İ bikinisini giyip kocasının “karım galiba bir manyak” bakışları altında hışımla kendini havuza attı!

6. Pazar sabahı kahvaltıya misafirleri gelecekti. T.İ horul horul horlayan sevgili kocasından dolayı pek iyi uyuyamadı. Uyku sersemi kocasının yatakta attığı tepik ve dirsek sebebiyle huysuz babanneler gibi söylenerek alt kata indi. Sonra küçük helayı kullanamayacağını hatırlayarak tekrar oflaya puflaya yukarı kattaki helaya çıktı. Hacetini gördü, tam elini yüzünü yıkayacaktı ki…. Musluktan gelen sesle irkildi…tıssssssss…. Fısssssss. Şiddet ve hiddetle zıplayan T.İ, son hızla alt kata indi. Tüm muslukları yokladı hepsi de sözbirliği etmişçesine aynı şarkıyı söylüyordu. Tıssssss… fııısssss. Bu nasıl olabilirdi? Bugün pazardı, haftasonu su mu kesilirdi, ama benim depom vardı, depo dediğin şey nasıl olur da dolmazdı?

7. T.İ. sabahın kör vakti kendini dışarı attı ve sitenin kapıcısını bulmak için epey çaba sarfetti. Kapıcıyı bulduğunda alt yolda borunun patladığını ve yarına kadar su-mu olmayacağını öğrendi. Kapıcıyla depo olayını da konuştular ancak kapıcının kendine hayrı olmayan bir salak olduğunu hatırlayan T.İ., artezyeni açması için kapıcıya yalvarmak zorunda kaldı. Artezyenin havuza su ikmali için yapıldığına dikkat çeken salak kapıcı, T.İ.nin gözlerindeki kıvılcımları görünce biraz da olsa artezyeni açtı ve T.İ 2 adet kovayı taşıma suyla doldurdu.

8. Az sonra kahvaltıya misafirler gelecekti. Hiç değilse çay demliyim diye düşündü T.İ. çayı hazırladı, iyi ki gelirken içme suyu almışım diye kendi dehasıyla gurur duydu. Kettle’da suyu kaynattı, çayı demledi ve ocağı yaktı.. Aaaa aynı ses… evet bu da tıssss’ladı diye düşündü. Pazar günüydü, misafirleri gelecekti ve tüpü de bitmişti. Daha omlet yapacaktı. Hem su yoktu hem tüp yoktu, elinde bir adet maşrapayla bulaşık yıkamaya çalışan T.İ, küfür ede ede salonda dolanmaya başladı. Yine dehasıyla bir kez daha gurur duydu, evet hiç değilse ocağımın elektrikli bir gözü var diye parmağını şıklattı. Çayı ısıtmaya başladı.

9. T.İ.nin kocası merdivenlerden uyku mahmurluğu içinde indi, T.İ.nin henüz neler yaşadığının farkında değildi; evi bok götürmesine rağmen o hayatından hiç şikayetçi değildi ve T.İ.ye delirdin mi kadın, sabah sabah ne bağırıyosun der gibi bakarak T.İye yanaştı. “Günaydın karıcım”, “bööööö günaydın, su kesik biliyo musun,böğğğ”, “napalım hayatım kesikse”, “sorun o değil, bizim yukarda hayvani bi depomuz var geçen yazdan beri dolması lazımdı, şimdi tık yok, ühü ühü ühü, misafirler gelcek, su yok evde, hem biliyomusssuuuunn; tüp de bitmiş. Ben tek göz elektrikliyle nasıl bir kahvaltı olayına girebilirim?”… T.İnin kocası gider sidik gibi akan artezyenden bir boş damacanaya sessizce su koyar ve keyfine bakar.

10. T.İ tek göz elektiriklide omlet yapar, çayı demler, misafirler gelir, T.İnin aklı kahvaltı sonrası yıkanması gereken bulaşıklardadır. Aklına gelen başına gelir ve taşıma suyla değirmen döner mi? Döner!

