Salı, Ocak 31, 2006

İzmir, İzmir 1-2

Bugün Alsancak’ın göbeğinde bir yerde kırmızı ışığın yeşile dönmesini beklerken karşı kaldırımda bekleyenlerin suratlarına bakacağıma, karşı apartmanlara abuk sabuk şekilde serpiştirilmiş tabelalara bakma gafletinde bulundum. Yere bak, ne bileyim ya da ışığa bak, yeşil yanınca ikile, git işine değil mi? Yok illaki bakıcam ve tabi illaki de gözüme bir tuhaflık çarpacak. Alsancağın göbeği, en merkezi yerlerinden biri. Apartmanın tam 4.katı (neden bakıyorum ki 4. katlara?) ve kocaman tabeleda yazan şey:
“Gümüşhaneliler Dayanışma ve Kültür Derneği”
Höööö?
Tamam, anladık; güzel İzmirim de son 10 senedir, hayatının en büyük göç furyalarından birini aldı. Hatta bu göç kurtuluş savaşı dönemindeki İzmir bağlantılı rum-türk mübadelesine bile fark atar, inanın sözüme. Ama sorarım size Gümüşhane nire, İzmir nire?
Hadi madem geldiniz İzmir’e, neden İzmir’le dayanışmıyorsunuz da İzmir’de olan tüm Gümüşhane’lilerle kaynaşma gereği duyuyorsunuz? Çok mu lazımdı İzmir’e bu dernek?
Sözüm aslında sözkonusu vilayetimize değil. Ben gıcığım bu tür popülist yaklaşımlara, sınıfsal, bölgesel, vilayetsel ayrımcılığa. Hem bu tür bölge ayrımcılığı yapacaksın, hem bulunduğu şehre ya da ülkeye kültürel anlamda entegre olmayacaksın, sonra da cart cart ülkemdeki ayrımcılıklardan bahsedeceksin. Yok ya? Sizce bu tür dayanışma dernekleri “neyi” dayanışırlar? Ne yapar bu dernekler?
İzmirliler sözüm size, hepimize? Ben bugüne kadar Türkiye genelinde hiç İzmirliler Kültür ve Dayanışma Derneği duymadım, görmedim, bilmedim. Malatya, Kars, Muşlular, Mardin, Niğdeliler, Çorumlular, Konyalılar ve bugün itibariyle Gümüşhaneliler Kültür ve Dayanışma Derneği’ni duydum. Neden İzmir’in yok? İzmirlinin yok? Yoksa biz gavuruz diye mi? Eğer varsa ne olur beni bilgilendirin, gidip remen üye olucam :)

Perşembe, Ocak 26, 2006

Spor Yapmak ya da Yapmamak! İşte Bütün Mesele Bu

Spor yapmayı hiç sevmiyorum. Sevmedim, sevemedim ve sevemiyeceğim. Spor insanın doğasına aykırı bi kere. Hadi ilk insanlar döneminde mecburen hızlı koşmak, atletik vücut önemliydi muhakkak. Boru değil, koskoca mamut koşuyo peşinden, yakalarsa ne olur bilinmez. Eh haliyle atletik olmak canını kurtarmak anlamına geliyodu. Öyle ya, hımbıl hımbıl çayırda ormanda dolanan piknik tipli bir mağara adamı, etobur bir dinazorun ara sıcağı olabilirdi.

E peki bize ne oluyor, bu kadar spor salonu, diyet, makinalar her bir yerine bağlı, koş babam koş.. Sanırsınız arkanızdan puma kovalıyor, yani koşmazsan ilk insan ata’nın makus talihi sana da musallat olacak. Hadi koştun diyelim de nereye gidiyosun? Kendi çapında dönen bir bant üzerinde amaçsız, varışsız koş bakalım. Olduğun yerde saymak deyimi bu olsa gerek.
İki sene evvel gaza geldim, spora gidicem. Çevremdeki çoğu kişi gidiyor ya, kendimi ezik hissettim, sürekli aynı heyecanlı teşvik sözlerini dinliyorum.
- Ay mutlaka gelmelisin, nasıl fit (!) oldum anlatamam, selülitlerim kayboldu , kilo verdim, nefesim açıldı, akşam iş çıkışı gdiyorum, haftasonu komple ordayım, havuzu var, saunası var, buhar odası, jauzisi var.. Kesin gel!
Eh hadi madem, ben de yazılayım, önümüz yaz, zayıflarım, ben de fit (!) olurum, hem jakuzi var, sauna var, oh yay babam yay!
Gitmez olaydım, hem paraları bayıldım bir de üstüne üstlük gerizekalı gibi yıllık üye oldum. Benim gibi “kezban sporcu müsfettelerini” üye yapan çocuk bana spor merkezini gezdiriyor, kendinden geçmiş spor manyakları hiçbiryere gitmeyen bantlarda koşup duruyor, tık nefes. Bir arkadaşıma raslıyorum, kolunda tansiyon aleti gibi bir şey bağlı, suratı pancar gibi koşmaktan patlayacak, ter içinde... Bana el sallıyor, ben işin dalgasında
- Hoop hemşerim yolculuk nere?
diye sırıtyorum, bana el sallarken adımları şaşırıp sendeliyor ve belli ki bana küfür saydırmakla meşgul. Baktım herkes bir şık, makyajlar,saçlar fönlü, eşofman ve ayakkabılar birbirine uyumlu, havuz sefasında bikiniler çekilmiş,pareo uyumu süper falan. Ben de gaza geldim ya, şimdi kendimi hülya koçyiğit’in kezban istanbul’da filmindeki gibi rezil hissetmemek için gittip kendime eşofman aldım, spor ayakkabısı, yüzücü gözlüğü, spor çanta, havlu derken bir de spor mağazasına bayıldım o kadar para. Ha sonra mı ne oldu? Yıl içinde toplam 6 kez giderek yılın en kek ve en muteber müşterisi seçildim. Gitti paracıklarım.

İlk gittiğimde dibimden ayrılmayan kıl kuyruk bir spor hocası (!) benim bir güzel ölçümü aldı, kefen dikecek sanki. Tuhaf tuhaf yağlı bölgelere bakarak bloknotuna bişeyler yazdı, suratı da bi ciddi anlatamam, sanki einstein’in izafiyet teorisini çözüyor. O makine senin bu makine benim 4 kat dolaştırdı beni. Herbirini denetti hunharca. Canımı yaktı, bilmemne kasım çalışırmış öyle yakınca bi de en az 45 dakka yapmak lazımmış o işkenceyi, ancak 45 dak.dan sonra yağlar yanmaya başlarmış. Yapamadığım zaman adamın suratının aldığı ifade bilal inci, erol taş tarzıydı. “Nihaaaa haaaa, yapamıyorsun işte, ben bu aletlere yıllarımı verdim, sen yağ fıçısı, kolay mı o dumble’ları kaldırmak, kollarında kas yerine patates püresi taşıyorsun, nihaaaaahaa”, şraaakkk (kırbaç sesi)

Sonra (işkenceden yaklaşık 4 saat sonra) erol taş beni havuz ve jakuzinin olduğu yere gönderdi, tam 1 saat yüzeceksin dedi.
- Ama hani sauna, buhar odası, jakuzi? Hani ben orda biraz dinlensem?
Adam bana bir zavallıymışım gibi baktı – “bir de bu haline bakmadan, utanmadan jakuzi istiyorsun ha? – çabuk dooğru, havuza saat tutucam 1 saat yüzeceksin” der gibiydi. Ben mahçup “cup” havuza, yüz babam yüz, adam gitmiyor, yatır gibi başımda, “çabuk, çabuk, tempo, tempo, son 20 tur” dediğinden sonrasını ben hatırlamıyorum. Sanıyorum tansiyonum düştü ya da işime geldi numara yaptım ve adam acıdı “tamam serbestsin” dedi. Ben de
- “Heil, Hitler”!
diyerek çıktım havuzdan, girdim jakuziye. Ohhh be, dünya varmış, yıl içindeki diğer 5 gidişte de sadece o jakuzideydim. Hitler’e görünmemek için ikinci sefer baya çaba sarfettim ama sonra aklıma o spor merkezine bayıldığım paraları hatırlayınca benim Hitleri’in muhtemel 2 senelik maaşını karşılamış olduğumu düşündüm ve güvenim yerime geldi. Beni o jakuziden kimse çıkartamadı. Deli gibi çalışıyordum iş yerinde, spor merkezinde de ne gerek var çalışmaya, gir havuza lay lay lom, sonra da sıcak jakuziye. Tamam işte, al sana spor. Yalan söylemiyim, saunaya ve buhar odasına da girdim birer kez ama tıkandım, nefes alamadım, dar çıktım o havasız yerden, “amaan be, ne çıkarsın o jakuziden, kaşındın gene” dedim. Eşofmanlarım yepyeni durmakta, olan sadece yüzücü mayoma oldu, klordan laçka oldu lastikleri.

Ama yine de 6 kez gitmişliğim var bir yıl içinde. Günah yani. Demek ki spor bana haram. Sevmiyorum çünkü. Aslında ben suni olan şeyleri sevmiyorum.

Düşünsenize suni ışıkta suni yerlerde-kapalı ortamlarda çalışıyoruz. Suni ısıtıcı ve soğutucularımız var. Soluduğumuz hava bile gerçek değil. İçtiğimiz sular su, yediğimiz domatesler bile gerçek değil. Çayımıza attığımız şeker gerçek değil. Vazoyla gelen hediye çiçekler bile gerçek değil. Burnumuz, dudaklarımız, saçlarımız gerçek değil. Sonra gerçek olmayan spor salonlarına gidiyoruz. Koş diyorlar, o da gerçek değil. Kürek çek diyorlar, o da gerçek değil, ağırlık kaldır diyorlar o da değil, buhar odasına gir diyorlar, buhar da değil. O kadar suni şeyi kullanıp sonra sağlıklı yaşam için spor salonuna giden android tipler var mesela. Kaslanmış, ergenliğe geçemeyen erkeklere benzeyen kadınlar gördüm orda. Ben öyle olmak istemiyorum. Bir tek benim yağlarım gerçek galiba. Acaba o yüzden mi kurtulmak istemiyorum onlardan?

Pazartesi, Ocak 23, 2006

Şehir Efsaneleri-1

Biri anam yaşında bir kadın; bıyıkları yeni terlemiş, karayağız, saf kan kıro-sesi cırtlak-sıfır kültür yüklemeli ergen arabeskçiyle aşkın doruğuna tırmanışını milyonlarca aptalla paylaşıyor her gün. Diğeri (ki o da anneannem yaşında) yanında sado sevgilisiyle mazo yaşam sürmekte ekran önünde. Koca k.ç.nı sallaya sallaya, meşhur (!) ayva göbeğini pörtleterek sevdiği adamdan hakaret, eziyet ve küçük düşürücü davranışlar görüyor. Milletin paralarıyla Paris senin, beleş yaşam senin, gezdikçe geziyor. İsmi İtilmiş olan herifi de sıkı durun -iş adamıymış şuan için turizm yapıyormuş. Sorarım size hangimiz birer çalışan olarak patronlardan izin alıp abuk showlarda manyaklık yapabiliriz? Sürekli izin almak bu kadar kolay mıdır? İpsiz sapsız, bi b.ka yaramayan bir insansın, bunu kabul et be adam. Büyük ihtimalle 2 ayda tüketeceğin 3-5 kuruş para için rezil rüsva oluyorsun.

Bir diğeri de utanmadan 23 yaşında olduğunu söyleyen, oysa ki 55’lik anamdan bile daha yaşlı gösteren “hannibal” kadın. Önüne gelenin yanağını ısırarak ünlü olan ve önüne gelene çemkiren bir boya küpü, suni kadıncık. Ve yine utanmadan diyor ki, başka bir deha ötesinden (!) bahsederken, “ o kendi background’una baksın, ben konservatuarlıyım, nota biliyorum” diyor. Türkçeyi katledenler konusundaki hislerimi bir önceki yazımdan hatırlarsınız.

Bunları neden mi yazıyorum? Televizyonda kanal değiştirirken gözüme çarptılar hepsi. Bana da yazık ama değil mi? Bari teker teker gelin üstüme. Bu kadar üst üste aynı anda o kadar “mal” görmek bende depresif etki yapıyor. Bugün iptalim anlayacağınız, dün evde epey kapalı kalınca mecburen televizyon açtım her kanalda yukardakiler veya onlardan birer demet vardı.

