Salı, Ocak 23, 2007

SORUNA BAK DA GEL, GÜLERKEN KOP DA GEL


Abilerim ablalarım soruyorum size şimdi ben resmen kimle evliyim? Ve nasıl olur da ancak nüfusu değiştirmeye kalkınca bu salaklığı farkedebildik? Yoksa biz gerçekten ebleh bir karı koca
mı olduk?

Çarşamba, Ocak 17, 2007

Tanıştırayım en iyi arkadaşım olur kendisi...

3. OPERASYON TAMAM. ANLADINIZ SİZ...

Cuma, Ocak 12, 2007

Birdir bir bilmece, buz üstünde kaydırmaca

Şükürler olsun allahım artık türk milleti olarak buz dansını da öğrendik.

Sanırım ilkokuldaydım trt3 yayına açılmıştı, en büyük zevkim buz üstünde kayan patinajcılarının yarışmalarını izlemekti. Kadınlar, erkekler, çiftler, o güzelim parıltılı elbiseleriyle buz üstünde kayarlar, dönerler, parende atarlar, gösterisi bitince 2 tane çocuk patenci ellerinde çiçekle yüzleri vakur sanki çok önemli bir iş yapıyormuş gibi yarışmacılara yaklaşır, ellerindeki buketi verir, yarışmacılar da ç"ok lazımdı şimdi bunlar, siz puanlardan haber verin" edasıyla bu bebeleri öper ve puanlarını beklemek için kenardaki sandalyelere otururlardı. Jüri üyeleri de ellerindeki beyaz kartonlara noktalı rakamlardan oluşan puanları yazarlar ve sırayla okurlardı. Sunucu da 3 dilde bu puanları ekrana duyururdu. Yarışmacıların ellerinde şişe su, nefes nefese kalmışlar gariplerim, yanlarında Madam Rotenmeyer’a benzeyen erkek hormonu yüklemesi yapılmış miyadı dolmuş eski sporcu bozuntusu menejerleri ile tir tir titreyerek beklerlerdi. Jüriden puanlar gelmeye başladı mı, “Vaya Moni dö pua” şeklinde puanlar söylenir ve biz her zaman olduğu gibi doğu bloğu ülkelerinden gelen sporculara hayranlık duyardık. Bilemezdik tabi onların gestapo sistemiyle kimbilir ne tür antremanlara katlanmak zorunda kaldıklarını. Ama buzda dans bu insanların doğasındaydı. Yılın en az 6 ayı karlar altında olan bir ülke halkının buzda değil yürümek parende atmak bile doğasında vardı. O yüzden de eski SSCB sporcuları hep bu yarışmalarda birinci olurlardı. O dönemler çocuk aklı işte, neden bizim de buz patinajcılarımız yok diye iç çekerdik. Oysa ki salak iğne, düşünsene, senin ata sporun var; cirit var, yağlı güreş var, yağsız güreş var. Buzda dans senin ülke vatandaşının doğasına aykırı bir kere.

Geçen gün show tv’de hayatımın en anlamsız, en gereksiz, en saçma, en abuk yarışmasını izledim. Güleyim mi ağlayayım mı bilemedim. Bir kere "buz üstünde kayamayarak en aptal duruma düşmek" gibi bir formatı olduğunu en sonunda anlayabildim. Bizim de millet olarak taklit etmediğimiz bir buz dansı yarışmamız kalmıştı diye sinir olmuştum. Meğerse ben yanlış anlamışım bu yarışmanın amacını. Asıl amaç "Biz de bu spor dalında varız" değilmiş. Bunun amacı aleme şunu göstermekmiş: Biz türk milleti olarak buzda yürüme, dans etme gibi bir kabiliyetimiz yok. Kaşınmayın, aha işte elimizdeki seçmece karpuzları topladık, izleyin bunları, haddinizi bilin, bi de üstüne bu işin federasyonunu, ödeneğini falan istemeyin, ekrandaki bu seçmecelerle yetinin, “e hadi yiyin gari” demekmiş.

Şimdi yarışmacılara bakar mısınız? Amerikan şov dünyasının argümanı olan “looser denilen ve benzerlerine ünlüler çiftliğinde karşılaştığımız tipler… Hay sanki çok lazımlarmış gibi buzda aylarca ders almışlar, düşmüşler, nazik popoları çürümüş, yok içlerinden bazı süper zekalar zedelenmeye karşı sigortalatmışlar o malum yerlerini. 2 tane de çocuk ellerinde çiçekler, her yarışmacı buz üstünde yürüyemedikleri için partnerlerinin kucaklarında pistten ayrılırken bunlara çiçek veriyorlar, aman da aman aynı ilkokulda seyrettiğim gibi. Her nişanımız da yerinde.

Bu yarışmayı oluşturan 3 temel unsur var ben bunları yazayım, yorumu da size bırakayım! ANLADINIZ SİZ!

1.UNSUR: YARIŞMACILARI – Yıldo, Asena, Tuğba Ekinci, Pınar Aylin, Şebnem Şefır, Mehmet Aslan ve ismini bilmediğim bir iki tane daha ünlü türk sanatçısı (!) daha var.
2.UNSUR: JÜRİ – Alinur velidedeoğlu (sen kalk türkiyenin en mühim reklamcısı ol, ödül mödül al, sonra Tuğba denen kadının popo sallayışına “dö pua” ver!), Ayşe Arman (hakkatten ayşe hanım, çok mu istedin illa ki bir star yarışmasına jüri olmak da acık bekleseydin sana daha yakışanı çıkardı yakında- ha bu arada kuş yuvası model saçlarına bittim. Manyas kuş cenneti yetkilileri size sesleniyorum, kelaynaklar için süper tutar bu model yuvalar), Sema Çelebi (ünlü iş kadını! Ben bilmiyorum hangi holdingin CEO’su falan, varsa bilen söylesin), Olcayto Ahmet Tuğsuz (kimdir bu adam, necidir bilmiyorum- sanırım Japon bir anneye sahip, annesinin adı da "hokayi to" herhalde) ve iki de adamcağız vardı biri menecermiş (ha haa ne güldüm ay bu yarışmacıları toplasan 1 tane buz patencisi etmez- kimi keşfedeceksin de sen avrupada menecerliklerini yapacaksın, ilahi)- ve en sonda da buz pateni federasyonu bilmemnesi sayın bay bilmem ne. Ba baa baaa bakar mısınız? Yahu koskoca TC’nin bir buz pateni federasyonu var da, ne olduk bugüne kadar, orası meçhul.
3. UNSUR da sunucuları tabi ki de, nesini anlatayım ki onların. Sunucu kızımız jüriden birine şu soruyu sorunca yarıldım ben: “peki siz hangi sebeple jüri oldunuz, neyinize göre değerlendirme yapacaksınız?” Soruya bakın, hizaya gelin.

Yakında At üstünde Cirit Star (sponsoru arifoğlu sucukları mesela) , Kırkpınar Yağlı Güreş Star (sponsoru komili sızma zeytin yağları olsun mesela), Gülle Güzeli (sponsoru etiform mesela) tarzı yarışmalara hazır olalım ey ahali. Katılımcı sanatçıları da siz bulun mesela…

Pazartesi, Ocak 08, 2007

Neler Dilerim Neler (Baştan uyarayım uzun bir yazı oldu)

Herkesin 2007’den beklentileri var. Şahsımın da var tabi. Açıkçası otomatik söylenen mutlu, sağlıklı, başarı bir yıl temennisinden daha rasyonel ve içerikli beklentilerim var benim. Tabi ki sağlık, para, mutluluk ömür boyu garantilenebilecek temenniler değil ama hep aynı klasik şeyleri söylüyoruz işte…

Benim naçizane 2007 yılı dileklerim aşağıda.