11 Misafirleriyle havuza gelen T.İ ve kocası toplam 4 kişilik çekirdek grupla keyifli saatler geçirirken; avrupa’da çalışmaya giden ancak kaybolup kayıp bir kuşaktan geldikleri her halinden belli olan tam tamına 15 kişilik bir grup ellerinde yemek ve içecek torbalarıyla havuz başına gündelik kıyafetleriyle gelerek, havuz ortamında göze batarlar. % 80’i çocuk olan bu grubun ayaklarında postallarını ve duş almadıklarını gören T.İ, hemen site bekçisine ve diğer site halkına bu güruhu ispileyerek uyarır. Kıç kadar havuza 15 kişinin girmesiyle b.ku çıkan havuz keyfi de burada sonu bulur.

12. Akşam mangal yakılır ve yukardaki maddelerde yazan sebeplerden dolayı T.İ.nin işi akşam 22.30 sularında ancak biter. T.İ. yorgunlukla evine geri döner. Yorgundur, iki gündür bünyesine su değmediği için hırçın, yorgun, depresif ve pistir.

13. Ve pazartesi olur ve T.İ bu sefer hırçın, yorgun, depresiftir ama pis değildir

Perşembe, Ağustos 10, 2006

Ben Yazmadım, O Yazmış!

Tam bir şeyler karalayacaktım ki posta kutuma gelen bu güzel yazı hafiften de olsa yüz ifademi dondurdu; afalladım. Gelen yazıyla çelişen şeyler yapıyordum oysa ki; tam da yazıyı başka kişilere gönderecektim elim birden durdu; başkalarına göndereceğime, gönderi listemdeki ilk kişiye telefon açtım. Sesini duydum, sesi çok keyifliydi, çocuğu olmuş, daha 20 günlükmüş. Ne keyiflendim anlatamam. Sonra listedeki ikinci kişiyi aradım, o da bir mutlu oldu ki anlatmam mümkün değil.

Sen çok yaşa Müşfik Kenter. Bu güzel yazınla içimi aydınlattığın ve gelen o güzel yazına uyup dostlarımın gerçek seslerini duymamı sağladığın için.
Hadi siz de yapın. Bugün e-posta kutunuzla pek fazla haşır neşir olmayın

"Hep bir yerlere, bir şeylere yetişme telaşındasınız değil mi?Hiç vaktiniz yok, "Fast live", "Fast food", "Fast music", "Fast love"...Dikte ettirilen "yükselen değerler", "in" ler, "out" lar... Buna benzer bir odada, şanslıysanız gökyüzünü görebilen bir pencere ardında bitecek hepsi.
Dostluğu klavyelerinde, yaşamı monitörlerinde arayanlar, Size sesleniyorum!Hangi tuş daha etkilidir ki sıcacık bir gülüşten ya da hangi program verebilir bir ağaç gölgesinde uyumanın keyfini?Copy-paste yapabilir misiniz dalgaların sahille buluşmasını?İçinizi ısıtan gün ışığını gönderebilir misiniz maille arkadaşlarınıza? Sevgiyi tuşlarla mı yazarsınız?Öpüşmek için hangi tuşlara basmak gerekir?Ya da geri dönüşüm kutusunda saklanabilir mi kaybolan zaman?Doğayı bilgisayarlarına döşeyenler, neden görmezsiniz bahçedeki akasyanın tomurcuklandığını?Ve ıslak toprak kokusu var mıdır dosyalarınız arasında?Koklamak, duymak, dokunmak, yok mu yaşam skalanızda?Bilgi toplumu oldunuz da, duygu toplumu olmanıza megabaytlarınız mı yetmiyor?"
Müşfik KENTER

Perşembe, Ağustos 03, 2006

Tatil Adabı

Efendim yeter bu kadar zerzevat familyasından bahsedip ahaliyi merakta bırakmak. Hanımefendileri yeterince tanıttık aleme; gerisini onlar düşünsünler. Şimdi sıra geldi benim balayı maceralarına…

Hemen ağzınızı şapırdatmayın, yok öyle yağma, macera dediysek size aleni her maceramı anlatacak değilim. Şimdi benim gibi bir kılın, balayında bile sorgulayacağı pek çok şey olmuştur mutlaka. İğneleyecek bir sürü şey buldum hemen. Yapım bu; bazen kendime kızıyorum ama olmuyor işte… Siz de toparlayın ağzınızı, bak akıyor kenarlarından; dinleyeceğin hatıratlar tatil adabına yönelik, ötesi yok! :)

Bildiğiniz gibi Antalya Belek Cornelia’ya gittik. Şiddetle tavsiye ediyorum herkese. Süper bir yerdi. Ancak işin içine insanoğlu ve saçma sapan kurallar grince; gel de delirme işte. Kuralar kim koyar? İnsanlar. Kurallar saçmaysa insanoğlu ne olur? Eh onlar da saçma salak olur tabi ki. Aristo düz mantığı işliyor ama doğru bence.