4. büyük güç “Basın” diyor ki, halk bunu istiyor, ratingler bunu gösteriyor. Yahu ben yıllardır kafaya takmış durumdayım, sormadığım insan kalmadı, bu rating ölçme aletleri kimlerin evine takılı allahaşkına? Kim karar veriyor hangi evlere takılacağına? Yukardaki dallamaları seyretmeyi halkın yüzde kaçı istiyor? Peki ya bizim isteklerimizi ne zaman kaale alacaklar? Bizim eve ne zaman rating ölçme cihazı takacaklar? Sizin evlerde var mı şu şehir efsanesi haline gelen ölçüm cihazından?

Perşembe, Ocak 19, 2006

Resimdeki Gözyaşları

80’li yılların o iğrenç gençlik hallerini yaşamış bir nesilden geliyorum ben. Omuzlarda kocaman sünger vatkalar, dar paça olup yüksek bel taşlaşmış kot pantolonlar, rengarenk kareli kalın kumaş ceketler, gömlek yakalarından aşağıya sallandırılan siyah uzun deriden yapılma kovboy şeritleri, bazen de o sevimsiz erkek özentisi kravatlar, lasteks pantolonlar –dize kadar çekilen tozluklar, alına takılan renkli bantlar, şal desenli gömlekler, altları lastikli füzo (füzo da ne demekse?) pantolonlar, gülen suratlı (smiley) ve “acid” yazılı aptal penye tişörtler, üniversite ve lise yıllarında da gidilen diskoların gündüz matineleri... Elimizde kolalar, güneşli ve güzel günlerde kapanılan pis-tozlu ortamlar ve tavanda asılı yanar-döner koca toplar altında ter içinde edilen danslar. Saçlar tüm kızlarda aynı: Merinos koyunu gibi kıvırcık permalar ama mutlaka katlı kesim; önler jöleyle tiftilmiş ve o kadar tiftilmiş ki sanırsın elektrik prizine parmak ıslak elle sokulmuş! Yaşıtımız erkeklerde de durum daha az bir facia. Hiç değilse saçlarda perma yok! Ama onlarda da saçlar ense bitimine kadar uzun, arkaya ıslak jöleli (bakınız eski ozan orhon-suat suna resimleri), beyaz gömlek ama içlerinde mutlaka siyah boğazlı kazak), ebeveynlerinden ve hocalarından gizli içtikleri sigaralarıyla artistlik yapmalar, eskitme bordolu - siyahlı okul ayakkabıları... Biz bi de o iğrenç hallerimizle ve benzer tipsizlikteki oğlanlarla phil colins’in “another day in paradise” adlı sosyal içerikli şarkısıyla çok anlarmış gibi dans ederdik. Ay şimdi bunu yazarken bile gülüyorum hatırladıklarıma. Romantizme bir bakın! Gündüz saati izmir sıcağında diskodasın, tepende yanar döner koca bir küre, mor ışıktan dişler ve gözün beyaz yerleri uzaylı gibi fosfordan yıkılıyo ve sen vatkalı apoletler içinde napoleon gibisin, saçlar zaten rezalet, sivilceli ve boru sesli bir çirkin oğlanla avaz avaz “another day in paradise” sallanıyorsun...

Kollar birleştirilerek yığınla kitap ve defter taşımak da ayrı bir salaklıktı mesela. Kalemkutusu düşer, onu alırken kitabı düşürürsün, cüzdanı koyacak yer bulamazsın. Al bir çanta da as sırtına mı omzuna mı nereye asacaksan değil mi? Yok, illa ki elde taşınacak o gavur ölüsü gibi kitaplar! Kaset doldurtma da vardı, hatırlar mısınız? Benim bir kasetçim vardı okula yakın. Hiç üşenmeden beğendiğim şarkıların isimlerini biriktirir sonra dosdoğru kasetçiye götürür ve şimdiki geyik arkadaşların dediği şekliyle “best of”lar hazırlatırdım kendime. Top Gun filmi ilk çıktığında da Ray-Ban gözlüklerden almıştım. Tom Cruise’un taktıklarından. Küçücük surata kelebek konmuş gibi ne de gülünç ve iğrenç olmuştum, ama moda tabi.. O yıllarda demek ki iğrenç olma modası hüküm sürmekteydi. Benim tüm arkadaşlarım da aynı benim gibi koyu yeşil, ortasında (2 kaş arasında kemikten ya da deriden bir çubuk olan) yüzümün tümünü kaplayan Top Gun güneş gözlüklerimizle gerizekalı gibi dolaşırdık Alsancak’ta. Odalarda Duran Duran üyelerinin kollektif ya da bireysel (benimki John Taylor’du) üye posterleri asılı, annem isyanlarda, bi de sapık mı neydim Brooke Sheilds’a bayılırdım, onun da Sahara ve Mavi Göl filminden posterleri asılıydı. Tabi o zamanlar şimdiki zaman gençleri gibi kötü fikirli değildik. İnsan kendi hemcinsini beğenebilir ve resmini asabilirdi. Kaşlarımı ve saçlarımı Brooke Shields’a benzetebilmek ne çok uğraşırdım yarabbim? Beşiktaşlı Metin’e de bayılırdım ben, onun yüzünden spor sayfalarını çok anlarmış gibi okur, resimlerini keser ve defter kapaklarına yapıştırırdım (salak. salak. salak!), efes oteline gelirdi o zamanlar futbol takımları, biz de dersaneyi kırıp yukardaki değindiğim o iğrenç kılık kıyafetlerimizle futbolcu görmeye giderdik, elimizde eski model fotoğraf makinalarıyla, fotoğraf çektirmek için kapı görevlilerine az mı yalakalık yapmadık? Akşamları okul çıkışlarında pastanelerde oturur pasta yer, kola içerdik. Günün dedikodusunu yapardık ama eve gidince annemleri sinir ederek saatlerce telefonda bıdı bıdı konuşmayı sürdürürdük. O zamanlar cep telefonu yoktu tabi, bilgisayar ve internette... Olsa acaba biz de mi “yoz” olurduk? TRT’de “ahmet’in günlüğü” diye bir dizi vardı, ordan özenip ben de günlük tutmaya başlamıştım. Aptal saptal şeyler yazıyordum büyük ihtimalle, sonradan bulamayışımdan belli. Kimbilir nereye sokuşturuverdim, attım mı, yaktım mı, yırttım mı, akıbeti belli değil.

Hey gidi günler heeey! Şimdi bakıyordum da eski resimlerime, aklıma Cem Karaca’nın o çok sevdiğim şarkısı geldi. “Bir gün belki hayatta, geçmişteki günlerde...” Onu başladım dinlemeye. Dinlerken de aklıma küçüklüğüm ve ergenliğim geldi ve de nedense de 80’lerde yaşadıklarım ve tükettiğim yıllar. Başladım bu yazıyı yazmaya. Oh be geçmişimi unutmamışım!

Pazartesi, Ocak 09, 2006

DİLİMİZDEN UTANMAYALIM!


Reklam Yaratıcıları Derneği’nin Başlattığı Kampanya’ya Katılıyoruz...
Lütfen Dilimize sahip çıkalım çünkü Atamızdan yadigar bir tek o kaldı...

Neyimiz doğruydu ki? Atamızdan yadigar bir tek dilimiz kalmıştı. Onu da bozduk sonunda, utanır olduk o güzel dilimizden, sokuşturuverir olduk araya ingilizceleri, fransızcaları. Osmanlı’dan kalma farsça ve arapçalar zaten başa belaydı, yanınızda bir arap dursun, ne konuştuğunu az buçuk anlardınız. Sonra bir de bu çok kirliliğin üstüne, frenk üzümlerinin ve anglosakson yumurtalarının yurduma çaktırmadan dil işgali geldi; sonrası mı? Sonrası, önüm arkam sağım solum “oha falan oldu” (!)
Bir kültürün en büyük göstergelerinden biri de dilidir. Bir milleti “millet” yapan en önemli unsur, “dilidir” yani bizim de Türk milleti olmamızın en önemli unsurudur Türkçemiz. Atatürk “Türk Dil Kurumu”nu kurmuştu. Amacı Türkiye Cumhuriyeti’nin ana dilinin arapça ve farsçadan arınmış bir Türkçeyi egemen kılmak idi. Sonra yıllar geçti, kültürel yozlaşma ile birlikte “dil” yozlaşması da her bir yere saçıldı. Televizyon programlarında, dizilerde, gazete sayfalarında beyinler yıkanarak kültür yozlaştırılırken en büyük yozlaşma da dilimizde yapılıyor. Türkçemiz, Arapçanın, Farsçanın etkisinden kurtarılsın derken, Amerikan
kültürünün, İngilizcenin boyunduruğuna mı teslim ediliyor?

Farkında mısınız bilmem ama güzel Türkçemizde özellikle son yıllarda yaşanan kirlenme ve yanlış kullanım ciddi boyutlara ulaştı. Bu durum, hem Türkçede karşılığı olduğu halde yabancı sözcüklerin kullanımı hem de Türkçe ifadede anlam yanlışlığı ve sözcüklerin yanlış kullanımı ile karşımıza çıkıyor.

İşte size bazı örnekler:
Bir toplantıya gideceğiz; önceden toplantı programını gönderiyorlar. Programda saat 10.30-11.00 arası “coffee break”.. Ee iyi de toplantı Türkçe olacak, program da Türkçe yazıyor, peki neden kahve arası ingilizce yazılmış?
Bir mobilya mağazası haftasonunda gazeteye reklam vermiş, ilanda Türk malı olmasıyla gurur duyuyor ama “Yeni Show Room Açılışımıza Bekleriz” diyor. Show room???
Vakko gelinlik satmaya başlamış, gelinlik mağazasının adı da ” Vakko-wedding”. Vayy beee!
Bilgisayarın adı PC (pi-si) oldu. Halbuki bilgisayar; computer (kompütır)ın Türkçesi olarak ne de güzel adapte edilmişti dilimize. Şimdi PC oldu, yazıcı da printer.. Ofiste çalışanlar birbirine “printer’a bir yazı gönderdim, çıkmış mı bakabilir misin?” diye sesleniyorlar. Diğeri de “okeydir” diye cevap veriyor.
En büyük nefretliğim de İstanbul’da her gün bir yenisi açılan o büyük alışveriş ve yaşam merkezleri... İsimleri ya “Tower”dır, “City” dir, “Metro”dur ya “Plaza” ya da “Mall”.. Yok bizim bildiğimiz “mal” değil- ha belki sahipleri gerçek bir mal olabilir ama bu “mall”lar başka... Gökdelen de, İş Merkezi de, Alışveriş Merkezi de ama yok “Tower” de, olaya tarz kat.
Televizyonu açıyorsun “Talk-show” var! Talk show denen yersiz, düzeysiz ve bir o kadar da gereksiz programda Hakan Ural denen adam “Benim background’um .... diye başlıyor lafa... Senin background’ını da futureground’ını da yesinler diye devam ettiriyorum tabi ben de...
Ofiste telefonda konuşuyorum biriyle. Toplantı tarihi hakkında uzlaşmaya çalışıyoruz. “Ben bir schedule’uma bakiyim ve size döniyim” diyor. Nasıl yani?
Komşumuzun kızı da dolamış ağzına “oha falan oldum- kal geldi” laflarını... Doğru düzgün kelimeler bulsana konuşurken diyorum, aman canım ne var, televizyonda söylüyorlar, kötü birşey olsa söylenmez ki diyor. Ben de söylenir, asıl en büyük dil düşmanı televizyon oldu, iyisi mi ben sana benim çocuk kitaplarımı çıkartıp bulayım onları oku, bak ne güzel yazmış Kemalettin Tuğcu, Rıfat Ilgaz, Milliyet Çocuk Kitaplarım da vardı benim diyorum. Bizim ki amaaan, sen de amma loo loo yaptın diyor..Loo lo yapmak! Bakın bunu da yazın bir yere. “Lo lo”. Nedir o? “Hebele hübele” gibi bişi... E peki hebele hübele ne?
D&R Müzik zamanında Doğan Medya Grubu ile Raks Müzik oraklığında kurulmuştu. Doğan’ın “D”si ile Raks’ın “R”si birleşmiş ve D&R olmuştu. Düşünsenize “de ve re” harflari neden birdenbire “di and ar” oldu? Sanki sahiplerinin isimleri “Diana ve Ronald” olsa anlıycam, kısaltmaları da ingilizce okunsun. Bildiğimiz Doğan ve Raks neden kısalınca ingilizceye dönüşüverir? Eğer Kanal D’nin de “D”si Doğan’dan geliyorsa neden ona channel di denmiyor.
Vitrinlerde de indirim yerine zaman zaman “sale” ya da bazı yaratıcı geyikler “in-dream” yazıyor ya ben sinir oluyorum. Sanki içerdeki tezgahtarlar içerde çatır çatır ingilizce konuşuyorlar da, turist dolu memlekette, hepsi Türkiye’deki ‘in-dream’i bekliyor.. Oysa kaç kez başıma geldi, şahit oldum ve de esnafa tercümanlıkta yardım ettim: dışarda “sale” yazıyor, hasbel kader bir iki turist girmiş dükkandan içeri, içerdeki tezgahtarlar ve dükkan sahibi kalakalıyorlar. Turiste bir tek “hello, sale var sale var, comon plizzzz” diyip şişen ve turiste mel mel bakan çok esnaf gördüm ben. Oysa vitrinine çakmışsın “sale ve in-dream” yazılarını, hani nerde, konuşsana.
Pazarlar da daha komiktir. Badi, bodi, baudi, body ve türevlerini yazarlar ve cırtlak sesleriyle bağırırlar. Koomon ablalar, yengeler... badi vaar, çok ucuz, gel ablaa geeeel diye. Orada penye atlet, bluz var dese, kimse anlamaz sanki.
Bankalar da el değiştirdikçe (daha doğrusu bizim Türkler bankacılığı beceremeyince) satıveriyorlar yabancılara, ‘çaat’, isimler de değişiyor. Demirbank vardı, HSBC (eyç es bi si-lütfen doğru okuyalım) oldu; Dışbank da gitti o da Fortis oldu (neyse ki italyanca kelimelerin büyük çoğunluğu yazıldığı gibi okunuyor da yırttık), basında da (pardon media denecek ona da) Skytürk, show (şov değil ama- mutlaka ‘w’ olacak), star, shopping channel da var bu arada kablo tv’de gördüm. Kanalın adı “shopping channel”. Ekranda iki tane dişi geyik canlı yayında kalitesiz malları pazarlamaya çalışıyorlardı.