Önce Medya dileklerim
Hülya avşar ve yeni grup ailesini görmemek / duymamak
Helin’e para kazanabileceği ve kendi kazandığı parayla yaşayabileceği bir iş
Seda sayan ve nişanlısı denen adamın evlenip kamuoyu gündeminden düşmesi
Ağasız, töresiz, kansız, silahsız, mafyasız, ahlaksız teklifsiz kaliteli dizilerin artması
Sibel can’ın koca kıçını bir daha ekranlarda görmemek
Gülben ergen’in ilk kez kendisinin doğurmadığının hatırlatılması
Petek dinçöz’ün ünlü türk medya düşünürü sevgilisi ile evlenmesi
Bülent ersoy’a yaşı yaşına uygun bir adamla evlilik
Lerzan mutlunun şov dünyasından silinmesi
Çocukların hastalıklarıyla sömürülmediği diziler
You-tube’tan gerzek kliplerle şişirilmemiş haberler
Daha az kadın sesi, kadının kalbi, kadının bilmemnesi tarzı programlar
Sosyetik kadınların elbiseleri, çantaları, ayakkabılarına dair haberlerin kamuoyu gündemine girmemesi
Televizyonların önceliğinin eğlendiren değil, bilgilendiren ve eğiten olması

Siyasete dair dileklerim
Cumhurbaşkanımızın görev süresi bitince siyasete atılıp chp’nin başına geçmesi ve tüm oyları silip süpürmesi
Avrupa birliği’ne alın birliğinizi sokun kütüphanenize denmesi
Terörist başının ilahi sonunun Saddam’la aynı ilahi sonu kapsaması
Askerlik yapan evlatlarımızın, kardeşlerimizin show tv’de yayınlanan o komedi askerlik dizisindeki gibi gerçekten yan gelip yatması ve sorunsuz bir askerlik yapacağı bir huzur ortamının olması
Maaşımın yarısından fazlasının vergi olarak hiç kullanmadığım ssk’ya verilmemesi
Bir doktorun, bir restoranın, bir şarkıcının, bir pastanenin, yıl içinde benden daha fazla vergi vermeyi şevkle istemesi
Her isteyenin kolay cumbaba olamaması
Polisin yakaladığının mahkemede aynı gün serbest bırakılmaması
Tecavüzcü sapıklar, hırsızlar ve gaspçılar için şeriat kanunlarının işlemesi
Tazminat davalarında maddi tazminatların cumhuriyetin ilk yıllarındaki fiyat paritesinden çıkıp can yakan tazminatlara çıkması
Milletvekili olmak için en az üniversite mezunu olmak gerektiği ile ilgili yasa çıkartılması
Dokunulmazlıkların kaldırılıp tüm siyasilere zevkle dokunulabilmesi
Ülkemin lobiciliği ve halkla ilişkiler çalışmalarının ihaleyle değil, ehil kuruluşlara yaptırılarak imajının hızla ve programlı bir şekilde yapılması
Toplumun kafadaki örtüyle değil bilimle uğraşacak kıvama gelmesi
Silahın sadece polislere ve güvenlik kurumlarına verilmesi
Push’a ananı da al git diyebilmek
Osmanlı arşivlerini korkusuzca dünyaya açabilmek

Eğitime dair dileklerim
Malta şövalyelerini değil, eski başbabakanını yassıada’da neden astığını öğreten bir inkilap tarihi dersi
Missisipinin uzunluğunun kaç kilometre olduğunu, avustralyada yetişen koyun türlerini öğreten değil, ülkemde en son kaç ilçenin il yapıldığını ve bunların gerçek anlamda kaçının gerçek bir il konumunda olduğunu, halen kaç bin tane köye su verilemediğini öğreten bir coğrafya dersi
Biber acıdır hayat da acıdır, o halde hayat biberdir’den ibaret gereksiz ve mantısız bir mantık dersi yerine, toplumla beraber nasıl yaşanır tarzı, toplum ve çevre kurallarının öğretildiği bir ders
Yeteneksiz olan çocuğu psikolojik olarak çökerten resim, müzik, beden derslerinin içeriğinin değişerek, çocuklara ressamları ve akımları öğreten, müzikalleri, operetleri anlatan, sanatın sadece resim ve müzikten ibaret, sporun futbol ve basketten ibaret olmadığını anlatan alternatif dersler
İngilizce, almanca, Fransızca derslerinin yanı sıra doğru düzgün Türkçe konuşmayı öğreten dersler
Genel kültür ve dünya meselelerini öğrencilere öğreten dersler
Sadece din değil, güzel ahlaklı bir insan, bir birey olmayı öğreten dersler
Okullara cep telefonu, kesici ve patlayıcı silah denen bilumum zararlı malzeme sokulmasının önlenmesi
Okul önlerinde bağımlılık maddesi satılmasının sıkı takibi

Blog dileklerim
Herkesin tüm gerçekliğiyle, yalansız dolansız, kendiyle barışık, hilesiz, dümensiz blog yazarlığı yapması
Chucky’lerin yaptıklarından utanıp doğru düzgün “insan” gibi insan olması
Blogspot sapıtmadan, tüm yazı ve fotolarımı yükleyebilmek (foto yükleyemiyorum- hayret bişr şey!)
Blog sayesinde edindiğim dostluklarımın hiç bitmemesi
Anonim isminin sadece yazarı belli olmayan eski halk ozanları olduğu günlerde kaldığını, artık anonimlerin, isimlerini yazmadıkları için, blog dünyasında kendilerini kimsenin iplemediğini anlaması
Bloguma resim koyabileceğim teknoloji dolu günler gelince, bir gün evimin, mutfağımın, çantalarımın, kendimce markalı makyaj malzemelerimin fotosunu çekip blog alemine “benim de var, hu hu, bakın benim de nelerim var” diyebilmek ve sonra aslıyla oturup nihaa haa haa ben de koydum diyerek kendimle dalga geçebilmek

Ve kendime dair dileklerim
Kocamla çok mutlu bir yıl geçirmek
2 işte birden çalışıyorum, iş yoğunluğumu hafifletip kendime ve sevdiklerime daha çok vakit ayırmak
Hamile kalmak ve dolayısıyla minicik bir iğne hanım ya da iğne beyi kollarımda uyutmak, onu koklamak, nefesini hissetmek
Kendimi ifade edebileceğim eğlenceli ve hep hayalini kurduğum serbest çalışabileceğim bir işe başlamak
Havuzdan kaptığım o pis virüse bir daha hiç karşılaşmamak üzere veda etmek
3-4 kilo fazlalığımı rejim yapmadan vermek ve kusursuz bir fücuta sahip olmak
Deviasyon olan burnumu yaptırıp rahat bir nefes alıp havayı akciğerlerime kadar çekebilmek
Urla’daki evimi kaktırabileceğim bir alıcı bulup yerine kışlık bir ev almak, kiraya vermek
Kira geliriyle “oh la la Paris” diyebilmek, sefora’da sınırsız sorunsuz bir alışveriş yapabilmek
H&M’de (eyç and em) , Champs Elyse’de (şanzelize okunuşu anacım – doğru okuyun) alışverişin dibine vurmak, Montmartre tepesindeki (mon mart diye oku- daha afili oluyor) küçük lokantalarda bol peynirli soğan çorbası içip içip güzelleşmek
Saint Germain’de (sen jermen bu da) hayvani boyutta köpüklü bir cafeéde vien ( kafe dö viyen) içip gelen geçene takılı kalmak
Kocamla 4 sene okuduğu San Francisco’ya gidip hep anlattığı sahil kıyılarında bizdeki fiyatlara oranla beleş kalan istakoz ve devasa karidesleri kusuncaya kadar ellerimle yemek, çok yemekten geğirmek, yağlı parmaklarımı ağzıma sokup temizlemek, o dik yokuşlardaki tramvaylara binmek, sonra yokuşta inip minareden at beni, in aşağıya tut beni demek, üzüm bağlarını gezip her gördüğümü tatmak, oralardan beğendiğim şarapları almak, kırmadan Türkiye’ye getirebilme becerisine sahip olmak
ordan Las Vegas’a geçip şeytanımın bol olması (kira gelecek ya, o bakımdan dilek tutarken bile girdi – çıktı muhasebesini yapıyorum, ne kadar da bilinçli bir kumarbazım allahım? :))
ve en sonunda gafur kardeş gibi sormadan edemiyorum:

“NASILIM?”

Çarşamba, Aralık 27, 2006

Kurşun adres sordu, adres ben, maktul ben…

Hayatımda ilk kez kurşun döktürdüm ben. Ha ha haa pek eğlenceli geçti. T.İ bir maceraya daha balıklama atladı. Malum zırt pırt başına abuk bir olay gelen ben – uzun soluklu bir kurşun dökme olayına kuzu kuzu gittim.

Hafızamda kurşun dökmeye ilişkin tek bilgi zamanında bayılarak seyrettiğim Gırgıriye filminde Müjdat Gezen’in canlandırdığı Baryam’a dökülen kurşun seansıydı ve pek de komikti.

Şimdi ise ilk deneyimim. Neyse uzatmayalım…
Yer: Buca’da bir ev
Katılımcılar: Kurşuncu teyze (yaşlı bir örtülü nine), T.İ, annesi, anneannesi, kurşuncu ninenin kızı
Durum analizi:
T.İ’nin durum analizi: Bahtsız deve T.İ’nin tek çözüm denilen kurşuncuya gitmekten başka çaresi kalmamıştır. Nazar değdiği konusu sürekli gündeme geldiğinden bunalmıştır, neden olmasın diye düşünüp olayın bütününü nazara havale etmiştir.
Kurşuncu ninenin durum analizi: Böyle salaklar olduğu sürece ben mezara kadar para kazanırım, o parayla hacca da gider cenneti garantilerim diye düşünmektedir.
T.İ’nin anneannesinin durum analizi: Gül gibi torunum bir evlendi, bütün kem gözler nazar değirdi yavruma; hele o bilmemne hanım yok mu resimlere bakarken yedi bitirdi, gün yüzü göstermedi, allahından bulsun, iyi ki buldum bu kadını döksün kurşunu rahatlasın bu kız şeklinde düşünmektedir. Yüzünde torunu T.İ’yi ikna etmenin bir huzur ve memnuniyet ifadesi hakimdir.
Kurşuncu ninenin kızının durum analizi: Ohh ohh bayram öncesi gelsin paralar, aidatı çıkarttık bu ay da şeklinde düşünürken iyi bir ev sahipliği yapmak için mutfağa kahve yapmaya gitmiştir.