Şimdi düşünün insan tatile niye gider? Dinlenmek için. İşinden binbir mazeretle izin almışsındır, para biriktirmişsindir, güzel bir tatil hayaliyle öyle salak salak ortalıkta dolaşıp valiz hazırlamışsındır, tatil bu artık sabahın kör vakti yataktan kalkmayacak, saati kurmak zorunda kalmayacak, bir yerlere yetişmek zorunda kalmayacaksın.

Nah olmayacak! Tatil adabı diye bir şey var tabi, ben nerden bileyim? Yıllardır tatil yapmaya yapmaya tatilde de sabahın kör vakti kalkıp mesaiye başlanması gerektiğini unutmuşum.

İşte size tatil kuralları (okuyun da görgünüz artsın, benim gibi kör cahil kalmayın otellerde)

1. Otelde olduğunu unutacaksın, sanki işe gider gibi sabahları saatini kuracaksın, çünkü kahvaltı 7.30-10.00 arasındadır. Hele saat 09.45 de gelirsen, “oha, bu saatte gelinir mi amma hırt bir çift bunlar böyle, zaten 15 dakka kalmış bi de size servis mi açıcaz” der gibi bakılır ve her tür kahvaltılık gıda saat 10 olmadan toplanır.

2. 1 no’lu kuraldan önce aslında ilk yapman gerekendir bu. Mümkünse saatini sabah 6ya ya da sabah ezanına kuracaksın ve erken kalkıp odadan 2 adet havlu kapıp koşturarak havuz kenarına koşacaksın. Çünkü sabah 6 sularında havuz çevresindeki tüm şezlonglar hain turistler tarafından kapılmıştır.

3. 2 no’lu kurala uyarken, sabah 6 civarı tüm şezlonglar kapılmış durumdayken, çaktırmadan üzerinde havlu konulup kapıldığı belli olan şezlonglardan önce sağa sonra sola şahit var mı bakılıp etraf temizse 2 adet havlu yallah ağaç dibine atılır ve yerine kendi havluların konulur.

4. Sabahleyin odandan çıkarken kapı kolun asılı 7 çeşit farklı karton parçasını dikkatle okuyun. Okuyun ki, odanız temizlensin, mini barınız doldurulsun, havlularınız değiştirilsin.. Yoksa bizim gibi 2 gün kek gibi bekler durusunuz odanız temizlensin diye. Yahu her istediğin şey için kapıya karton mu asılmak zorunda? Hayır alıştım artık evde kocama da aynı uygulamayı yapabilirim.

5. Otellerde a la carté restoranlarda - (şu yazının asaletine bakar mısın ey okuyucu. A la carté !) – yemek yemek isterseniz asla k.ınızı yayıp akşama kadar mal mal güneşlenmeyeceksiniz. Sabah 2 no’lu kuralı uygulamak için kalktın ya, işte tam o saatte a la carté restoranlar için rezervasyon yaptıracaksın. Aksi taktirde sittin sene orda seçmece yemek yiyemezsin. Çünkü rezervasyonlar sabah 10’da bitiyor. Erken kalkan yol alır yani. Öğlen ara; senle telefondaki uyuz kadın dalga geçiyor; (denedim, gördüm, aşağılandım)

6. Öğleden sonra gözlemeci ve kumpirci geldi mi güneşlenmekte olup yan gel Osman yaptığın yerden tazı gibi koşturup ilk sıralarda yerini alacaksın, aksi taktirde seni kabandan iktiren, parmak arası terliklerinin üstünden parmaklarını ezen bir sürü veletle cebelleşmek zorunda kalırsın, gözlemeyi ve kumpiri de unutursun. Demek ki neymiş, aç kalmak istemiyorsan güneşlenmeyi ve kitap okumayı bırakıp gelen giden garsonu sıkı takip edeceksin. Dürbün getirebilirsin ki uzaktan kokuyu alasın.