Dilimiz yozlaştırılıyor. Hem de gençlerin ve çocukların beyinleri yıkanarak.Türkçemiz, Arapçanın, Farsçanın etkisinden kurtarılsın derken, Amerikan kültürünün, İngilizcenin boyunduruğuna mı teslim ediliyor? Bir toplumun en önemli kültürel mirası olan dilin bu kadar kirlenmesi de doğal olarak toplumun kültürüne zarar veriyor.

Bu yazıyı yazmama gazetede gördüğüm Reklam Yaratıcıları Derneği’nin düzenlediği “Dilinizden Utanmayın” kampanyası sebep oldu. Hoş dil hepimizin, kampanya sloganı olarak neden ikinci çoğul kişiyi kullandılar anlayamadım. Keşke “Dilimizden utanmayalım” deselerdi, dili kirletenler sadece halk değil ki, reklamcılar ve basın mensupları da bu konuda suçlu bence. Kampanya süreci, basın ilanı ile, bir ünlünün dilinden utanmayarak “dil çıkarması” ile sürecekmiş. Ben Haldun Dormen ve Ahmet Gülhan’ın yer aldığı kampanyaları gördüm. Hoşuma gitti. Umarım toplumda bir farkındalık yaratıp olumlu yönde amaca hizmet verir.
Sonuç olarak, dilimizden utanmayalım! Türkçe dünyanın en zengin ve en güzel
dillerinden biri. Onu yabancı sözcüklerle kirletmeyelim. Türkçe kullanalım.

Pazartesi, Ocak 02, 2006

O-r-g-a-n-i-z-e İ-ş-le-r Bunlar

Dün akşam nişanlımla Organize İşler’i izlemeye sinemaya gittik. Pek de iyi organize edilememiş bir film izledik doğrusu. Çıktığımızda baktık birbirimize, “eeeee, neydi bu?” der gibi... Madem filmin adını “organize işler” koyacaksın o zaman büyük lokma ye ama büyük laf konuşma atasözünün anlamını çok iyi bileceksin. Bizim insanlarımız olayın kolayına kaçmakta birebirdir zaten. Ülkemizde yeterince şan-şöhret mertebesine ulaştıysan bu senin büyük yönetmen olmak için gereken tek şarttır. Hele de elinde sürekli çalıştığın tanıdık eş-dosttan pirim yapmış kadrolu sanatçın varsa, serpiştiriverirsin onları filmde bazı karelere; otursa da olur oturmasa da... Bi de atarsın ortaya belden aşağı esprileri, bilindik muhabbetleri ve bir o kadar da bilindik sosyal içerikleri; al sana film işte... Biz zannediyoruz ki yabancı kameramanı ve digital montajcıyı ithal edelim, hareketli kamera oyunları, yükselsin alçalsın, helikopterden çekim yapılsın, hollywood’da kullanılan her ne teknik özellik varsa, bastıralım parayı (sponsorlar sağolsun!) kiralayalım; al sana film.. Eee peki sonra sorarız işte kendimize “neydi bu?” diye. Bir kere bir yönetmen her çektiği filmde ısrarla aynı kadrodan şaşmıyorsa, esas oğlanı hep kendisi oynuyorsa, ana karakterlerden en yan karaktere kadar tüm isimleri hep bilindik isimlerden seçerse, hergün medyadan görmekten bay gelen medya maymunlarına filmin tüm rollerini verirse, ; eh söyleyin allahaşkına siz o filmden nasıl bir sanat bekleyeblirsiniz ki? Artık ülkemizle ilgili “hiciv” içerikli komedimsilerden bıktım usandım... Biraz da yaratıcı olun yav. Biraz da başka konulardan bahsedin, mesela aşkı anlatın bize, sevmeyi anlatın; sevmek’le güldürün bizi, aşk’la güldürün. Aldatma ile güldürün. Abuklaşmadan korkutun, ağlatın bizi, ağlatın ama sinirden değil. His’lendirin bizi. Belden aşağıya inerek yapmayın esprilerinizi, Olacak O Kadar espirileri de istemiyoruz biz. Güldürmüyor onlar bizi. Biz sizin hala durmakta olduğunuz yıllarda yaşamıyoruz çünkü. Bizim en az sizler kadar kıvrak zekamız ve de kaliteli bir zevkimiz var. Eğer sizin sinema filminizin hedef kitlesi bizsek, o zaman bizim ne zekamızı aşağılayın ne de zevkimizi...

Berrak Tüzünataç diye bir kız vardı filmde. Tüm yaz gazetelerin magazin sayfalarını kızımızın bodrumda bitmek tükenmez tatilinin bol bikinili fotoğrafları süslemekteydi. Ebru Akel’i ise yıllardır zap’lasak da bir başka kanala transfer olarak, yayın saatini haftanın her gününe yayarak karabasan gibi ümüğümüzde hissetmekteydik. Kurtlar vadisinin ünlü Türk düşünürü polat efendinin sevgilisinden, özel hayatında çakırın sevgilisinden başka bir atraksiyonunu bilmediğimiz Özgü Namal, Bir İstanbul Masalı’ndaki iyi niyet ötesi kutsal yürek Altan Erkekli, halen ne iş yaptığını çözemediğim sevgi böcüğü gamzeli insan İclal Aydın, Yılmaz Erdoğan da olmasa elinden kimsenin tutmadığı ve tutmayacağı- ailenin bir türlü meşhur olamamış tek kardeşi Deniz Erdoğan, Yılmaz Erdoğan’ın özkızı (bir Gülben eksikti aileden!), Bir Demet Tiyatro’nun full kadrosu (Fadıl Fıdıllıoğlundan, Eyvah Necdet’e, Mücverin sevgililerinden Mükremin’in Asu’suna, kimi arasanız vardı filmde. BKM’ye bağlı her kim varsa hepsi topyekün cumburlop filmde! Ya yeterin ama ya! Sanki bir kadro var kiralık; “film yapıyoruz, hadi abi toplanalım, istikamet Van Gevaş, istikamet İstanbul!” Ve tabiki canımız cananımız Cem Yılmaz. Ha Doritos Alaturca reklamı, ha 50 YTL bayılmaktan kendimizi alıkoyamadığımız bir CY standup show’u. Konu da Türkiye’de dönen olaylar olunca yönetmenin fazlaca da bi organize olmasına gerek kalmıyor tabi.. Çünkü elinde herkes-herşey var. Kimi arasan var, kamera da gereksiz oyunlarla sizi şaşı ediyor (hele helikopter çekiminde resmen arabada mideniz bulanır ya, resmen kamera tuttu, midem bulandı), o ne biçim abuk bir hava çekimi öyle. Hani verseniz kamerayı bana yeminle daha iyi bir acemi çekimi yaparım. Bu arada keşke kameramanı yurtdışından getirtirken promosyonu da var mı diye de sorsaydı da hiç değilse sesçiyi de ithal etselerdi, sesçi berbattı çünkü... Ara ara azalıyor, gidip geliyordu. Dış sesleri kalitesiz kaydetmişlerdi. Aman canım bunlar önemli değil ki; Y.E, C.Y ve diğerleri var nasıl olsa. Demet Akbağ herzamanki gibiydi. Oyunculuk kalitesini çok sevmeme rağmen, kocası rolündeki Altan Erkekli ile atışmaları bana hep Lütfiye'yi hatırlattı. aynı hazır cevaplık, benzer laf ebelikleri... Ama kadının suçu ne? Yıllardır Demet'in her oynadığı oyunu yazan ve yöneten ve de başrol oyuncusu aynı olursa olacağı budur tabi.

Lafın özü;
Lütfen hem film yönetip hem de başrolü oynamayın (cin olmadan şeytan çarpmayın: insan hem senarist, hem oyuncu hem de aynı anda yönetmen olamıyor. Olunca da işte, “o-r-g-a-n-i-z-e olamıyor!
Lütfen filmlerinizde kadrolaşma yapmayın (devlet dairesi gibisiniz)
Oyuncularınızı, sırf medyatik diye gazetelerin magazin sayfalarından “o piti piti” diyerek elinize geçeni seçmeyin
Doğru düzgün konu bulun (zira Türkiye’deki bilindik olayların hicivleri artık pek tutmuyor. Siz Levent Kırca’ya artık gülüyor musunuz mesela?)
Büyük laflar üretmeyin, büyük işler üretin
Yaratıcı olun, yaratın ve kendinizi taklitten kaçının
Doğru film yapmak istiyorsanız biz blog dostlarının sobelendikleri filmlere bakın.. Bakın ki öğrenin halk hangi filmleri beğeniyor, iyice okuyun, gözleyin.

Tersköşe cinema club hepinize iyi seyirler diler :)

Perşembe, Aralık 29, 2005

Banu Alkan Okan’ın Fahriye Ablası mı?

Dikkat ettiniz mi Okan Bayülgen habire Banu Alkan’ı pohpohlayan ve lüzumsuzca Banu’nun sönmüş, lüzümsuz kariyerini pompalayan bir tutum sergiliyor. Gecenin kör vaktinde uykusuz kalıp Okan’ı arayan yurdumun güzel insanları, sordukları en normal soruda bile Okan’ın hakir gören bakışları ve hakarete varan cevaplarıyla ödüllendirilirken Banu gibi bir ‘freak-enstein’a olan hayranlığı bana çocukluğumun tuhaf filmi Müjde Ar’lı Fahriye Abla’yı hatırlatıyor.

O filmde de annesi yaşındaki, erkeklerin ağızlarının suyunu akıttığı mahallenin tombul, koca memeli ablasına aşık olan Freud’un kulaklarını çınlatacak bir çocuk-ergen hayranlığı sergileyen yarı spastik ve nevrozun alt ve üst notalarında gezinen bir oğlancık vardı. O Fahriye ablaya nasıl da aşıktı.

Nedense Okan’ın o kavruk kalmış haliyle Banu’ya bakışlarını, göz süzmelerini, öpebilmek için yaptığı yalakalıkları görünce aklıma o film geldi. Önceleri bir gazetede Okan’ın röportajını okumuştum. Babasız büyümüş ve evlerinde de annesi, teyzesi ve diğer kadınlardan oluşan “erkeksiz” bilumum kadınların içinde yetişmiş. Fahriye abla filminde Müjde’ye aşık olan o oğlan çocuğu da öyle birşeydi.. Bilemiyorum nedense burada Banu Alkan, Okan’ın Fahriye Abla fantazisini tekrar hayata döküyor gibime geliyor.