Seans esnası:
Kurşuncu nine (bundan böyle K.N diye anılacaktır): evladım bu su dolu tepsiye at bakim alyansını
T.İ: niye ki ne?
K.N: at işte, yoo ama bu olmaz, altın lazım
T.İ: nesi var be halis fiveia bu! İlla ki halka şeklinde mi olmalı, bugün bunu taktım, idare ediver artık ninencik
K.N: Olmaaazz, altın alyans olacak. Anneninkini tak, aaa onunki de bi acayip
T.İ.nin annesi: aa ben veremem, tek taş hem bu, bozulur maazallah, kaç para sen biliyon mu?
K.N anneanneye döner, sen ver o zaman.
T.İ.nin anneannesi: aaa ne münasebet, benimki de herhalde pırlanta, bakma sen altın rengine, içinde taşları var, hıııh!

Sayın okuyucu ben, annem ve anneannem tam bir altın kızlar üçlüsüyüz. Bayılırım ben onlarla takılmaya. İkisi de çok alem kadınlardır kokoşun da önde gidenleridir. Rezil olduk o gün bir altın alyans bulamadık. Kala kala ninenin rahmetli kocasından kalma alyansına kaldık, onu attı tasın içine, bir ekmek parçası ve yaprak koydu. Başladı kurşunu ateşte eritmeye sonra kafama 1 örtü serildi foooşşşş diye döktü tepsinin içine kurşunu. Casssss diye bir ses..

Ses efektleri:
Aaaaa, nasıl da patladı, ayyy göz bu, ben demiştim, ay ay ay ne göz bu, ben hayatımda bu kadar kurşun döktüm böylesini dökmedim kardeş, bak bak nasıl da parça pinçik oldu kurşun, aaah kızım nazara gelmişsin sen, kızım gülmesene be, günah günah! İnanmayan taş olur, evladım çıkarma başını örtünün dışına, bak dökülür sonra, kıpraşma, ya ninecim dikkat et bak gözün de görmüyo gözlüğünü taksana sen, bak kafama dökme, anne çek elini, bak üstüme gelecek şimdi, ay ay ay bi daha mı? Evet kızım bu 3 kez daha olacak, taa ki kurşun patlamayana kadar, ama ninecim bu kimyasal bir reaksiyon, her seferinde soğuk suya dökülünce yapar, sus sen, hanım hanım senin bu torunun çok konuşuyo, İğne kızım sussana sen, teyze ben hipnoz da olmuyom zaten, bu da tutmaz bana, eşhedü en laa, dua ediyom kızım sus azcık, sen de oku bakayım bi fatiha, ama ninecim, dank (kafaya tepsi geldi- istem dışı mı bilerek mi yoksa ilahi tecelli mi bilemiyorum) …

Hepinizi kucaklıyorum, hepiniz iyi ki varsınız, mutlu yıllar, iyi bayramlar ve huzurlu bir bayram tatili geçirmenizi diliyorum.
T.İ.

Pazartesi, Aralık 18, 2006

YETTİ GARİ!

Ben demiştim size. Benim makus talihim sebebiyle, benim bünyem tek bir ameliyatı kaldırmaz mutlaka ikincisini ister diye.

Malum mabad ameliyatım geçeli henüz 1 ay olmuşken, ameliyat sonrası kontrole gittim ve 6 adet daha henüz bebek olan çıbanımsı mutanta daha rastlandı. Salı günü tekrar ameliyathane yolları gözüktü bana. Acım büyük (manevi anlamda!), şaşkınım, korkuyorum, şansıma s.çıyorum, halime acıyorum, bana bu virüsü bulaştıran havuzlara da teessüflerimi bildirmekten öte de bir şey yapamıyorum. Kızgınım.
Kıssadan hisse: sakın havuza girmeyin- temiz deseler de inanmayın. Doktorumun dediğine göre sürdüğümüz ultra korumalı güneş yağları, havuza girdiğiniz anda suya yayılarak suyun içindeki her tür korumaya yönelik havuz ilaçlarını yok ediyormuş, nötr’lüyormuş. Hay 100bin kunduz diyor ve benim için duacı olmanızı diliyorum ki BU SON OLSUN! Yetti gari!

Pazartesi, Aralık 11, 2006

Tuhaf!

Büyük bir villa, sanırım 4-5 katlı büyük bir saray yavrusu, akşamın bir vakti, villanın içinde büyükçe bir asansör. İçi metalik ve aynalı. Ne işim var orda gecenin bir vakti diye kendi kendime sorup duruyorum. Üzerimdeki zarif siyah tuvalet ve ayağımda da nike spor ayakkabım ile kimine göre tarz kimine göre de ucube bir şekilde asansördeki aynalardan kendimi süzüyor ve allahım ne işim var burada benim, amacım ne, neden yalnızım, kocam nerde ve neden altı kaval üstü şişhaneyim diye söyleniyorum. Zemin kat olduğu her halinden belli 0’a basıp aşağıya inmeyi, arabamı otoparktan almayı istiyorum. Ordan çıkmam lazım biliyorum. İçim daralıyor, asansörün içine sular girmeye başlıyor alttan biryerleden. Tuhaf! Bu ıslaklık da ne? Çişim de yok, katiyen ben yapmış olamam, yerler ıpıslak oldu, kahretsin, iyi ki spor ayakkabılarım ayağımda, yoksa o topuklularla nasıl inecektim malikanenin mermer merdivenlerinden. Ohh neyse durdu asansör bir de kapısı açılsa, hah açılıyor…

Kapı açıldı her iki yanından biri sağa biri sola doğru bıızt bııızzt diye . aman tanrım bu kadın! Asansöre binmek için tam karşımda duruyor, iyi de neden bomboş dışarısı, neden zemin katta bir Allahın kulu yok? Bu kadın neden bana hain hain dik dik bakıyor? Aman allahım o üzerinde her zamanki dar kırmızı mini tuvalet, silikonlu dudaklarına sürdüğü kırmızı ruju, boyun hizasındaki sarı kabarık fönlü saçları, topuklu stilettoları. Aman allahım, o elinde parlayan ne? Bir bıçak! Peki neden bana chucky gibi bir yüz ifadesi ile bakıyor? Hem neden buradaki ışıklar kesilmiş? Üzerime yürüyor, “hen hen hen hen, ölüceksiiiin”

Asansör kapısını nasıl kapatıp kendimi 4. kata tekrar çıkarttım bilemedim. Her yer su. Her yer su. Kendimi 4.katta attım çıktım dışarı ışıklar yok ve aydınlatma yok denecek kadar az. Mermer merdivenlerden sular şelale gibi gür gür akıyor, ben spor ayakkabıları giydiğime dua ediyorum, o kırmızılı kadından kaçmak için yön tayin etmeye çalışıyorum. Peki bütün o insanlar nerde? Sessizlikte tek duyulan ses merdivenlerden akan su sesi, ve kırmızılı sarışın kadının topuklu ayakkabılarının sesi. İyi ki tanrım, iyi ki spor ayakkabıları giymişim, suların üzerinden kayıp düşmeden merdivenlerden inmeye başlıyorum.

Ne aptallık etmiştim, ben aşağı inerken o da yukarı koşar adımlarla bana yetişecekti. Orta katlardan birinde karşılaştım onun yılan gözleriyle. O kadar açık renkteydiler ki, içim ürperdi. Bir sağa bir sola manevra yapıp şaşırttım onu, elindeki büyük kasap bıçağı parladı bir ara ve üzerime doğru bir hamle yaptı, az kalsın kalbime boynuma saplanacaktı, kendimi nasıl geriye attım bilmiyorum, nasıl der amerikan dili sevdalıları: “thanks to air Jordan!” evet yaşasın nike air Jordanlarım. Bir zıpladım ve mermer merdivenlerden peşimdeki sapık kadına rağmen uçarak inmeye başladım, uçuyordum resmen, oysaki o, incecik kırmızı topuklularıyla sular üzerinden benim kadar hızlı gelemiyordu peşimden. En alt kata indim, malikanenin kapısı kilitlenmiş. Zorladım açamadım, ağlıyorum, yukardan sarışın kadının topuk sesleri yaklaştıkça benim nefes alışlarım hızlanmaya başladı. Daha da aşağıya inen başka bir merdiven gördüm. Acaba nereye iniyordu? Denemeye değerdi, kapana kısılmıştım, son hızla inmeye başladım loş merdivenlerden, nereye gittiğimi bilmiyordum ama tahminen yer altına doğru yol alıyordum. Bir garaja benzer bir yere indim. Bir iki tane araba sıralanmıştı. Hollywood filmlerindeki gibi olur ya hep, hani mutlaka birinin üstünde bir anahtar bırakılmıştır. Burada o da yok. Bir kürek buluyorum kenarda köşede, sarışın kadın kırmızı mini ve dar elbisesiyle tekrar karşımda, bana kahkahalar atarak yaklaşıyor. O anda kürek elime geçiyor ve kafasına geçiriyorum, onun sendelemesinden cesaret alıp garajın kapı düğmesini fark ediyorum, o kadar yavaş açılıyor ki açılmasını beklemeden yerden yuvarlanarak kapının aralığından kendimi dışarı atıyor ve arkama bakmadan kaçıyorum oradan. Arkamda sadece o kadının kahkahaları. Aynı chucky gibi!