7. Ben bu kadar kural öğrenebildim. Bitti!

Salı, Ağustos 01, 2006

Şişttt, Sana Bir Sır Vericem Ey Okuyucu; Yaklaş, Yaklaş.. Yaklaşsana Kızım Ekrana, Yemiycez insanı!

İşte size bir sırrımı yarım yamalak paylaşmak istedim. Maksat kıllık olsun :) Ben size bişey diyim mi? İçimizden iki kişi (ki ikisini de gayet iyi tanıyorum; kih kih kih); bunlar bir olup kafa kafaya vermişler; "düşük çenelerimizle nasıl daha çok insan bayıltabiliriz acaba" demişler; ve ortak yeni bir blog açmaya karar vermişler. Ay biri maydonoz diğeri de nane ismini seçmiş kendilerine. Hakkatten de ikisi de normaldeki yazılarında her b.ka nane ve maydonoz olan kıl şahsiyetler... Ama doğrusu ben hep beğenirdim bunların yazılarını; neme lazım güzel şey yazar her ikisi de şahsi bloglarında... Böyle bazen tıkarlar insanı car car car car... Susmazlar ama merak edersin okurken sonuna kadar da bırakamazsın... Bir de tabi bunlar okudukları, izledikleri, gördükleri, bildikleri herşeye de karışırlar (bunlar benim gözlemim tabi; size göre çeneleri çekilesi iki tip de olabilirler yani) Bu iki kafadarı ilerde Erman ve Şansal ("ğ" miydi bunun sonu acaba- neyse anladınız işte); Cenk - Erdem; Beavass ve Budhead; Zeki - Metin; Kuşum Aydın - Lerzan gibi ekranlarda da görürüz kesin. Hahayyy, ay düşünemiyorum ben bunları o halde. "aloooccuuum, nerden arıyosun bakeiimmm; ayyy inanmıyorum Kars'tan arıyoouusssaaannn; yaş kaççç? 67..... okeyyyy, sana vera pazarlamadan 1 adet AB-SHAPER verdimmmm teyzeeeeeaa, akşam beyamcayla yapacak işşş buldunuz sayemdeaaa"

Neyse arkadaşlar; Toplu İğne Maydanozgiller'i size gururla sunar. Ohhh çatlıycaktım söylemesem; ama artık kim o iki kafadar,orasını da siz tahmin ediverin. Haaa, okuyun bari garipleri de sevinsinler; ben en son girdim baya bi perişandı garipler :))

Salı, Temmuz 11, 2006

Pazar Akşamı İstanbul'da Evleniyorum. O yüzden dükkan kapalı. Böyle Biline!


Değerli dostlar, sevgili günlük. Epeydir cümlenizi boşladım, valla çok özür dilerim ama telaşımı tasavvur edersiniz muhakkak! Ulan amma Osmanlıca kelime kullandım. Divamız Bülent ablamız gibi! :) Ben perşembe sabahı İstanbul'a uçuyorum, işten izin aldım, 2 gün İstanbul'da son rötuşlar (sivilce doldu suratımda iyi mi!) ve pazar günü taa taaaaa...

İstanbuldaki blog kardeşliği, huhuuuu duyuyonuz mu bu kızı? Ben geliyorum; ona göre! Pazar günü düğünüme gelin, davetlimsiniz... kapıdan sorarlarsa biz gelinin kardeşleriyiz dersiniz, boş yerlere ilişiverirsiniz, ben nasılsa o ince ayarları da yaptım, ayakta kalmazsınız. Pazar akşamı ...... otel'de (daha önceki yazılarımda nerde olacağını söylemiştim, gelmek isteyen blog kardeşleri cepten bana ulaşırlar ya da mail atarlar). 20.30'da kokteyl, 21.00'de nikah ve yemeğe geçilecek. Buyrun gelin başım üstünde. İzmir'deki blog kardeşliği, siz de artık madem gelemiyonuz artık eşek değilseniz dönüşte bana tebriğe gelirsiniz :)
23 Temmuz'a kadar hadi bana eyvallah... Hepinize fevkaladenin fevkinde günler bana da adı gibi bir ay - pardon ömür diliyorum
Sevgiyle kalın,

T.İ