Kimi de klasik yorumlar katarak olayı basite indirgiyor: Yok efendim Okan çok zekiymiş (ki bence de- buna itirazım yok), aslında Banu’yla dalgasını geçiyormuş, aslında Okan’ın amacı Banu’nun gerizekalığını Türk halkının gözüne sokmakmış... Yok Banu aslında bir feneomenmişşşş (!). E pes yani.. O kadar da basit değil. Olayı basite indirgeyip bizleri aptal yerine koymak da biraz ayıp olmuyor mu? Biz Banu’nun ne menem bi şey olduğunu anlayacak kapasitede değil miyiz? Okan bunu inceden hicvederek bizlere öğreteceğini sanarak bizi gerzek mi zannetmektedir? Hem Okan %100 zeki, muhteşem, mükemmel ötesi bir insan mıdır, onun da bir zaafı olamaz mı, onun da kişiliğinde hasara uğramış bir parça bulunamaz mı? Bence basbaya Okan’ın da Banu'ya zaafı var. O kadıncağız da kendini Afrodite benzeten bir zavallı “looser”! Okan yıllardır ekrana o kadar abuk insan çıkarttı ama hiçbirine Banu teyzemize çektiği kadar yağ çekmedi. Milleti kıtır kıtır doğrayıp parça pinçik ederken, Fahriye ablasına bu kadar kıyak ve yağ çekmekle beni tiksindirdi. Bir seyirci olarak beni, bu gereksiz şova ortak etti, ben de bu Freak show’u izliycem diye kendime olan saygımı yitirdim. Dumurluğum daha yeni yeni geçiyor.

Bu arada, bir türlü ağız tadıyla izleyip yazamadım şu Banu Alkan- Murat Taşdemir’in ortak saçmaladıkları “Biri Banuyu dikizliyor” adlı bir diğer şovumsu abukluğu. Banu Alkan’la ne idüğü belirsiz o ucubik Murat Taşdemir’i aynı eve sokup bir ay boyunca röntgenci milletimin dikizlemesini ve salyalarının akmasını sağlayan her kim ise onu can-ı gönülden tebrik etmek isterim. Bravoo, şak şak şak.. Türkiye için fevkalade bir iş yaptınız. Atatürk yaşasaydı size kahramanlık madalyası takardı (!). Eminim bu vatan için canlarını feda eden dedeleriniz de artık mezarda rahat rahat uyuyacaklardır. Öyle ya, torunları Türk halkına Böyle bir program yaparak büyük bir fayda sağladı, halkının eğitim ve bilinç seviyesini yükseltti. Bu işe vesile olması dolayısıyla programın yaratıcılarını tebrik ediyorum şahsım adına. Okan’a da teşekkürü unutmamak lazım, sönmüş yıldızcıkları parlatarak onların aç karınlarını doyurduğu için. Umarım bir gün ülkemde gerçek yıldızların pırıl pırıl parladığını görebilirim.

Pazartesi, Aralık 19, 2005

Sobelendim...

Beni etkileyen 8 film...
Nefincim sobelemiş beni, seni etkileyen 8 filmi yaz çabuk diye... Düşündüm taşındım, ne çok film geldi aklıma.. Nasıl 8’e indirgeyebileceğimi düşünmek bile vakit aldı vallahi... Neyse başlayalım bakalım:

1. Tartışmasız –The Prefessional - Leon
Jean Reno var, Gary Oldman var. Daha ne isteyeyim ki Allahtan? Luc Besson’ın diğer filmleri beni çok sarmadı ancak bu filmin üstüne film tanımam ben arkadaşlar. “The Professional” ( Leon ) adlı film, ailesini öldürenlerden intikam almaya çalışan küçük bir kızla profesyonel bir katilin arasındaki sıcak ilişkiyi anlatıyor. Luc Besson’un Nikitası da güzeldi ama burada Jean Reno ve Gary Oldman ikilisinin çıkarttığı muhteşem oyunculuk, dünyalar tatlısı Mathilda; bir katilin bir çiçek ve bir çocuğa kalbini kilitlemesi ve ölümü pahasına onları koruması beni sadece göz yaşlarına boğmakla kalmayıp etkisinden uzun süre de kurtulamamıştım.

2. Godfather serisi (ama özellikle I ve II)
Her sinema filminin seri yapılmadan önce ilk çekileni makbul deselerde, bence Baba serisi sinema-televizyon bölümlerinde ders olarak gösterilmesi gereken bir baş yapıt. Serinin diğer filmleri sıkmıyor birbirini, tekrar yok, oyuncuların hepsi muhteşem, Marlon Brando ve Al Pacino harikalar yaratmıştı. Hele James Caan’in (Baba’nın en büyük oğlu) otoban gişelerinde pusuya düşürülüp katledildikten sonra Marlon’un morgda oğlunu teşhis ederkenki sahnesini hiç unutamam. Oscar heykelciklerini hakkıyla toplayan dönemin en büyük Amerikan eleştirisi bence.

3. Rain Man
Ah Dustin Hoffman ah! Tom Cruise için o filme gidenler bile otistik Dustin’e aşık olup çıkmışlardı. Şapka çıkartılacak bir oyun, muhteşem bir performans, o güne kadar bilmediğimiz ya da bilmek istemediğimiz çok sık görülebilen bir rahatsızlıktan muzdarip yetişkin bir adam. Onun kafası boş işlere çalışan, paradan başka bir şey düşünmeyen haylaz erkek kardeşi ve otizmle yaşamak durumunda kalan ağbeyinin ona karşılıksız beslediği sevgi ve verdiği büyük hayat dersi.

4. Guguk Kuşu
Bir deli düşünün... Hele ki o deli Jack Nicholson olunca... Çok küçük yaşlardaydım guguk kuşunu seyrettiğimde. Jack, tutuklu olduğu cezaevinde kalmamak için deli rolü yapan bir mahkumu oynuyordu. Bir akıl hastanesine gönderilen mahkum Jack’in ordaki delilere akıllı olmayı, başkaldırmayı öğretişi, düzene isyan edişi...O nasıl bir performanstı? Sinema tarihi uzmanı değilim, Jack Nicholson o rolle oscarı aldı mı bilmiyorum ama eğer ona o rolle oscar vermedilerse, Helen Hunt’la oynadıkları o komedi ile adama ödül verdilerse, yazık etmişler demektir.

5. Good Morning Vietnam
Savaşın hep askerler ve silahlardan ibaret olduğunu düşünenleri dumur eden; bir sivilin hem de bir radyocunun Vietnam savaşında ne işi olabiliri bize bir güzel anlatan harika bir filmdi. Ben çok etkilenmiştim. Hem filmden hem konusundan hem de Robin Williams’tan. Oyunculuğuna bayılmış, performansını ayakta alkışlamıştım. Savaşın iğrençliğini burnumuza sokmadan, ortalığı kan gövdeyi götürmeden savaşın nelere malolduğunu anlatan çok güzel bir filmdi bence. Ya müzikleri? James Brown “I feel Good”, Louis Armstrong “What a wonderful world” ve niceleri.

6. Shrekkkkk..
Nasıl ama? Hiç beklemiyordunuz benden bu filmi değil mi? Belki de ruhumun çocuk kalmakta ısrarlı olan tarafına hitap mı ediyor yoksa türkçe seslendirmesinde harikalar yaratan Mehmet Ali Erbil ve Okan Bayülgen’in başarısı mıdır yoksa shrek’te yaratılan animasyon harikaları mı yoksa amerikan filmlerinden alınan bazı meşhur sahneleri ti’ye alan anekdotlar mı? Bilemedim ama ben shrek’ten çok ama çook etkilendim.

7. La vita e dolce – Hayat güzeldir
Her ne kadar arka planda yahudi soykırımı da olsa, Hayat güzeldir de, kendine has çocuksu saflığı ile, hayatının kadınının kalbini çalmaya çalışan ve sonunda da bunu başaran hafif akıllı yahudi garson Guido’nun hikayesi bu. Yıllar sonra kendinisi, büyük aşkı karısını ve çocuğunu toplama kampında hapsedilmiş bulan Guido’nun kampta ailesinin hayatını kurtarmaya çalışma hikayesi beni kah güldürmüş kah ağlatmıştı. Ancak beni yerime mıhlayan final sahnesi bana, bazen filmlerin mutlu sonla bitmeyeceğini hıçkırıklarla öğretmiş oldu.

8. Some Like it Hot! (Bazıları sıcak sever)
Klasiksiz olmaz... Ben eski filmlere daha çok bayılıyorum nedense... Belki 10 kez izlemişimdir bu filmi. Başrollerinde Marilyn Monroe, Tony Curtis, Jack Lemmon gibi efsane oyuncuların yer aldığı filmin orjinal adı “ Some Like It Hot ”. 1955’de çekilen film, gangsterlerden kaçarken çareyi kadın kılığına girerek kızlar bandosuna girmekte bulan iki şaşkın adamın maceraları konu alıyor. Her yabancı filmin türk versiyonunu yapmayı bir görev bilen yeşilçamımız zamanında bu güzelim filmin de “made in turkey”ini yapmıştı ancak geçmiş zaman olurki de İzzet Günay ve Sadri Alışık oynadıkları için sakil kalmamıştı. Filmin her iki hali de 1950’li yıllarda geçtiği ve “Türkler uzayda” tarzı bir gerizeklılık örneği taşımadığı için abes kaçmamıştı.


Ama ben duramıyorum bir türlü.. Neden 8 dedin be Nefin’cim? Ne çok varmış, aklıma geldikçe, ay bu da beni çok etkilemişti diyorum...

9. Tootsie
1980’li yıllar. Ben daha tıfıl bir ortaokul öğrencisiyim... Seyrettiğimde ne etkilenmiştim anlatamam. 1990’lı yılların Mrs. Doubtfire’ına örnek olduğu muhakkak. Başrolünde Dustin Hoffman, Jessica Lange’in yer aldığı filmin yönetmenliğini Sydney Pollack üstlenmiş. Tootsie de Mrs. Doubtfire ” gibi kılık değiştirme üzerine kurulmuş bir komediydi. İş bulmakta zorluk çeken bir aktörün, kadın kılığına girdikten sonra ummadığı kadar büyük bir şöhretin kapısını aralaması, boşandığı eşi, çocuğu falan derken hem güldürüp hem ağlattığı eşşiz bir Dustin Hoffman filmi daha.


10. A Star Is Born- Bir Yıldız Doğuyor-
Bu film Show tv’de yayınlanan “kim en salak rol keser ?” tarzı bir yıldızcık doğuran yarışmalardan değil! Barbara Straisand ve Kris Kristofferson’ın başrollerini paylaştığı bu film de ne oldum değil, ne olucam dedirten bir filmdi.. Belki siz de hatırlarsınız bu filmi. Ünlü olmak isteyen bir yıldız adayı, ününün zirvesinde ama alkolik bir starla tanışır, adama aşık olur; sonra kadının ünü yükselirken adam düşüşe geçer ve Hollywood çarkı ikilinin ilişkilerini çark dişlisinin içine alır ve çökertir aşıkları... Barbara’nın muhteşem sesi ve şarkılarıyla da mest olmuş, çok etkilenmiştim.


Ve daha neler neler? Singing in the Rain, Pulp Fiction, Kill Bill (I), Yüzüklerin Efendisi (tüm seri), çocukluğumda neden böyle filmler yoktu diyip hayıflandığım ve şu an çocuk gibi seyretmeye doyamadığım tüm Henry Potter’lar, James Bond (ama sadece Sean Connery’nin oynadıkları), Son Mohikan, My Left Foot, Kuzuların Sessizliği, Braveheart, Piano ve daha niceleri...


Cuma, Aralık 16, 2005

Fierspfingpfff

Zaman zaman horladığımız ve hoyratça davrandığımız derimiz yani tenimiz neymiş biliyor musunuz? Deri eşsiz ve son derece ilginç bir organmış. Bir yetişkinin bedenini kaplayan deri ortalama olarak 3m2 den biraz fazla olup ağırlığı tüm vucut ağırlığının %15 i kadarmış. 1 cm2 deride milyonlarca hücre,sıcak,soğuk ve ağrıyı hissetmek için binlerce sinir ucu varmış. Vallahi internette bütün bi gün okuyup araştırdım... Ayrıca yağ bezleri, kıl dibi kesecikleri ve ter bezleri de derinin aslında en önemli parçalaruymış. Bu karmaşık yapıyı besleyen milyonlarca kılcal kan damarı da inanilmaz bir şebekeyle deriye yayılmış durumdaymış. Ortalama deri kalınlığı yine yetişkin bir insanda 2,5mm ye kadar olmakla beraber yer yer çok inceymiş (örneğin göz kapaklarında).