Sabah oluyor…
Kocacım, kalk, kalkkkk, şiiişşş kalksanaaaa.
Ne oldu canım?
Ühü, ühü, biliyor musun Seray Sever beni bıçakla kovaladı, öldürecekti beni
Yok canım?
Elinde kasap bıçağı vardı, hain hain kahkahalarla gülüyordu bana, ühüüü
Ee sen ne yaptın?
Kürekle vurdum kafasına ve kaçtım, takmıştı bana kafayı, hem sen nerdeydin? mermer merdivenlerden su çağlayan gibi akıyorudu. Her yer suydu, her yer su… her yer su… su….

Perşembe, Aralık 07, 2006

Şeytan aldı götürdü ve Nasıl Hipnoz Olunamaz? başlıklı bir durum komedisi :))

Bundan 2 yıl önceydi. İşyerinde bir arkadaşımın doğum günü için ve ayrıca da başka bir arkadaşımın ev hediyesi için ne alacağımızı kara kara düşünürken, benim zevkime ve iflah olmaz organizatör ruhuna çok güvenen diğerleri; ben salağını gaza getirerek, hediye seçme, kredi kartıyla satınalma, paketletme, bagaja koyma, bagajda uygun tarihe kadar bekletme, para toplama, kutlamaya giderken de getirme gibi büyük bir yükün altında bıraktılar. Hoşuma gider zaten benim bu tür şeylere ön-ayak olmalar. Zevkli biri olduğumu söylerler. Evet zevkliyim ama salağım da ayrıca. Bunu düşünmeyip bu büyük görevi üstüme verirlerse; olacaklardan sorumlu olamam aslında değil mi?

Şimdi ben salağı ev hediyesini aldım, 2 adet yatak odası başucu abajuru. Ve doğum günü olana da 37 ekran bir televizyon. Cırrrt kredi kartlarını geçtim. Tv’yi taşıdılar sağolsun hediyeye katılımcılardan biri ama sorumluluk bende tabi. Ne de olsa tüm ücreti zat-ı şahanem ödedi. Hediyeler sahip ve sahibesine verildi, hayat güssel, lay lay lom, öpücükler, mumlar, içkiler, danslar, kutlamalar; e iyi tamam buraya kadar di mi?

Ertesi hafta “eveettt millet, paralar paralar bozulmasın aralar “şeklinde başladım paraları toplamaya. Ve topladım da. Araklanmasın ya da kaybolmasın diye öyle bir yere soktum kiiiiii. Velhasıl ben de bulamadım. Allahım çıldıracağım her iki kodumun hediyesi için toplanan paralar yok! Ölücem işyerinde herkes (hediyeleri alanlar da dahil) elbirliğiyle paraları arıyoruz. Ekstrem geldi, kol gibi; ödeme günü yaklaştı yok yok! Kimselerin de günahını almak istemiyorum, hatırla iğne en son şuraya koymuştun hani diye telkin ediyorum yok. İnanın talan ettik heryeri yok! Kendime küfür ede ede ödedim tüm hediyeleri. (Ulen Barış ve Aslı, bana sizin ömür boyu doğum günü hediyesi almanız lazım, resmen ben almış oldum size onları! Bu parantez içindekiler kendi iç sesimdir-yanlış anlaşılmasın)

İşyerinde başka bir arıza arkadaşımın da eniştesi izmirin en kazık pardon- öhö öhö-usta diş hekimlerinden. Hani bir dolguya en az 300 yetele ödersin, üstüne bi cila 300, bi beyazlatma 500, çıkarsın ordan donsuz…
Arkadaşın iddiası: “benim enişte hipnoz eğitimi aldı iğne, hipnozla bayıltmadan operasyon yapıyor.” T.İ: “Hadi canım, nasıl uyutuyor mu milleti, ben inanmam olum öyle şeylere, beni uyutacak hipnozcu daha anasının karnından doğmamıştır. Ben, iğne; baksana sen benim gözüme, bende uyutulabilecek bir göz ve çene var mı?” Arkadaş: “ay seni bilmem gerçi eniştemi uyutabilirsin sen çenenle ama gel seni benim enişteye götürelim, seni hipnoz yapsın, bak o paraları nereye koyduğunu hatırlayacaksın kızım” parayı duyunca açıldı tabi gözlerim, inanmak istedim arkadaşımın hipnozcu – pardon dişçi eniştesine-aradı hemen eniştesini, vıdı vdı dır dr vır vır da anlattı işte olayı. İş çıkışında gelsin dedi. Anacım ben bir tırstım, yahu şimdi elin adamı hipnoz edecek beni, ben ya hipnoz olmazsam ya da olursam ve bilinçaltım ortaya çıkar da elin adamına rezil olursam, abuklarsam? Hayır hayır, evet evet, hayır hayır, evet evet şeklinde 1-2 replik attırdıktan sonra karar verdim, iş çıkışında, iğne ve 2 saz arkadaşımla beraber gittik muayenehanesine. Siz dedim burada bekleyin, ne içeri gelin ne de gidin, oturun orda dedim. Bunlar nasıl gülüyorlar anlatamam, maytap geçiyorlar benle. Ama sorun büyük: k.çıma kaçtı bütün o hediye paraları, ben gitmeyeyim de kim gitsin? Yatırdı doktor beni odadaki dişçi koltuğuna. Ayarladı koltuğu da yatay pozisyona. Derdini söyle dedi. Ayy çok komik. Sanki psikologa gitmişsin. E bu adam dişçi be yahu? Ne dicen adama? Herneyse, merak etme dedi doktor, az sonra paranı nereye koyduğunu ya da nerde ne yaptığını öğreneceksin. Ohh dedim kendi kendime nihayet ama doktor ben 1 tek şeyden korkuyorum o da kendimden dedim. Ben hipnoz olamayacağım gibime geliyor, çünkü ben öyle şans tantralarına, mantralara, hipnoza, telepatiye, reikeye falan inanan tiplerden değilim. Aşırı pozitif ilim yüklüyüm, bilmem anlatabiliyor muyum dedim.
Doktor: “iğne istersen sus biraz, sakinleş, bak ben de konsantre olayım” dedi. Kibar adam, bu laf ne demek? Kapa çeneni demek değil midir? “şimdi iğne tavana bak ne görüyorsun?”
İğne: “lamba, kenarlarda da spot koydurmuşsunuz, ayy muayenede de kartonpiyeri ilk kez görüyorum, ilahi doktor bey! Bu karton pieyere neden pier derler ki doktor bey”
Doktor iğnenin düşük çenesini duymamazlığa gelerekten: “yukardaki lambanın üzerinde 2 tane hologram göreceksin, onlara dikkatli bak, ben lambanın pervanesini döndürmeye başladım şimdi sen gözlerini çekmeden 4 dakka o holograma sürekli bakacaksın iğne, bak o da dönüyor, tamam mı iğne?” İğne: “haa, tamam bakıyorum, aaa Fendi bu! Ay bizim millet de amma taklitçi yahu, yuuh peees yani doktor bey bu lambanın üstündeki hologram resmen Fendi’nin logosu. Benim güneş gözlüğüm vardı da kenarlarında ve gözlük kapağında aynı logolar vardı. Şimdi pervaneli lambaların ortasında ne işi var di mi bu logonun?”
Doktor: “iğnecim, sus istersen bak hipnoza giremiyorsun” İğne: “hııı, tamam sustum”
Dış sesler: “da dad daaaaattt (korna efekti), keh keh keh, kıh kıh kıh , napıyodur acaa iğne, sence hipnoz olmuş mudur, ha haa haa, ay neler saçmalayacak acaba? (dışarıda bekleyen arkadaş efekti) İğne: “yaa ben susuyorum ama bunlar susmuyor ki?, şey doktor bey benim alerjim var şu çiçek tıkadı beni, burnumun dibinden kaldırır mısınız lütfen?”
Doktor derin bir iç çeker, vazoyu kaldırır ve hipnoza devam eder: “iğne şu an yemyeşil bir vadidesin, uçsuz bucaksız bir ufuk var karşında, ufuğu görüyor musun? İğne:“yoooo” (iç ses: ya ufuk bizim işyerinin doktoru, tek gördüğüm ufuk , doktor ufuktur, bak bana centrum vitamin ve alerji hapı getirtecekti tüü alla’m ya unuttu vermeyi, ah ulen ufuk yaaa” Doktor: “iğne yeşil vadidesin yemyeşil ağaçlar var, görüyor musun? Hisset iğne, hisset lütfen” İğne: (iç ses“yeşil vadi bizimdir, yaşasın Tosun Paşaaa, hayır tosun şaban paşa! Yürüyün seferoğulları, kahrolsun tellioğulları) “doktor bey ben vadi madi görmüyorum” Doktor: “tamam iğne, hayal et o zaman, sen o vadide yürüyorsun, bak uzakta ufukta bir balon var kırmızı, sana doğru geliyor yakala onu iğne!” İğne: (iç ses: hay alla’m ya, çattık, ne ufuğu ne balonu kardeşim, yok işte!) “doktor bey bir şey söyleyebilir miyim?” Doktor bıkkın bir şekilde “söyleeee” İğne: “ balon dediniz ya kırmızı hani, aklıma küçükken gittiğimiz İzmir fuarındaki balonlar geldi, babama aldırırdım, kırmızı boyalı, ay elleri nasıl boyardı o balonlar, bi de eve gelirsin, sabah pııssss sönmüş salonda yerde dururdu, ne üzülürdüm” Doktor: “iğne bak şimdi 1-2-3 sayıp parmağımı şaklatacağım, sen kalkacaksın, akşam televizyon seyrederken bir anda gözünün önüne o kırmızı balon gelecek ve sen kaybettiğin parayı nereye koyduğunu hatırlayacaksın, tamam mı” İğne: “valla dediklerini yemedim ama senin hatırına gece yarısına kadar tv seyredecem doktor bey, ama bence beni kesin hipnoz edemediniz doktor bey” Doktor: “sana öyle geliyor, hep öyle sanır hastalar ama bence sen de hipnoz olmuşsundur, balon iğne, unutma, yeşil vadi, balooon, kırmızı balooonnn” İğne: anladık, balon, ama siz de şunu bilin, o balon elinizde patladı çünkü ben hipnoz olmadım, parayı da bilmiyorum nereye koyduumu, para mara da vermem size ona göre.

Sonuç: 2 yıl geçti aradan, kuzu kuzu ödedim kaybettiğim hediye paralarını. Hipnoz mipnoz da olmadım, olamadım. Parayı nereye sakladığımı bulamadım. Bence o para çalınmıştı çünkü çekmeceme zarf içine koymuştum. Yani son hatırladığım oydu. Neyse oldu bitti işte, ama hipnoz maceram ömür boyu baki kaldı. Şu yukarıdakileri okuduktan sonra benim gibi birinin hipnoz olabileceğimi kim düşünebilir ki?

Pazartesi, Aralık 04, 2006

Efendime Söyliyim; BEN İYİLEŞTİM. Resimden de belli değil mi?

Bir kadın problemli bir dönemden geçerken ne yapar? Ne yapar ne yapar? Aferim iyi biliyorsunuz, saçlarıyla oynar. Ben de pişmiş tavuk usulü hastalıklarımdan kurtulur kurtulmaz attım kendimi kuaföre cumartesi. 5 saat sürdü toplam operasyon. Halbuki k.çımdan olduğum koskoca operasyon 15 dakkada bitmişti. Koskoca diyorum mabadım sebebiyle; yoksa ameliyatın büyüklüğü kesinlikle değil! Neyse 5 saatlik kuaför terapisi iyi geldi. Ve uzun yıllardır kahve olan saçlarım karamel rengine büründü. Ben beğendim. Haliyet-i ruhiyem değişti mi? Tabi ki evet, aaa senin gözlerin elaymış dedi herkes! Ne ilginç di mi? İnsanın saç rengi değişince ışık mı vuruyor ne orasına burasına? İş yerinde de, aa iğne hanım; sen esmer değilmişsin, lens mi taktın falan dediler...

Bendeniz bu aralar pek bir havalıyım, kocacım bu aralar yanıbaşımda değil, haftasonu istenbula yanına gidiyorum. Farkederse ne ala, eğer ola ki farketmedi saçlarımı; yandı gülüm keten helva!


Cuma, Kasım 24, 2006

Alengirli hastalıkların gülü; pişmiş tavuk T.İ

Malum mabad ameliyatım geçeli daha 1 hafta olmuştu (... du zaten). Kaşıntısı ayyuka çıkan ve geçmeyen T.İ, sokaklarda bile hart hart kaşınarak "yeni alsancak sapığı bu kadın olmalı" bakışlarına aldırmayarak doktoruna gerisin geriye gider.
-"Doktor bey af buyrun ben ameliyat sonrasından beri kaşıntım giderek arttı, ölücem kaşıntıdan"
-"Hayırdır iğne hanım, baticon sürüyorsunuz değil mi her tuvalete çıkışınızda?"
-"Tabi sürmem mi? Günde en az 10 kez baticonu bir güzel harş harş sürüyorum ama artık acımaya başladı"
-"Pardon, 10 kez mi? Maşallah bağırsaklarınızın iyi çalışıyor iğne hanım, ama 10 kez çok fazla
-"Napiyim ben çok su içerim, bazen geçiyor 10'u"
-"İğne hanım ben mi yanlış anladım? Siz af buyrun her çişe çıkışınızda baticonlu pansumanı mı yapıyorsunuz?"
-"Heee, tabi, hem de tüm mabadımı temizliyorum ne olur ne olmaz diye"
-"......."
-"Ne oldu doktor bey bir hata mı var?"
-"İğne hanım ben her tuvalete çıktığınızda pansuman yapın derken, afbuyrun büyük abdestten sonrayı kastetmiştim"
-"Hass. yani Hay 100bin kunduz diycektim doktor bey"
.........
aradan 4 gün geçmiştir. T.İ, baticon sebebiyle iyot alerjisi olmuş ve tahriş olan tüm mabadını bepantenlerle iyileştirmeye çalışmaktadır. Filhakika bu sefer de başka yerler beter derecesinde kaşınmaya başlamıştır. Dayanamaz ve bu sefer de başka yerlerden sorumlu bir doktora daha gider...
-"Doktor bey durum böyle böyle böyle. Vıdı vıdı, dır dır, vır vır, bla bla..."
-" İğne hanım buyrun bir muayene edelim önce"
......
Sonuç mu? Size bir önceki yazımda yazmıştım ya; beni bir ameliyat sonrası başka bir dert bulur diye...
Mabad ameliyatı sonrası iltihap kapmasın diye verilen ağır antibiyotiklerin yan etkisi. Her fücutta bulunan pasif bazı yaratıkları aktif hale getirmiş! Fumigus Bokus Hassittirus!!! Yuttum zokayı gene...

Salı, Kasım 21, 2006

İnsanoğlu alengirli hastalıktan muzdarip olursa başına neler gelir?

Bakınız ben bu yaşıma kadar en kel alaka hastalıktan muzdarip olmuş, zayıf bünyeli bir sosyal varlığım. Sırf bu sebeple başıma gelmeyen trajikomik vaka kalmamıştır. Bedbaht toplu iğne, geçtiğimiz cumartesi abuk bir hastalık sebebiyle bıçak altına yatmış ve bu yazıları mabadını kah yumuşak bir siboplu can simiti üstüne oturarak kah ayakta durarak yazmaktadır. Bugüne kadar klasik bir hastalık türü bünyesine uğramamış olan bu zavallı yaratık, derlediği nev’i şahsına münhasır rahatsızlıklarını sizinle paylaşmaktan; esefle karışık mutluluk duyar.

Sondan başa doğru gidersek…
3 haftadır mabadımdaki (mabad’ı bilmeyen cehalet müsvetteleri için; mabad= popo= döt= k.ç) acı, şişlik, kanama ve oluşan bir mutant fazlalığı sebebiyle doktora bu mahrem bölgesini göstermekten şiddetle korkan ben, bu 3 hafta boyunca kendisini ehil bir doktor sanan babam, patronum, arkadaşlarım, akrabalarım ve kendi iç sesim dahil bilumum çok bilmişe kanarak kendi kendime hemoroid teşhisi koyarak her tür tavsiye edilen kremi, bakım ve onarımı uygulayarak boşu boşuna bir üç hafta geçirdim. Sonuç; paralar derecesinde kaşına kaşına makak maymunlarının k.çına benzer bir mabada sahip oldum. Geçmedi, geçmedi. Geçtiğimiz cumartesi doktora gittim. Sırf bu konularda uzmanlaşmış bir kuruma gittiğimde 2 genç uzman cerraha derdimi anlattım. Bu ekip ardından beni muayeneye aldılar. Utanç verici bir muayeneydi, tahmin edebilirsiniz (aslı, biyo, gristıl, gayriye ve diğer saz arkadaşlarım; gülmeyin gebertirim!!!) Domalmış biçimde mabadımı onların ehil bakış ve ellerine teslim ettim ki sonuç: Bende hemoroid yokmuş, boşu boşuna yanlış kremlerle bir de üstüne k.ç alerjisi olup o bölgedeki derimi paralamışım kaşımaktan. Adını ilk kez duyduğum başka bir rahatsızlığım varmış meğer, ilaç ve merhem tedavisi yokmuş. Eeee, peki ne yapılması gerekmiş? İlk aşamada gelmem çok faydalıymış ve 10-15 dak. Süren bir operasyonla, o mutantan kurtulabilirmişim. Ve kurtuldum da, hem de aynı gün. Sanırım açmışken hazır, bitsin bu iğrençlik diye düşündüm. Sanırım, yani inşallah. Şimdilik kimsede olmayan bu tuhaf mutantan kurtuldum ama ameliyat sonrası haftada 2 kez, sonra ayda 1, sonra 3 ayda bir mabadımı sürekli gösterecekmişim.