Delirdin mi hayırdır? diye soranınız olabilir... Evet delirdim, hatta midem kalktı ve hatta içim cızz etti... o kızları bi güzel pataklamak geldi içimden... Ye aslında ben şu derilerini deldirip güzelim bedenlerine işkence yapanlardan bahsetmek istiyorum bugün. Benim okuldaki öğrencilerim
den bazıları piercing denilen güzelim deriyi deldirmece oyununa başlamışlar.. Derste pek belli olmuyo, o kadar kalabalıkta kaynadılar ama ders arasında wc’de gördüm onları. Ellerimi yıkıyordum birden aynadan yansıdı parıltı, gözümü aldı; bir döndüm baktım kaşını deldirmiş; bi de yeni deldirmiş kan oturmuş, kabuk bağlamış ve kaşımış, iltihap bağlamış, bana bakmakta... kızım naptın sen gözüne, kan oturmuş, iltihap toplamış tüm kaş altların, bu koca toplar da ne diye yırtındım... Kızımız daha 17’sinde.. Teomanın 17 şarkısına bayılırdım eskiden... aklıma nedense o şarkı geliverdi birden.. sanki yitirilen 17 yaşındaki kıza bir metafordu bu kaşa girmiş top mermileri... Kızımız bana hocam ne var süper oldu, acıyo daha 1 hafta oldu yaptıralı ama geçiyo, daha kötüydü, dedi... Neden yaptırdın kızım dedim? Ohoo hocam bu benim ilk değil, göbeeemde (göbek demek istiyo) de var dedi.. eee, devamı gelecek mi dedim; bu mahçup eğdi başını, hocam haftaya dilime yaptırcam dedi.. Ben dumur! Peki annen-baban ne diyo dedim; annesi demiş ki “ah evladım seni yüzünün neresinden öpeceğimi şaşırdım artık” demekle yetinmiş... babam da sen yakıştırıyorsan kendine bence bir sakıncası yok demiş. Eh bana da bu durumda ordan ikilemek düşerdi...

Ertesi hafta sınıfta baktım kızımız ortalıkta yok! Nerde dedim, arkadaşı (onun da kaşında koca bir metal çubuk var!) hocam haftabaşı küçük bir operasyon geçirdi bugün gelmiycek dedi. ..Durumu çaktım tabi, kesin gene bi yerini deldirdi diy mi dedim, arkadaşı anlamsızca sırıttı. Asıl hikaye onu yeni diliyle ortalıkta metal fırtınası şeklinde dolanırken gördüğümde... Beril dedim, gel bakayım buraya, deldirdinmi dilini? “Pierfpsing o hocamf, deldsirme denmess onaf” diyerek dilini çık
arttı bana, “bakıfn hocamf, ne küselfff oldu”... kızcağızın konuşması da – yüzüklerin efendisindeki gollum gibi olmuştu. Bir gözü kapanmak üzereydi-demek ki kaştaki iltihap aşağılara doğru kaymakta... bana nedense o manzara quazi modo’yu hatırlattı. Garibim Quazi de Notre dame klisesinde bi gözü kapalı ve şiş olarak güzelim esmeralda’ya kur yapardı. Berilcim, neden deldirip duruyorsun o güzelim suratını, neden işkence çektiriyorsun bedenine dedim, inanın oturup ağlayacaktım, o kadar küçük ve tazecikti ki..kıyamadım ona...kendi çocuğum olsa ne yapardım diye düşündüm. Bana verdiği cevap tam dumurluktu: “hocamff, benf kendimfi taha iyi iffaafde edebilfmekf içinf yapıfyrumpf çefreye taha iyi ifadfe edefbiliyofum” dedi... Ah küçük kız aaah, bi de kendini daha iyi ifade edebilmek için konuşmayı öğrensen... Neyin kendini ifadesi ha? Sen cümle kuramıyorsun daha, deldirdin dilini, dudaklarını, kaşını, göz kenarını....şişti dilin, gözün, dudağın, yardırdın dilini, ne tadı alabileceksin artık ne de ekşiyi... konuşamıyorsun da artık, bi de kalkmış bana kendimi daha iyi ifade edebilmek için yaptırdım diyorsun.. böyle mi ifade edeceksin kendini topluma; sen ancak “quazi modo ile gollum’a kim en çok benzer”i ifade ettin bana. “my preciousssss.... Kıymetlimisssssss... bu yüsük bisssiiim.....”, “bana suuu veerdiiiii, esmeralda ssuu verdiii” size de tanıdık geldi mi bu replikler?

Pazartesi, Aralık 12, 2005

Ya Sizce?


Geçen gün bloglar arasında gezinip dururken bir blog dostumuzun sayfasında ilginç bir tartışma konusu vardı. Konu çok ilgimi çekti. Fight club’ta edward mı yoksa brad mi daha iyi diye. Ben de kusur kalmadım tabi oraya görüşümü atıverdim de konuyu kendi blogumda da detaylandırayım dedim. Bende nedense çok güzel ya da çok yakışıklı artistler oscarı hakkedecek bir rol oynayamazlar, onlara genelde aşk-romantizm-cinsellik-komedi kokan filmler yaraşır; kendilerini oscara ya da iyi oyunculukta ispat edebilmeleri için mutlaka tiplerini kaymış hale getirmeleri gerekiyor diye bir fikri sabit var. Konuyu sizin görüşlerinize de açmak istedim... Sizce güzeller & yakışıklılar ; çirkinler & karizmatikler kadar iyi oyun çıkartabilirler mi? Yani Julia, Tom, Brad oscarlık oyun çıkartabilirler mi? Ya da Julia Erin brokowich filmindeki rolüyle oscarı haketmiş miydi? Misal Brad Pitt mi yoksa Sir Anthony Hopkins mi? Julia Roberts mı yoksa Meryl Streep mi?
Aslında Fight Club ilginç bir film... Sonra Tom Cruise da kusur kalmayıp Vanilla Sky'ı yaptı. Onda da aynı tarz, aynı haz, benzer hezeyanlar, seyirciye son dakka golü atmaca derken, bence sakil kalmıştı. Fight club iyiydi ama bence Edward Norton esip üfürmüştü Brad'i.


Belki de Brad fazla bebek surat da hiçbirimiz kaale almıyoruz adamı. "Hadi ordan seksi şey!" diyip geçiyoruz. Belki adamı izlerken gözünün rengine, saçına, ensesine, boyuna posuna, endamına bakmaktan nasıl rol kestiğini atlıyoruz.
Mesela güzel kadınların filmlerinde de rol kabiliyetlerine bakmayız. Mesela Julia Roberts'ın Erin Brokowich'le nasıl oscar aldığına hala şaşırmaktayım. Oysa ki Meryl Streep alsa hiç o kadar şaşırmazdım. Baksanıza Charlize Theron bile Monster filminde çirkinleşerek oscar aldı.

Yani güzel ve yakışıklıysan rol yapamazsın gibi bir klişe oluştu çoğumuzda. Sanki dünyada da benzer bir klişe oluştu sinema camiasında. Filmin ödül alsın istiyorsan (oscar); yapman gereken işler: 1. Konu tarihten bir olay ya da tarihe geçmiş bir kişinin hayat hikayesi olacak 2. Oyuncu mutlaka çirkinleştirilecek / kilo alacak / zayıflayacak / hastalıklı bir görünüme bürünecek 3. mutlaka ve mutlaka amerikan tarihinden bir kesiti içine alacak... Bunları çoğaltabilirsiniz mutlaka.
Ancak ben yine de Julia Roberts’ın hala nasıl oscarı kaptığına şaşıyorum. Tamam anladık, şirinlik muskası bir amerikan rüyası. Tamam Halle Berry’ede çikolata rengiyle tüm afro-amerikalılar adına zamanında bir heykelcik verilmişti ama... Yine de sizce neden ben hala güzel ve yakışıklı oyunculara bir Anthony Hopkins ya da Meryl Streep kadar pirim veremiyoru
m? Sizce sorun bende mi?


Perşembe, Aralık 01, 2005

Dünya, sen niye hiç adil değilsin?




Şımarık çocuk gittiğimiz davette annesine de bize de dünyayı dar etti. Tepişmekten, yerlerde sürünmekten, annesine şımarıklık yapmaktan, masayı dağıtmaktan, önüne gelen yemeği arsızca midesine indirip “daha, daha” nidalarıyla yan masada oturan aile fertlerine musallat olunca benim cinlerim hafiften selamlaşmaya geldiler. Ters bakıyorum anlamıyor, masada duran şeyleri deviriyor, düzeni bozuyor, ters bakmaktan başka birşey yapamıyorum, içim kahroluyor. Çocuk dememe bakmayın siz, kızımızın ergen olma yaşına 1-2 kalmış. Yanına da toplamış davetin diğer bebelerini, kendisi aralarında diken otu gibi sırıtmakta. Düşünsenize bir otelin balo salonundasınız herkes yemeklerini müzik eşliğinde yerken yerlerde çocuk güruhu yuvarlanıyor, bir elinde ekmek arası yaptığı o güzelim yemekle yerlerin tozunu süpürüyor, diğer elde kola bardakları sağa sola saçılıyor, itiş kakış sandalye ve masalar arasında koşturmaca oynuyor. Ayaklarınıza basıyor, çantanızı yerlere düşürüyor, sandalyenizi iterken sizin elinizdeki bardağı üstünüze boca ettirmiş oluyor, sonra masaya oturup oburlukla yemeklere saldırıp garsonlara terbiyesizce laf söylüyor, yan masadan annesinin içi rahat olsa da kızı obeziteyle burun buruna gelse de karnı tok, sırtı pek, gönlü rahat. Anne de arada kızının peşinde al yavrum at ağzına şunu da. Sonra fark ettim ki yaşları 3-14 arasında geniş bir yelpazeye sahip olup da davete katılan annelerde hep aynı sahne. Çocuklar yaptıkça şımarıklık, annelerdeki sakinlik katsayısı da artmakta. Özel bir davete çocuk getirmek ayrı bir düşünce yapısı saygı göstermek lazım ama açıkçası geçen gün e-mailime bu resimler düşünce bu annelerin hiçbirine saygı göstermek gelmedi içimden, ne yalan söyliyim gözlerimde dolanan yaşlar beni mıh gibi oturduğum yere çaktı.

Dünya hiç adil değil mi? Sanki bizler de bu adaletsizlikle istemeden işbirliği yapar gibiyiz. Kendinizden utandığınız oldu mu hiç? Ben işte bu resimleri gördüğümde o kadar utandım ki kendimden, sanki kötü bir şey yapmışım gibi. Belki de suçluydum bu zamana kadar dünya için bir şey yapmadağımdan. Ama bundan böyle en önemli görevimin bu dünyaya “hayata duyarlı” bir çocuk getirmek olduğunun farkına vardım. Şımarıklıktan uzak, kendisine sunulan şanslar zincirinin ne kadar da zor bulunur olduğunun farkında olacak, şükredecek, elindekilerle yetinmeyi bilecek ve paylaşmaktan korkmayacak aksine mutlu olacak... Bu zor görevimde kendime başarılar dilerim...
Sevgiyle kalın ve bu fotoğraflara çok dikkatli bakın (belki bazı çocuk fotoğrafları size tanıdık gelebilir).

Perşembe, Kasım 17, 2005

NEDEN?

Bugün internetten “Neden” başlıklı sorular geldi. Ben de hep sorardım benzer soruları kendime “Neden” diye. Sanırım birisi de üşenmemiş benim gibi sorgulamaya başlamış güzel yurdum insanını ve sistemi... Sizin de “Neden” leriniz var mı? Buraya bekliyorum...

Neden bozulan otobüsün yolculari bizim otobüsümüze aktarildiginda onlara mültecilermis gibi bakariz?

Neden her gördügümüz haritada hemen Türkiye'yi bulmaya çalisiriz? Millet olarak dünyada kaybolma kompleksimiz mi vardir?

Neden insanlar birbirlerine sarilinca saga-sola sallanirlar?

Neden ögrenciler ilkögretimin besinci sinifina kadar ögretmene "ögretmenim" diye seslenirken altinci sinifta bir anda "hocam" diye seslenmeye baslarlar?

Neden sinavlarda "4 yanlis bir dogruyu götürür" seklinde bir uygulama ile ögrenciler cezalandirilirlarda "4 dogru bil, bir dogru da bizden" seklinde bir kampanya baslatilip zekaya ve riske girme cesaretine ödül verilmez?

Neden insanlar kapali bir alandan yagmur yagan alana çikinca kafalarini egerler? Yagmura duyulan saygidan midir yoksa ondan tirstigimiz için midir?

Neden dükkanini kapatip giden esnaf, kapiya "10 dakika sonra dönücem" yazar, ne zaman gittigini nasil anlariz?

Neden televizyona çikan insanlar kendilerini Türkiye'deki bütün insanlarin izledigini sanirlar?Örn: Su anda 70 milyon kisi bizi izliyor...

Neden gözlerinden öperim denir? Insan vücudunda öpülecek daha uygunsuz bir yer var midir? Kimse kimseyi gözünden öpmüs müdür?

Neden dügünlerde "Dom Dom Kursunu" ile göbek atilmaktadir. "Bir avci vurdu beni, bin avci beni yedi" gibi sözler esliginde kendinden geçen baska milletler var midir?

Neden bazi kizlarimiz sirin bir hayvancagiz gördüklerinde "inanmiyorum!" derler, inanilmayacak olan nedir?

Neden Cumartesi ve Pazartesi'nin kendi isimleri yoktur?

Neden dolmuslardaki fiyat tarifesinde "en kisa mesafe" "indi-bindi" olarak tabir edilir? Önce inilip sonra mi binilir? Bir terslik yok mudur?

Neden bir programi kurarken "kabul ediyorum" ya da "kabul etmiyorum" seçenekleri vardir? O kadar parayi bayilip bir bilgisayar programi satin aldiktan sonra "kabul etmiyorum" seçenegini isaretleyen bir takim saf kisiler mevcut mudur?

Neden bulmacalarda boru sesinin karsiligi hep "ti"dir? Bulmacalari hazirlayan arkadaslar hiç "ti" diye ses çikaran boru görmüsler midir?

Neden futbol takimi olan Ajax "Ayaks" diye okunur da temizlik ürünü Ajax "Ajaks" diye okunur?

Neden ilanlarda "doktordan temiz araba" diye yazilir? Hipokrat yemininde "arabami temiz kullanacagim" seklinde bir madde mi vardir?

Bunlar da benden...

Neden bulmacalarda hep Mısır'da bir tanrı sorusunun cevabı Ra'dır. Mısır'da başka tanrı yok muydu?

Neden pazara gidildiğinde sebzeci ve meyvecilere "bunlar taze mi?" diye sorulur? Pazarcıdan "hayır abla, bunlar aslında b.ktan. sakın alma, bu sebzeler elimde patladı, haftalardır duruyo, ayrıca da basmışlar hormonu, yazıktır sakın alma" mı diyeceğini sanırız?

Neden insanlar bir yeri ağrıdığında ve bunu karşısındakine anlatmak isterken "ah bak o kadar ağrıyor ki kolum, bak şöyle kaldıramıyorum havaya" derken kolunu bir o kadar da kaldırıp oynatabilirler?

Neden insanlar aşı olurken, kendinden önce çıkana "acıdı mı?" diye sorarlar. Hayır, eğer karşı taraf "acıdı" derse, kendisi aşı olmaktan vaz mı geçecektir?

Neden çocukları korkutmak için "eğer yaramazlık yaparsan seni şu teyzeye söylerim, o da sana iğne yapar" diye korkutup milleti çocukluktan aşıdan tırstırılar?

Neden çocuklara "öcü" diyerek ürkütürler. Bu öcü kimdir?

Neden insanlar fotoğraf çektirirken gerizekalı gibi "cheese", "peynir", "333" derler? Herhangi bir şey söylemeseler olmaz mı?

Neden insanlar fotoğraf çektirirken ya da düğün-derneklerde videoya çekilirken 32 diş gülümserler? Normal dursa fotoğraf iğrenç mi çıkar?

Neden sinemeda illa ki popcorn yenir? Ve neden bütün dünyada bu aynıdır? Antrakta insanların dişlerini harita gibi yapıp iğrençleştiren popcorndan başka yenebilecek başka birşey yok mudur?

Neden kazanılan maç sonrası sokaklara arabalarına binip dökülen o güruh birbirini tanımasa da kornayla dat dat yapıp, birbirlerine selam verirler? Ellerini havaya kaldırıp birbirlerine gülerek yumruk ve zafer işareti yaparlar? Hayır yapıyorlar da ne oluyor?

Neden bazı lokanta ve özellikle pidecilerde "aile salonumuz bulunur" diye yazılır? Yani lokanta sahipleri "aslında burası ailesizler içindir de biz yine fark attık rakiplere, aha işte koyduk buraya bir aile salonu" mu demek isterler?

Neden bir otobüs kalabalık olmasına rağmen durakta yolcu almak için durduğunda, tıkış tıkış otobüse inatla binmek isteyen tipler içeriye doğru bağırarak "arkalar bomboş, ilerleyelim, cık cık cık...; valla dolmuş herkes ortaya kimse arkaya gitmiyor" diye seslenerek yer açmaya çalışırlar? Arkalar gerçekten futbol sahası kadar bomboş mudur ya da arkada duran vatandaşlar pisikopat mıdır da yer vermiyordur?

Neden bar ve gece klübü girişlerinde "Damsız girilmez" yazılır? Onun yerine "Yanınızda bayan olmadan giremezsiniz" diye yazılmaz. Tamam anladık abaza erkeklerin girip içerdeki bayanlara saldırmasını ve tecavüz etmesini istemiyorsunuz da neden "Dam"? Dam nedir? Bu kelimenin türkçesi yok mudur? Varsa neden anadilimizdeki versiyonu kullanılmaz? Bunu yazanlar sokakta gördükleri bayanlara "dam" diye mi hitap etmektedirler?

Neden eğlence yerlerinde ya da programlarında yavaş bir şarkı çalındığında insanlar gerzek gibi iki kolunu havaya kaldırıp sonra da sağa sola doğru sallanırlar? Hele ki ellerinde ışıklı bir malzeme varsa, koyverin gitsin! Yavaş şarkı çalınca iki el otomatik olarak havaya + sağa sola yaylan diye halk arasında sessizce yayılan bir kural mı vardır?

Neden tv programlarında şarkıcılar ya da artizz'ler tek bildikleri dil olan "ana dillerini" kullanırken özellikle sanatsal (!) geçmişlerine sıra gelince "benim background'um" diye başlayan cümleler kurarlar? Neden hiçbir sunucu "senin background'unu yiyim kıız, türkçesi ne demek bilmiyon mu?" diye sormaz?

Nedennnn?

Salı, Kasım 15, 2005

Mars Venüs'ü seviyo. Venüs de onu.

Benim canım nişanlım, dün bana bir süpriz yapmış. Ama ne hoşuma gitti anlatamam. Evet dedim kendi kendime, marsım beni seviyo!.. Canımın içi ben de onu seviyorum. "Nazar değirirler diye anlatamıyorum hiçbir sevincimi" diye yazmış Nefin. Ama napiyim ya, ben içimde tutamam ki hiçbir şeyi. Sevdiklerimle paylaşmak isterim yine "sevdiklerimi". Değmesin nazar-mazar. Acaba diyorum, günümüzde böyle romantik erkekler kalmış mıdır yoksa bunlar E.Ö (evlilik öncesi) dönemine has ritüeller midir, E.S döneminde pembe tozla bulanmış buzlu camlı gözlükler sert bir silecekle silinerek saydam cama dönüşür mü? O da ayrı bir gerçek. Evet sevgili dostlar, size sesleniyorum. EÖ ve ES dönemi birbirinden bu kadar zıt hale geliyor mu? Marslılar değişir mi? Yoksa değişen biz miyiz? Yorumlarınızı merak ediyorum.

Cuma, Kasım 11, 2005

Sakızlı muhallebiyi sever misiniz?

Geçen gün kral tv’de abuk bir klip daha görmenin dayanılmaz hafifliği içindeydim. Bir zamanların ünlü bir mankeni, ünlü bir firmanın geçmiş zaman marka müdürü, şimdinin greace filminden karbon kopya yapılmış asi sokak kızı havalarındaki klip mankeni. Ağzında da bir sakız ki cak cak... Adam da yani şarkıcı da türevlerinden farksız uydurma bir şarkıyla, yine uydurma bir kliple arz-ı endam ediyordu. Ama ben o sakıza takıldım. Psikolojim bozuldu diyor (şarkının adıymış galiba) adam. Kadın da o cak cak çiğnediği pabuç kadar sakızı ağzından binbir iğrençlikle uzatıp uzatıp şarkıcı adamın ağzına vermesi, topluma -pardon kral tv’nin hedef kitlesine şu mesajları veriyordur herhalde: “...ağızdan ağıza sakız vermek harika yararlı bir eylemdir; yere atacağınıza, elinizin üstüne yapıştıracağınıza, sokağa atıp da birinin ayakkabısına yapışacağına, birinin saçına yapıştıracağınıza, ver yanındaki arkadaşının ağzına, uzat sonra uzatabildiğin kadar... Mikrop mu? Şaka ediyorsun galiba...Benim ağzımda mikrop ne gezer? En son 1 ay önce parmağımla dişlerimi temizlemiştim. Hiç grip de olmadım bugüne kadar. Taş gibiyim taşşşş. O yüzden ver yandakinin ağzına, klipte aha bak adam ne güzel uzatıyo sakızı. seninki koparsa da napak? Bi daha deneriz...”

Ben sakızlı muhallebiye bayılırım. Sakız bitkisinin o muhteşem kokusu kaplayıverir evi pişerken. Çeşme’den gelen o beyaz-şeffaf sert-taşa benzer sakızlar, havanda dövüldükçe unufak olur, toza dönüşür, kaynayan sütün içine erişince çıkan o koku muhteşemdir. Ne şimdiki sakızlar benziyor ona ne de onu çiğneyenler benzeşiyor şimdiki yıllarda.

Geçen gün üniversitede yorgun argın dersten çıkmışım, yetişmem gereken bir başka dersim var verecek. Bir hoca arkadaşımla bindik asansöre. Bir alt katta durdu asansör, içeri Avrupa Yakası’nın tiki Selin’ine benzer iki kız öğrenci daldı. Karanlık asansör içinde yüzlerinin 4/3’ünü kaplayan güneş gözlükleri, uzun sarı röfleli saçlar, yüzlerde solaryumun karanlık izleri, kasıklara düşmüş bol pantalonlar, askılı buluzlar, kollarda bir sürü bilezikler, pür makyaj, topuklu ayakkabılar ve her ikisinin de ağzında cak cak sakız. İzmir sosyetesi sanırsın cennet mahallesinde! Yaşlarını çözemediğim bu “zaman-sız” ve “yaş-sız” kızlardan biri sakızını balon yaptı asansörde. Çaat diye bir ses yankılandı. Hoca arkadaşımla baktık birbirimize, aklıma ortaokulda okurken öğretmenimi gördüğümde sakızımı dil altıma saklayışım geldi. Ben mi salaktım yoksa doğrusu o muydu, düşüncelere daldım asansörde. Sonra kızın diğerine “sigaran var mı?” diye sormasıyla irkildim, geçmişimden çıkıverdim. Diğeri “yok şeker, arabada bırakmışım, aşağıda burakta ya da canda vardır, onlardan alırız.” Öteki (bir balon daha şişirip patlattıktan sonra); burak light içiyo, beni kesmiyo” dedi. Sonra asansör durunca kaybolup gittiler. Herhalde kendilerini daha iyi kesecek-leri bulmaya gittiler.

Çocukluğumun bayıldığım ve hala da çiğnemekten zevk aldığım şu sakızı ne yapsam ki? Sanırım en güzeli sakızlı muhallebiye devam. Kızlara da selam.

Salı, Kasım 08, 2005

Tırışkadan teyyare, selam söyle o yare...

Maksat muhabbet mi olsun yoksa laf olup da torba mı dolsun, ne idüğü belirsiz, kaynağı kendinden şüpheli abuk sabuk mesajlar geldi mi size de? Ne zaman mı? Eh bayramda tabi. Gelen bu mesajları parmaklarım sil tuşuna basmak için çok heves etti, içim içimi yedi, ama üşenmedim, kendime iş edindim ve sizlerle paylaşabilmek uğruna, cep telefonuma kaydettim ve buraya kadar getirdim. İnanın bana yazarken bile içim buruldu, sızlandım, bu yalancı mesajlar midemi acıttı, bunalttı, şişirdi beni. Gerçi trajik, hem komik hem de didaktiler. Genel kültür dağarcığıma (yoksa darağacı mı deseydim?) gereksiz bir pop kültür daha mı eklediler?
Sonuçta kıl oldum yine, bakın neler yazmış birileri. Harbiden sizin hiç mi işiniz gücünüz yok? Siz deli misiniz divane misiniz? Neden bayram olur da sizler şair kesilirsiniz? Gerçi yazdıklarınızda sanatsal pek bi şey göremedim. Mani gibi şeylerle kısır döngüsü yaratmışsınız kendinizde. Halbu ki açsanız bir telefon bana, deseniz ki kendi güzel sesiniz ve tınınızla; “bayramın kutlu olsun, nasılsın? Sesini duymak istedim. Herkese çok selam, öpüyorum.” Bak etti sana maksimum 10 saniye.2 saat yaz babam o tırışkadan sözleri, sonra çıldırt beni... oku oku bitmiyor, ben okumaktan bunaldım, e be kardeşim siz nasıl bunalmadınız o üfürükten şeyleri yazarken. Ben de maksat kıllık olsun, koca bayram benim neler çektiğimi anlayasınız diye bu işkenceye sizi de ortak ediyor ve geçmiş bayramınızı kutluyorum.
Sevgiyle kalın,
Ters köşe

1.Gülmek herzaman umudunuz, yaşamak tutkunuz olsun (peki, olur, ben de intiharı düşünüyordum ama sen yazdın artık yaşamak benim en büyük tutkum!). Olur da birgün ağlarsanız o da mutluluktan olsun. En güzel bayramlar sizin ve sevdiklerinizin olsun.