Eski yazılarımdan okuyanlar hatırlayacaklardır, vertigo var bende. Baş dönmesi ve sürekli 300 promil alkollü gibi yürüyememe ve hareket edememe hali. Geçti mi? Hayır geçmezmiş, klübe hoş geldin demişti doktor. Ne zaman nerde tekrar gelebileceği belli değilmiş. Ne zaman çok yorulsam, çok sıkılsam beni yakalayan sürekli şaş olma durumu bu. İsmi de pek afilli Vertigo. Asalete bakar mısınız?

Bundan 5-6 sene evvel o zamanlar daha lazer ameliyatları yeni yeni meşhur olmuşken, ben bir gazla lenslerden kurtulmak için randevu aldım, istanbulda bu işin uzmanı olan hastaneye gittim. 2 göz de ileri miyoptu benim. Hani çıkar gözlükleri anan gelse tanımayan misali J Benim bir hikayelerim var bu konuda yazsam çatlarsınız gülmekten. Ben denizde lenslerim olmadım yüzerken babam diye tanımadığım bir herifin üstüne çıktım heyooo baba diye! VE adamın elinde zıpkın vardı. Eh elinde her zıpkın, yapında her palet, gözünde her deniz gözlüğü olan adamı baban sanırsan olacağı budur değil mi? (Gülmeyin dedim, oyarım!) Neyse işten de 2 günlüğüne izin almıştım. Ertesi gün dönecektim izmire. Ameliyat bitti, ben çenemle doktorla hemşo çıktım bir muhabbet sormayın. Toprağımı seveyim İzmirli doktorla kaynaştık da nerden bileyim 1 hafta daha orda kalacağımı ve her kontrole gittiğim gün sol gözümün bir kez daha yarılıp operasyon uygulanacğını? DESERT SAND! Aha bu da benim yeni göz hastalığımmış. Yeminle 10 dakkada 2 göz ameliyatı oluyordu, ertesi gün kontrole gelenler benle birlikte; doktor süper, geçmiş olsun bir daha 15 gün sonra göreyim derken; bana “iğne hanım, ııh ııh olmamışi sol gözünüze bir yıkama işlemi yapmamız diyordu”. Anacım hergün hergün lazerle kornea kesilip çıkartılıp içine harrş diye yıkama yapılıp sonra araba sileceklerinin minyatürü ile cam siler gibi gırç gırç bastıra bastıra durulanır ve laserle tekrar kornea kapatılır mı? Bari fermuar yapılsaymış? Şimdi harika görüyor olabilirim ama 1500 / 1 olan çöl kumu denen çok tehlikeli bir göz alerjisi varmış bende. Gözüm laser bıçağına karşı alerjik reaksiyon gösteriyormuş. Adı da buymuş. Nekadar asortik bir isim değil mi?

Sonracığıma; bendenizde alerji de var. Söylemeden geçemiyeceğim. İnsan polene, ota boka alerji olur di mi? Yokk, mümkünatı yok! Efendim benim küf mantarına, ev akarları içinden de hamam böceğinin af buyurun kakasına alerjim varmış. Yahu hamam böceğini gördüğüm yok, o böceğin b.kunu nerden görcem de teneffüs edecem? Ya da kime gidip de soracam, “pardon ben bu evde çok tıkandım, nefes alamıyorum, lütfen evinizdeki hamam öceklerinin b.klarını temziler misiniz, ben balkonda bekliyorum, temizlemeden girmiycem ona göre” denir mi yahu?

Ve ve nihayet… En büyük teneffüs derdim olan deviasyon! Ameliyattan tırsıyorum ama iki burnumdan kaput işlemiyor! Tık nefesim yani. Şimdi gidicem doktora, kıracak burnumu bir güzel, düzeltecek sonra çıkacam ameliyattan açılacak sargılarım, doktor diyecek “iğne hanım sizde 8000/1 görülen deviasyon sonrası oluşan k.çımın kenarı alerjisi var, burnunuzu bir daha kırmamız gerekiyor, hayır göz gibi olacak iş değil ki bu mübarek.

E PES!

Pazartesi, Kasım 13, 2006

Dizi Dizi Diziler

Hangimiz dizi seyretmiyoruz ki? Yalandan seyretmiyorum diyenler, sizler bile arada bir bakıp 3 ay evvel kaldığınız yerden bu yana olay örgüsünü kavrıyor ve bir 3 ay sonra buluşmak üzere ayrılıyorsunuz. Asla seyretmem mi? Hadi ordan, yemezler! Lakin bazı dizileri izlesem de, ara ara bakınsam da, kumandayla kalandan kanala atlarken 3-5 dakika o dizide kalmış olsam da, yaratıcılıktan uzak pek çok standart saptamalar yaptım. Bana göre dizi yapımcıları ve senaristler aşırı klişe takılmaktalar. Bana da baygınlık geldi bu durumdan. İşte bugüne kadar saptadıklarım:

-Öncelikle dizilerde hikayeler 2 farklı ortamda geçer;
Ya İstanbul’da
Ya da ağalığın hüküm sürdüğü köy kültüründe
-İstanbulda geçen dizi senaryolarında esas oğlan hep ama hep zengindir, para babasıdır, geniş bir ailesi vardır, genelde maaile hepsi bir evde yaşarlar. Esas oğlanın bir süpermarkette kasiyer olduğu ya da bir bankada güvenlik görevlisi olduğuna raslamadım.
Köy kültüründe geçen senaryolarda da esas oğlan hep ağadır, paşadır, eşkiyadır, büyük oynar. Bugüne kadar köyün çobanı olup davar güden bir esas oğlanlı dizi görmedim.
- Evlere baktığımızda da, anacım bir kere de esas karakterler apartmanda otursunlar, şöyle 3 oda 1 salonlu ev olsun, dışarıda park yeri arasınlar, eve geldiklerinde ev dandini olsun, yemek yapsınlar, yook olmaz, tüm evler şato, malikane, saray yavrusudur. Hepsi şehir dışındadır.İstanbul karmaşası yoktur hiç, trafik bomboştur.
Köyde ya da kasabada geçenlerde ise sanırsınız hepsi eflak kalesi! dışarıda kara suratlı çirkin adamlar nöbette, evlerde yüksek kaleler, içerde birbirinden ilginç kımıl zararlıları, gerzek besleme kızlar, mutfakta bir ahali insan, antika halı ve eşyalar. Ben bugüne kadar kerpiçten derme çatma bir köy damında geçen filmi görmedim. Hani helası dışarıda olan, yere yapılmış bir deliğe hacetini gördüğün ve sifon yerine 1 adet maşrapanın yeterli olduğu!
-Esas oğlan eğer büyük şehirdeyse genellikle ya tekstilci ya da inşaat işleriyle uğraşan bir holding patronudur. Kadın seyirciler devlet memuru esas oğlanı istemezler sanırım. İlla ki patron olacak. Vakur, suratsız, küstah ama ateşli! Bu esas oğlan bir holdingde çalışmış olsun tamam anladık da, neden illa ki patron olmak illa ki sadrazam gibi hayvani bir odada boş boş otururlar? Her ne kadar işadamı imajı verseler de, tam olarak hangi işi yaptıklarını anlamayız. Odalarında boş boş oturup dakkada bir odaya giren gerzek aile fertlerinin sorunlarıyla uğraşırlar.
Esas olan kırsaldaysa da hep ağadır ya, bu ağa aslında büyük şehir ya da yurtdışında eğitim görmüş mürekkep yalamıştır. Ama para da b.k gibidir, nedense okuduğu konu hep işletme olmalıdır ki bir şirkette çalışacağına köyüne döner, köyde marabalarına” dağılın leyynn, ben ağayımmm, bu kan davası biteceekkk” şeklinde nidalar atar. Köylü değişir mi? Nerdeee? 1000 yıllık töre, ağanın yeni yetme sidikli oğluna pabuç bırakır mı? Zaten yeni yetme ağa bozuntusuna kıl olanlar mutlak vardır ve ağanın fiyakasını en kısa sürede de çizerler ki bunlar da dizinin karakter oyuncusu sıfatıyla yıldız olamamış oyunculardır. Büyük şehirden köyüne bir b.k olamadan dönen ezik-sönük, iş bulamamış bir esas oğlan bugüne kadar görülmemiştir.
-Arabalara gelelim. Ben bugüne kadar Hyundai, tofaş ford kullananan bir esas oğlan görmedim arkadaşlar. Hepsi ya cip, ya hayvani minibüsler ya da son model spor yere değecek kadar yakın arabalr.. kardeşim, burası Türkiye, o arabalar dışarıda durur, takip eder, takip edilir, kaza yapar ama hep gıcırdır. Köy dizilerinde de traktör kullanan ağaya rastlamadım. Hepsi cip kullanırlar. Ama marabasının kıçına giyeceği don yoktur, o ayrı tabi! Ya da köyünün yolu yoktur, köyün suyu yoktur ama ağa cipe biner, köy meydanına iner, köylüler çeşme başında su doldururlar, e sen ne biçim ağasın, bir yol yaptıramamışsın köyüne? Kim kale alsın ki seni?
-Ve esas kıza gelelim… bu esas kız denen aslında şabalığın tekidir canlarım. Ben bu esas kızların içinde kafası çalışanına hiç rastlamadım. Bunlar da genelde erkeğin tam tersi özellikte olurlar. Bir kere hiçbiri zenginlik içinde yüzmez. Belki onu terk eden ailesi çok zengindir ama bunu istemediği için fakir bir aileye vermiştir (sorarım size, zengin niye istemesin çocuğunu?), ezilen hor görülen taraf hep bu kızdır. Zengin birine aşık olur hep, gidip de eve damacana su getiren dağıtımcıya aşık olanı görmedim henüz. Haliyle zengin oğlanın anası ne güne durur? Yedirirmiyim len ben o paraları sana şeklinde kıza köstek olur. Kız da baştan dedim ya salağın tekidir o yüzden hep ezik polyanna şeklinde dolanır ortalıkta. Kaynana, görümce, eltileri karşısına alır bu salak polyanna ama bir gün şans ona gülecektir ve o da herkesten intikamını alacak ama onlara tokat atacağına, gül verecektir. Salak işte! Aslında bu esas kız ya öksüz (öküz mü demeliydim acaba) ya da yetimdir. Bu daha bebekken istenmemiş bir acuzedir. Ona bakanlar da dayanamayıp mevlam kayıra deyip küçük yaşlarda sokağa atmışlardır, ya da okul bitince yar saçların lüle lüle demişlerdir. O da kendi başına başka şirket yokmuş gibi o şirkete girip esas oğlana pardon patrona, 1000 kişilik çalışanın yapamadığı şeyi yaparak anında gözüne girmiştir. Hatta 100 tane profesyonel yöneticinin çözemediği önemli bir meseleyi, salakça 1 düşünce şekliyle bu bizim yeni mezun ebleh polyanna çözmüştür.
Köyde geçen dizilerde esas kız hiçbir zaman köy kültüründen çıkmamıştır. Boru değil, ağanın yavuklusu olmak için senin de batı kültürüyle yoğrulmuş olman gerekmektedir. Ama ağanın kökenini bile bile adama ayıla bayıla köye gelir sonra da ağayı ve ordaki marabayı eleştirir herkesi değiştirmeye çalışır. Genelde aptal eder herkesi her b.ka maydonoza olur bu esas kız. Mayın tarlalarına mı girer, berdelli kızları sevdiğine mi kaçırtır, ata biner, dağ taş bayır yasak yerlere geziye çıkar, orda başına 1000 türlü bela gelir, kaçırılır, işkence görür, elalemin başına dert olur ama ağa beyimiz onu çok sever, her şekilde sineye çeker.
-Dizilerde bir başka ortak yan da çocuklardır. Bu çocuklar genelde büyümüş de küçülmüştür. Onlar da anaları gibi ota b.ka maydonoz olurlar.her şeyden anlarlar, büyük insan gibi davranırlar, anneye babaya destek verirler ama otobanda vızır vızır arabalar geçerken kapıyı dannnkk diye açıp otoyala atlayıp arabanın altında kalacak kadar da gerzektirler.
-Normal bir vatandaş 15 günde bir ya da haftada bir eve temizlikçi alırken, esas kızın evinde de mutlaka bir kadını olur. Bu kadın da aynı evin çocukları gibi her şeye maydonozdur. Esas kadın sonuçta erkeği kadar zengin olmadığı ya da kaynanasından zırnık kopartamadığı için bütün gün abuk sabuk işlerde çalışır ama evinde inoks buzdolapları, plazma televizyon, ankastre ocaklar ve mutlaka bir hizmetçisi vardır. Esas kız hiçbir zaman köyde bir marabanın kızı olmadığı için, köylerde bu durum nasıl bilinmemektedir. Ama ağa karısı olduysan emrinde ir sürü 15-18 yaşları arasında sana hayran ebleh kız olacaktır.
-İster İstanbul’da ister köyde geçsin herkes maaile şeklinde yaşarlar. Madem o kadar zenginsin neden ayrı ev tutulmaz? Tüm aile fertleri hizmetliler de dahil küçük bir kasaba nüfusunu aratmayacak kalabalıkta yaşarlar. O yüzdendir ki kimin eli kimin cebindedir belli değildir türk dizilerinde.
-Bu dizilerde kimse çalışmaz aslında. Ama para ir yerden hep gelir. Esas kız bile hangi sahneye bakarsanız bakın hep dışarıda bir dostuyla sohbet ederi yemek yer, çocuklarının okuluna gider, eve gelir, hava hep günlük güneşliktir. Akşam saatleri olsa anlayacağım ama mütemadiyen dışarıdadır bu esas kızlar. Ne görümce ne kaynana çalışır, ne adam çalışır, herkes ya evde ya da dışarıda lak lak yapmaktadır. Esas oğlan ise o şirketin patronu olmasa kovulması muhtemel en işten kaytarıcı olandır. Bu paralar nerden gelir, bu kadar masrafla nasıl başa çıkılır? hiç bilinmez.
-Türk görenekleri içinde pislikten geçilmeyen sokaklardan sonra eve girdiğimizde, ayakkabıları çıkartırı ya; bu dizilerde evde herkes pis ayakkabı ve çamurlu botlarıyla arz-ı endam ederler. Onların evlerinde hijyen kelimesi yasaklanmıştır. Anne çocuğuna büyük büyük laflar eder ama çocuk botlarıyla beyaz koluğun üstüne çıkar ve zıplar, koltuğu batırır ama esas kız, oğluna “seni deyyus, şimdi kırcam boynunu, ulan batırdın canım beyaz koltuğunu, daha taksidi bitmedi” diye asla kızmaz. Çünkü kendisi de kürek kadar ayaklarını sehpaya dayamış ve kirli tabanlarını bize izlettirmektedir. Türk dizi filmlerinde terlik giymek son derece sakıncalı bir faaliyettir.

Bitti, dağılın hadi.

Salı, Kasım 07, 2006

Koyun yerine ucubeleri saysam ne olur?

Dün gece uyku tutmadı, canım sıkkın mı sıkkın, normalde saat 22.00 gibi salonda tarafımca zaptedilen büyük kanapeye paralel yayarak uyuklayan ben, saatin kadrolu ikilisi 01.00’i vurduğunda halen kanepede bir oraya bir buraya dönüyordum. Elimdeki kumandayı nereye şıfıttırsam ya korkulamaca filmi, ya masa başında orta yaşlı bıyıklı adamların oynadığı geyik çevirmece oyunu ya da halen o ebleh Tülin ve Caner’in “sabah sabah avanak kadın nasıl yaratılır?” tarzı programlarından arak görüntüleri yani magazin forevırlar. Tam hazımsızlığım artmıştı ki show tvde pişti denen biri başka şaçmaötesi programda buldum kendimi. Kiss me Mahir denen bir gulyabani ve de yanına oturttukları bir başka medya şabalağı Ajdar! Ve ombudsmanlar tabi ki.. Kimler mi?Bi kere M. Ali Erbil var, Deniz Akaya var, Ajda Pekkan var (acaba Ajdar ismini Ajda’dan mı aldı, bakın bu da ayrı bir konu) , sonra aşk böcüğü Rehamız Muhtarımız var. İnanın ben bilsem bu kadar ucubiğin uykusuzluğumu daha da artıracağını; seyreder miydim hiç? Gerçi Allah razı olsun Ajdar’dan. Beni o kadar güldürdü ki, tüm sıkıntımı atmama yardımcı oldu. Şimdi Ajdar şabalağından incileri aşağıda bilgilerinize arz ediyorum efenim… Ben çok güldüm umarım siz de eğlenirsiniz:
- Ben bugünlere gelmek için 4 yıl bekledim, o yüzden buraya oturmak benim hakkım(eliyle ajda Pekkan’nın oturduğu evsahibi koltuğunu gösteriyor)
- Hayatta bu koltuklara oturmam ben koskoca bir Ajdar’ım (eliyle mahir’in yanını yani konuk sandalyelerini gösteriyor)
- Beni bütün dünya ve Türkiye tanıyor
- Sezen aksu 30 yılda gelmiş bugüne, bense bir Nane ile bir Çikita Muz ile 4 senede geldim
- Tarkan rakibim olamaz, o bir Nane, bir Çikita Muz üretebilmiş mi?
- Ben sanatçıyım ama ayrıca makine mühendisiyim, öyle bir dehayım ki sanatçılığımla bu yerlere geldiğim gibi, mühendisliğimle başbakan da olurum.