2.Yılların yaprak misali döküldüğü, sevginin eridiği, insanın özdeğerlerini yitirdiği şu alemde (pöööh, lafa bakar mısınız!), güzelliğini kaybetmeyen nadide insanların ( ki demek ki bu insanlardan biri de ben oluyorum), ramazan bayramını kutlarım.

3.Gözlerinizde ışıltı, dudaklarınızda gülümseme, yüreğinizde sevgi eksik olmasın. Yarınlarınız mutlu, bayramınız kutlu olsun.

(ay yazarken bile sıkıntı geldi, siz nasıl okuyacaksınız bilmem)

4.Küçük mutluluklar diliyorum size, elmalı kekler, sıcak sahlepler, yağmur kokusu, Pazar kahvaltıları, trafikte yeşil ışıklar, fallarda balıklar, iyi bayramlar...

(ağlamak istiyorum...ve ağlarken de size kanım çok kaynadı; baba demek istiyorum)

5.Bir insanın düşleri olmalı sonsuzluk gibi, özlemleri olmalı bayramlar gibi ve bayramlarını kutlayacak dostları olmalı sizler gibi. Bayramınız kutlu olsun.

6.Yılların yaprak misali döküldüğü, sevginin eridiği, insanın özdeğerlerini yitirdiği şu alemde (ben bunu bir yerlerden hatırlıyorum... 2 numaradaki ile aynı. Demek ki bi daha gelmiş!), güzelliğini kaybetmeyen nadide insanlarla nice bayramlara ( yazan şahşiyet sonunu beğenmemiş olacak ki kendinden birşeyler katmış).

Ben dayanamıyorum ve devamını getiremiyorum. Sağlıcakla kalın.

Not: Benim en favori mesajım ise şu: “Sigaranın ve içkinin her saat içilebildiği, her dakika yemek yenebilen mübarek 11 aylar başlamıştır. Hayırlı olsun, iyi bayramlar." :)))

Cuma, Ekim 28, 2005

Mars Venüs'ü Anlamadı!

Her şey şu 20 şeyi yazmamla başladı. Mars bana alındı.
Çünkü 1) Kendisini 19 numaraya yerleştirmişim.
Ve 2) 10 numaradaki benim onun göbişine kafamı yaslayıp uyukladığım adam kimmiş (bu arada ben tv seyrederken ve yanımda o varsa, yayarım ve yaydığım yer de genelde onun göbişi olur!).

Aklına gelen rasgele şeylerde bir hiyerarşi aramak mümkün mü? Issız bir adaya düşmüyorum ki sadece 3 şey hakkım olsun... Hem insanlar genelde yazılarını ve laflarını en vurucu cümlelerle bitirirler. Ben iki tane “çok ama çok sevdiğim”i listemin en sonuna saklamışım. Oysa Marsıma 10. sırada bir kez daha yer vermişim ama o benim her gece başka bir adamın göbeğinde uyuduğumu falan zannediyo herhalde :). Alındı bana. Ben senin nişanlınım, eğer beni yazmış olsaydın, nişanlım falan yazardın, oysa sen sevgilim demişsin dedi.

Şimdi.... Burada 3 önemli tartışma konusu ortaya atıyorum:
1) Erkekler sözlenerek, nişanlanarak, evlenerek; sevgililikten neden terfi ettiklerini ve bambaşka bir boyuta geçtiklerini düşünürler? (ben bir venüs olarak, o artık kocam olmuş olsa bile, onunla sevgili kalmak istiyorum)
2) Sen onları hayatının merkezi yapmışsındır çoktan ama onlar neden buna inanmak istemezler, hep sorgularlar?
3) Erkekler neden, senin alınmayacağın, aklının ucuna bile gelmeyen bir şeye takarlar, kırılırlar, bozulurlar? (Venüse göre herşey o kadar kusursuz ve doğrudur ki, mars birden bozulunca, kırılıverir venüse ve venüs ne yapacağını bilemez o anda.)
Allah aşkına bana söyler misiniz lütfen?

Not: Sevgili Marsım, köşemi okuduğunu biliyorum. Bunları yazdığım için sakın kızma bana. Ben sadece bunları hisseden tek dişi kalmış canavar ben miyim diye bir korkuya kapıldım, cevap arıyorum. Hem belki gelen cevapları sen de okursun ve cadılar aleminin bu konudaki yorumlarını öğrenmiş olursun

Perşembe, Ekim 27, 2005

Haydi Rasgele!

Sevgili dostum Aslı sobelemiş beni sayfasında. (Biri tarafından düşünülmek ve sobelenerek düşünüldüğünü hissetmek ne güzel!). Teşekkür ederim Aslı’cım. Beni sobeleyerek bana değer verdiğini ve düşüncelerime önem verdiğini hissettirdiğin için sana en sevdiğim 20 rasgele’yi zevkle yazıyorum. O zaman “Haydi rasgele!”

1. Yanlız kalıp yanlızlığın keyfini çıkartmayı çok seviyorum ben. Ama planlı olmayacak, plan yapınca hep bir mani çıkıyor çünkü. Evde yanlız olup, yemeğimi bir tepsiye koyup salona geçip tv karşısında hep yemek yiyip hem de tv seyretmekten süper keyif alıyorum.
2. Müziği açıp kimse evde yokken bağıra çağıra şarkılara eşlik etmek, keyfim gıcırsa kendi kendime dans etmek, arada da komşular duydu mu diye rezil olma tehlikesiyle soluklanıp, müziği kısıp abuk abuk etrafı dinlemek.
3. Hava yağmurlu ve soğukken, eşofmanlar üstümde, battaniyeye sarılmış, yanımda sıcacık bir sütlü kahvem, elimde bir kitap, müzik setinde eskilerden bir melodi, yağmurun sesi.
4. Yazın o güzelim günlerinde “uzanmışım kumsala, güneş damlar içime”, ben puf puf yastıklar üzerinde Banu Alkan misali güneşlenirken, elimde lay lay lom bir dergi ya da kitabım, diğer elimin ara sıra uzanıp alabileceği yakınlıkta hiç ısınmayacak buzz gibi limonlu bir kola. Sıcaklayınca kah denize gireyim, karnım acıkınca kah karnımı doyurayım, akşama kadar yatıp o günü dibine kadar yaşayayım.
5. Akşam kordonda dostlarla muhabbete hapsolmak ve sonra o güzel hava eşliğinde sahilden eve kadar yürüyüş yapmak.
6. Dostlarımla birlikte olmak. Ne yaptığımız, nerede olduğumuz hiç farketmez. Çatlarcasına gülmek, dedikodu yapmak, dert-sır paylaşmak, birilerini çekiştirmek, tavsiyeler almak-tavsiyeler vermek, yediğin güzel şeylerin tariflerini almak, tarif vermek.
7. Alışveriş yapmak; yanlız ya da kalabalık o da farketmez. Alışverişin dayanılmaz hafifliği benim ve türümün tüm temsilcilerinin vazgeçilmezidir eminim. İhtiyaç dahili olsun olmasın vitrinde görüp de beğendiğim şeyin mutlaka alınması kararını beynimin vermesiyle, dükkan içine girerkenki haz, bedenemime tıpatıp uyması ve bana da yakışması. Ah işte o anki hazzı dünyaya değişmem.
8. Ailem.. kimin olmazsa olmazıdır ki... Annemle analı-kızlı on kahvesi seansımız. Anneannem de gelirse 3 kuşaklı seansın keyfi, deymeyin gitsin!
9. Elektra misali, babamın dizine kafamı koyup bana “minnoşum” diyip saçlarımı okşarkenki sahneyi çok seviyorum. Gerçi 32 yaşına gelince pek komik oluyo bu görüntü. Kart kızın sevgi ihtiyacı.
10. Sevdiğim adamın dizine yatıp saçlarımın okşanması da bambaşka tabi. Hemen minik bir kedicik haline dönüşüveriyor bu kart kız. Miyavlayıp sıcacık bir döşek bulmuşçasına geriniveriyor ve uykusu geliyor, gözleri kapanıyor ve uykuya dalıyor. Aah, bunu da çok seviyorum.
11. Arnavut kaldırımlı, daracık sokaklarda, kimsenin henüz fazla keşfedemediği gittiğim yerlerin arka sokaklarında dolaşmak, dar sokaktaki bir kahvede, dışarı atılmış tahta sandalyelerde kahvemi yudumlamak, eski evlerin pencerelerindeki rengarenk sardunyaları, fesleğenleri elleyip koklamak, fonda cızırtılı bir şarkıyı dinlemek.
12. Seyahat etmek, yurt içi-yurt dışı farketmez; yeni dünyaları keşfe çıkıp o dünyalara ait yaşayan halkı gözlemleyip ne tür hayat yaşadıklarına dair fikirler türetmek, hayaller kurmak, onlarla sohbet edip yeni insanlar tanımak.
13. Kitapçıları dolaşıp, rahatsız edilmeden kitapların o yeni basılmış kokusunu duyarak kitap seçmek, önünü-arkasını- içinden rasgele seçtiğim bir sayfasını okumak, kitapçıda çalan şarkıyı fonda duyarken özgürce rahatsız edilmeden saatler geçirmek.
14. Halk pazarlarında özgürce dolaşıp esnaftan peynir, zeytin, mandalin,portakal tatmayı çok seviyorum. Esnafımız koca bir peynir parçasını tattırıverir, loru, tulumu, tenekesi, çökeleği derken yarım kilo peyniri beleşe yersin. Sıra meyvelere gelir, onlar da tatlı mı ekşi mi, taze mi diye vitamin ihtiyacını da karşılarsın. Sonra elbise, havlu, incik boncuk, taklit çanta, pijama, penye satan yerlerde dolanmaya da bayılırım ben pazarlarda. Ne güzel vakit geçer, bir tek sevmediğim bi sürü kadının kıtlıktan çıkmış gibi seni ezmeye çalışarak itekleyip çekiştirmesi.. Ama olsun, o da güzeldir yav.
15. Sonra ben yazı yazmayı da çok severim (Şekil A’da da görüldüğü gibi). Yazar da değilim ama ne bileyim, çocukluğumdan beri yazarım ben. Kendimi yazarak konuşaraktan daha iyi ifade ettiğimi düşünüyorum.
16. Müziğe de bayılırım. Ama öyle ne bulursa dinleyen biri değilim. Genelde takıntılarım arasında; Pink Martini, Buena Vista Social Club, Cesare Evora, Andrea Bocelli, Sarah Brightman, Leonard Cohen, Vaya con Dios, Frank Sinatra ve ismini bilemediğim ya da şu an hatırlayamadığım bir sürü lounge music ve buddha bar tarzı müziklere de bayılırım.
17. Ah ben nostaljik türk filmlerine-hani vahi öz, mualla sürer, mürrüvet sin, hulusi kentmen, suzan avcı, adile naşit’li şaheserlere bayılırım. Siyah-beyaz olacak hafif de dikey çizikler olacak ekranda seyrederken böyle cızırtılı. Eski taş plak melodileriyle canlandıracaklar sana eski istanbulu, sokakları, ahşap konakları, ince bıyıklı ayhan ışık’a benzer özel makam şöförleri, arap dadılar, bacı kalfalar, temiz aşklar, gururlu aşıklar, zengin kızlar, fakir ve de grurlu oğlanlar, nayırlar, nolamazlar, “şraaak” yanağa tokatlar, ayrılanlar, barışanlar, mutlu sonlar.
18. Ama ben Kemal Sunal filmlerini de çok severim. En favorilerim Tosun paşa, süt kardeşler, şabanoğlu şaban, davaro, hababam sınıfının tüm eski serisi (yenileri iiireenç). Rahmetlinin daha yeni olan filmlerini hiç sevemedim. Eskileri bambaşkaydı bence.
19. Müstakbel eşimin yani nişanlımı da çok severim. Onun beni sevmesini de daha bi çok severim. Yolda yürürken üşümeyeyim diye, atkımı yukarı doğru çekmesini severim, yolda bir vasıta beklerken alnıma kondurduğu o küçük buseyi severim. Deprem olursa diye beni sabaha kadar arabada sokakta oturup beklemesini severim. Kısacası ben onu çook severim.
20. Ben İzmir’i severim. Doğduğum yeri... Havasını, suyunu, imbatını, denizden batan güneşini, yazlığını, kışlığını, denizini, boyozunu, kumrusunu, sahilde oturan aşıklarını, izmirlinin gidiyom-geliyom şeklinde türkçe fiilleri yuvarlayışını, araya rumca kelimeler sokulan cümlelerini, yazın balkon sefalarını, pencerelere konan saksıdaki akşam sefalarını, annemin balkon yıkayışını, şapur şupur çıplak ayaklarla balkonda serinleyişimizi, yazlıkların bahçelerinden gelen mis gibi mangal kokularını, kordonda oturup dostlarla hiç bitmeyen o güzel muhabbetleri, azıcık bir kar yağsa da kar görmemiş insanların o sevinç çığlıklarını....

Pazartesi, Ekim 24, 2005

Aysu'nun dudakları, Mahsun'un kaşları...


Sizin de hiç dikkatinizi çekti mi acaba? Manken kızımız aysu'nun her basına poz verişindeki o dudaklarının büründüğü yarı şişik yarı dışarıya bel vermiş şekil? Ya da Mahsun beyimizin Mr. Spack'a benzer aldırdığı kaşları? Taktım mı takıyorum işte. Hani başka konu mu kalmadı da bunu yazıyorsun diyebilirsiniz ama ne yapayım, taktım işte. Kendi resimlerime bakıyorum, kiminde sırıtmışımdır, kimin de pişmiş kelle pozı, kimin de gözler parlamıştır falan ama dudaklarım ne kadar normal. Ne gerek var Cansu Cancan tarzı üvertür pavyon şarkıcıları gibi 333'lemeye? Ya da karizmayı çizdirmek adına, alem buysa kral benim dedin ama aleme kendini rezil ettin, kaşlarını yeniden dekore ettin, hele geçen gün kral tv'de mahsun ağbimizin 3 büyük dine adadığı (!) yeni şarkısını ihtiva eden abuk klibini izledim..allahım o ne karizma, o ne kaş..bi de yeni moda var ya kaşkolunu 2 sıra yapıp, gemici düğümü attırıverip içinden geçirip boğazına düğümlüyorlar ya, mahsun ağbimiz kusur kalmamış, o da düğümletivermiş kendisini imaj maker'larına. Kendisi evliyalar gibi beyazlar içinde. Beyazlık=masumiyet imajı vererek yürümekte sırat köprüsünden. Kaşkol da boynunda gemici düğümüyle sırıtmış da hangi metafora yönlendirmekte bizi pek çıkartamadım. Ekranda da üç büyük dinin sembolleri bir bir geçmekte. Dünya toplumları da bunu seyredip "aah aahh, ne güzel mesaj veriyor, hepimiz kardeşiz, haydi savaşlara bi el atalım,"we are the world we are the childreeeen" diyecekler sanki. Ya da güzel yurdumun güzel insanları da bu klibi izleyip, "yahu ben şu kapkaç işine bi son vereyim, mahsun abimiz haklı, ne günah işliyorum ben, yok yok ben kızkardeşimi aşık oldu diye doğramayayım, şu aile meclisine gidip hepsini ikna edeyim, onlara kardeşlik türküsünü söyliyim" diyecekler sanki.. Levent Yüksel ne güzel diyor ya şarkısında.. Geç Bunları, anam babam geç bunları...

Aslında "Pamuk" kelimesi ne güzeldir! Yumuşak,güvenli,ısıtan...

Sezen Aksu ne güzel şakıyor: "Seni pamuklara sarmalar, sararım..." İyi de bugünlerde içinde "pamuk" geçen herşey beni uyuz ediyor. Tersime geliyor. Halbu ki ne güzel anlamı vardır pamuğun.. Böyle pufidik kedilere pamuk ismi verirler. İnsan sevdiğine "seni pamuklara sarıp sarmalarım" der, kış soğuğundan pamuklu giyip korunuruz. Yün insanları alerji yapıp kaşındırabilir. Bir yerimiz yaralandığında pamuk olmazsa olmazlarındandır ilk yardım desteğimizin. Pamuk prenses bile pamuğun insana güven veren, içini ısıtan bu halet-i ruhiyesinden dolayı türkçemize çevrilmiştir. Yani biz Türk insanı severiz pamuğu... Ben de severim daha doğrusu severdim. Artık ne zaman duysam aklıma Avrupa'da kitabını pazarlamak ve ismini duyurmak amacıyla bize ulus olarak demediğini bırakmayan bir anti-pamuk adam geliyor. Kılım ben bu adama. Benim uzmanlık alanım pazarlama. Belki bu yüzden kendisinin ne yapmaya çalıştığını daha iyi anlıyorum. Yıllar öncesinde kendisi henüz Avrupa sınırlarında bölücü çığırtkanlığı yapmaya başlamadan önceleri ben de onun isim rüzgarına kapılarak bir kitabını almıştım. Allahım bitmiyor kitap, diyorum ki kendime acaba bende mi bir amorfluk var da anlamıyorum... Şüphesiz ki bitmedi kitap, gitmedi sona doğru. Derken bir başka kitabını çıkarttı, gazete yazarları bir pompaladılar, bir sundular, eh ben yine gittim aldım ve o da kaldı hem de bu sefer daha ilk bölümü bitmeden kaldırıldı rafa. Sonra adam yakışıklı ya ( daha doğrusu avrupai ya- işte bakın kara bıyıklı değil bizim insanlarımız, kumral sarışın, iyi giyinimli, kıro değil-üstelik yazar, ülkemizin yeni yüzü, imajı [bir ara da sarışın ve güzel bir kadın için de benzer avrupa şakşakçılığı yapılmıştı- ki kendisi izmir buca ile beypazarı'nın aynı ilçe olduğunu sanırdı]; işte bu sebeplerden bir pompaladı bizim basın bu adamı. Ama bir de süper ötesi herkesi başının üstüne koyan halkımızın da az buz yardımı olmadı yani. Biz beğenmesek de alkışlarız, başımızın üstüne koyarız. Bu adamın kitabını okudum, bi bok anlamadım, beğenmedim dolayısıyla demeyi yiğitlik saymazlar diye herkes bir beğendi bu adamın kitaplarını, sormayın gitsin. Sorsanız ne anladın diye tek diyebildikleri "valla karsta geçiyo işte, o dönemi anlatıyo, siyasi işbirlikçiler, o dönemi ve yöreyi iyi anlatmış" gibi kalıp laflardı. Yok ya! Oku bir gazetedeki köşede yazan özeti, söyle bana.
Ben herşeyden önce yazar olarak sevmedim kendisini daha doğrusu eserlerini. Entel olmak uğruna anlamasam da sevmesem de, herkes beğendiğine göre vardır bişey demedim. Almadı beni içine yazdıkları. Sonra unutulur oldu iç pazarda, az sattı belki de daha çok satan yazarları gördükçe bir şeyler yapması zorunlu oldu. İç pazar anlayamadı onun derinliklerini ve yurt dışına rotasını çizdi. Ama avrupa ve amerika pazarının ülke pazarına benzemediğini çabuk kavrayacak kadar zekiydi. Öyle ya, orası yazar ve kitap kaynamaktaydı. Kendisi gibi orda çok vardı. İlkönce kendi ismini duyurmalıydı, ne kadar çok duyulursa adı o kadar satardı kitabı. Amma velakin, 3. dünya ülkesi olarak bahsi geçen, kötü imaja sahip bir ülkenin yazarı, dünyanın önde gelen yazarları arasına nasıl girecek, yazdığı o kitapları nasıl okutturacaktı? Pazarlamanın sihirli dünyasını keşfetti. Yurtdışında hele hele avrupada bir türk vatandaşı nasıl adını duyurur? Cevabı basit.. Bakın son 1-2 senedir yurtdışındaki faaliyetlerine, bir takip edin anlarsınız. Sonuç olarak Ver Gaz Gitsin! Ve ismini duyurdu hatta ödül bile aldı.
Ben bu şahsı sevmiyorum. Hem yazdıklarını sevmiyorum hem de fikirlerini (gerçek fikirleri mi yoksa kendisi daha çok basına malzeme olup kitaplarını satabilirim diye sahte fikir mi yaratıyor bilemedim). Artık kendisini de sevmiyorum. Birey olarak bana hiçbir şey ifade etmiyor. Soyadı da kendisine tam tezat.
Yeni bir kitap dolanıyor etrafta; Ferrasini satan bilge mi ne...
Ben şimdi erdemli bir yazardan bekliyorum benzer başlıkla bir kitap. Hadi ismi de benden olsun: "Ülkesini satan adam". Kitabın kapağına da söke ovasından çekilmiş bir pamuk tarlası fotoğrafı. Nasıl beğendiniz mi?

Cuma, Ekim 21, 2005

Sallayın Gitsin!

Ne salladı ama! Uygarlığın beşiği güzel İzmir'im şanına yakışır bir şekilde bir haftadır beşik gibi sallanmaya devam ediyor. Dün gece de salladı. Hep merak ederim genelde neden geceleri sallar şu deprem yeryüzünü? Bu bir haftadır gerçi zaman-maman kalmadı her dakika sallanıyoruz. Sabaha kadar tüm şehir uykusuz, sokaklarda. Ha bir de anlık dostluklar kurulur bu tür afet ya da toplulukları ilgilendiren olaylarda. Fark ettiniz mi hiç? Mesela dün gece... Ortalıkta battaniyelerine sarılmış bekleşenler birbirlerine bakarak; "ne çok sallandık değil mi?, ay benim dolap kapakları açıldı, biblolar düştü"; diğeri "ay o da bi şey mi, benim oğlan bilgisayar başındaydı, bilgisayarı devrildi"; öteki devreye girer hemen elinde 2-3 bardak plastik içi çay dolu bardaklarla bu çekirdek gruba yaklaşarak (iki arada bi derede nerden yaptın o çayı be kadın? tüp mü getirdin yanına?). "ah hepimize geçmiş olsun ama bu bölgenin zemini sağlammış, benim kaynım inşaat mühendisi o söyledi. siz gidin bir de karşı tarafı görün, muhallebiymiş zemin, muhallebiii!"der. Grup mitoz çoğalarak birkaç battaniyeli daha görünür: "ya şu apartman var ya, aha ağaç gövdesi kadar açılmış arası, sıvaları dökülüyo"...Tüm kafalar döner tabi; çaylar tazelenir, kimisi çiğdem çitler kimisi bisküvi dağıtır ertesi gün görse selam vermeyeceği o tanımadığı insanlara. Dikkat edin bir devlet dairesi ya da banka kuyruğunda ya da herhangi bir amaç için birbirini tanımayan insanlardan oluşan bekleşen insanlara. Hep o an için başlar belirli konuya yöenlik muhabbet, benzer şikayetler, ortak paydalarla sohbetler derinleşir, sonra "yerime bir bakıver, ben bir gevrek alıcam, kimse kapmasın yerimi" şeklinde güven perçinlenir. Nasıl da kuruluverir yine o geçici dostluk ağları? Kuyruktaki kişi milli görev adletmişçesine siper eder gövdesini, kedi bile yaklaştırmaz o yere. Diğeri dönene kadar bekler ülke sınırını bekleyen asker gibi. Diğeri gelince de kendi önünü tüm iyi niyetiyle iade ediverir. Halbu ki o kuyruk biter, herkes dağılır, otobüste belki karşılaşır "hoop ilerlesene hemşerim!" muhabbetleri ya da kalk yer ver adama-adam yaşlı, hem senin 2 saat yerini de tuttu değil mi?
İşte dün akşam da kimbilir ne muhabbetler çevrildi, ne çaylar içildi, kurabiyeler yendi sabaha kadar, bir daha belki günaydını bile birbirlerine çok görecek insanlar arasında.
Ay muhabbet nerden nereye geldi, ben deprem korkusuyla sokaklarda hep bunları gözlemledim, ne yapayım? Başka türlü korkumu geçiremezdim ki. Aman neyse deprem salladıysa bizi, ben de onu sallıyorum işte. Siz de sallayın gitsin, tavsiye ederim, iyi geliyor.