Olursun yavrum, yaparsın yavrucum, olursun koçum benim.. Sende değil ki kabahat be koçum; seni oraya çıkartan silgi beyinlerde kabahat, seni alkışlayanlarda, seyirciye pavlov köpeği muamelesi yapıp komutla alkışlatanlarda, seni adam sayıp kamuoyu karşısına çıkartanlarda. Senin başa gelenlerden neyin eksik einstein’ım. Türkiye senle gurur duyuyor (esef mi demeliydim acaba?)İşte Toplu iğneniz büyük bir hizmeti size sunuyor… Gerçek müzikten anlayanlara ve gerçek sanatçı sevenlere..işte Ajdarın çikitası…

http://www.youtube.com/watch?v=8c3YRPGppPM

Çarşamba, Kasım 01, 2006

Geri vitesle nasıl araba parkedilemez?

Bir kadının anatomisine baktığımızda bazı durumlarda o anatomik yapının kalleşçe kadına ihanet ettiğini görürüz. Nedir kadın? Kırılgan ama güçlü hem de kaya gibi (bi de taş gibi sıfatı vardır kaya gibi dersin, güçlü-sağlam dedin diye onur duyar; taş gibi dersin, hemen seksüel bir anlama kaydırıverirler- neyse konudan uzaklaşmayayım çok- dönelim tekrar kaldığımız yere) sonra kadın anaçtır, derleyendir, düzendir, yasadır, çiçektir, zariftir, güzeldir, üretendir, etkendir hem de ayrıca edilgendir, güzeldir, kalbi sıcacıktır, tüm sevdiklerin bağışlamıştır, panterdir, kızar, parlar, kavga eder ama çok sever… Kadın ayrıca erkektir, güçtür, tarlada fabrikada çalışandır, çalışkandır, anadır, babadır, korkusuzdur, terazidir, adildir, kadın cazibedir, tutkudur, şaraptır…

Bunları duydunuz hepiniz selam durdunuz, mayıştınız, ruhunuz okşandı, yumuşadınız değil mi?

Peki be Allahın cezası kadın; NEDEN ama NEDEN arabayı geri geri sürüp sağdaki 3 arabalık boş yere park edemezsin? Ve tüm trafiği felç edersin? Yukarıdaki övgüleri sana boşuna mı yazdık! GERRRİİİY , GERRRİİİİY (Burhan gibi okuyun ltf)

Pazartesi, Ekim 30, 2006

İşte aşağıda bahsettiğim o gülen gözlerin sahibi!

Resim internetten, VomArt'tan...
Uzun yazı yazınca blogum resim koymama izin vermiyor. Ben de bu resmi koymak istedim. İşte benim yakışıklım... Ben bugüne kadar böyle güzel gülen, içimi ısıtan, bana güven veren bir devlet adamı görmedim çünkü. Siz de bakın, sizin de içinizi ısıtsın hem de ömür boyu...

Ülkemin En Büyük Bayramı Kutlu Olsun

Ben genellikle dini bayramlarda kutlama yazısı yazmam. Çünkü bana yapmacık gelir; hele hele "iyi bayramlar, bayramınız mübarek olsun, hayırlı bayramlar" tarzı klişe laflar bünyede haliylen gaz yapar. Düşünsenize adam ailesiyle arife öncesinden kaçmış bir 5 yıldızlı otele; 1 ay boyunca tutmadığı orucun üstüne sanki kıtlıktan çıkmış gibi beşinci kez turladığı açık büfeden elinde tatlı ve avanesi ile birlikte döner; masanın üstü sadece birer çatal alınıp bırakılmış bir sürü artık yemek tabağıyla doludur. Bir kadeh şarap beğenilmemiş, yanında rakı bardağı, yine masada ısınmış yarım bira dolu bardağa rağmen; adam oğluna, hadi kalk bir kola al bana, hazım yapsın diyecek kadar da hazımsızdır.

Sonra adama dı dıt dıt dı dıtt şeklinde bir mesaj gelir aynen bana da geldiği gibi; “Bayramların sultanı, hayırların en hayırlısı mübarek Ramazan Bayramınızı kutlar, sağlık ve mutluluklar dileriz”. Adam yağlı parmaklarıyla cep telefonunun aşağı ok’uyla en alta iner, “laan nesrin, kamillerden bayram mesajı geldi; sen de yaz bişeyler de gönderelim de ayıp olmasın, lan berk oğlum, git bi kola daha al, gaaarrg, estağfurullah ya rabbim şükür; lan beeerrk oğlum bi bira daha al bana, ha bi de dondurma al bakem.. şişşş nesrin, yazdın mı kamillere mesaj neyin?” “ya ellerim yağlı, iki saat yaz yaz öldüm zaten bugün”, “yahu alem karısın nesrin; bak dün nadirlerden gelen mesaj vardı hani şiirli mirli, kafiyeli, al işte onu gönder aynen olduğu gibi, hem kamil sever öyle şiirli şeyleri”…

İşte bu yüzden midir nedir ben bu bu bayramları fazla ciddiye almam; zaten ben ümmetçi bir insan olmadığım için milli değerlere ait olan bayramlar beni ilgilendiriyor. Yoksa ramazan bayramım kutlu olsa ne yazar, hayırlara vesile olsa ne yazar?

İşte bu yüzden; hepimizin cumhuriyet bayramımız kutlu olsun. Cumhuriyet demek; özgürlüğümün iadesi demek, hürriyetim demek, kaderimizin değişmesi demek, beynimin ve vicdanımın özgürlüğü demek, yaşama hakkımın bana iadesi demek, kaderimin padişah tarafından güdülen bir koyun olmaktan öteye geçmesi demek, başbakan bile olabilme hakkı demek, milletin seçtiği ve seçerek bir yere getirebildiği vekil olabilmek demek, çoban olmaktan sıyrılıp dünyayla ticaret yapma şansı demek, dünyayı dolaşabilmek demek, tekkelerde konuşup jet skide şaşabilmek demek…

Ben cumhuriyeti çok ama çok seviyorum. Seni de çok seviyorum yakışıklı. Hep o gülen gözlerinle içimizi ısıt olur mu? Senin gibi birinin bir daha gelmesi çok zor biliyorum, belki de sen bizim tek şansımızdın; ama biz senden sonra bunu değerlendiremedik. Ama elbet bir gün… Elbet yakışıklı…

Çarşamba, Ekim 18, 2006

Ne olur biri bana "Bu bir şaka" desin

Bakın bu benim ve benim gibilerin atlaması için yapılmış bir oyun olsun mesela. Ben razıyım sazan damgasını yemeye, kefal denmesine, gerekirse an aşağılık balık türü bile olabilirim. Yeter ki biri bana "İğne hanım, bu resim fotomontaj; vallahi de billahi de doğru değil; laik düzen savunucularının (!) yaptığı bir çeşit provakasyon" desin. Yalvarıyorum bu resim ve yazılanlar gerçek olmasın.


Perşembe, Ekim 12, 2006

KAŞINTIM VAR...

Tut şu sivri dilini ota çiçeğe maydanoz olma diyor iç sesim ama elimde değil ki! Şimdi bugün 2 farklı konuya değineceğim sizlere.

1. Kendilerine Sosyetik elit diyen bir avuç görgüsüz Avrupa hayranı şuursuz varlık; bunca sorun varken bakın bugün Hürriyet Kelebek’e ne gibi önemli (!) demeçler vermiş. Haydi okuyalım bakalım…
… Neslihan Kozanoğlu, dostlarını yanına alıp Veliefendi'ye çıkarma yaptı!... S-mall Report dergisi için özel bir prodüksiyon hazırlayan Kozanoğlu, böyle bir projeye neden gerek duyduğunu şu sözlerle anlattı: "İngiltere Kraliyet Ailesi'nden kadınların müthiş şık kıyafetler ile katıldığı Royal Askot yarışları, her zaman dikkatimi çekmiştir. Aristokrasiyi yansıtan bu seçkin ambiyans, dünya hipodromları için sıradan bir şey aslında. Türkiye'deki hipodromlarda bu ambiyansın yaratılmamasına şaşarım." …Kozanoğlu, yazısında Türkiye'de aristokrasinin yok olduğunu da değindi: "... Siz hiç, örneğin, av partisine çıkan, lüks piknik yapan, at yarışı izlemeye hipodroma giden bir elit gördünüz mü Türkiye'de? Hani denir ya hep 'Bu ülkede orta sınıf bitti' diye, asıl aristokrası yok oluyor bu ülkede."…

Vah anam babam vah… Ben de üzüldüm kadıncağızın bu demecini okuyunca. Kendisinin anası da Napolyon'un Jozefini idi zaten, babasını artık siz düşünün. Yok mudur bir Allahın kulu bu ülkede; aristokrasiyi koruyacak ha yok mu? Tüüüü size; av partisine çıkmak istiyorlar, lüks piknik yapmak istiyorlar (çizgili pijamasız, kömürsüz, mangalsız, karpuzsuz), at yarışı izlemek istiyorlar, şapkalı, düğüne gider gibi, özel localarında şampanyalarını içmek istiyorlar. Nerde bu devlet, nerde bu millet? Tüüüü, yazıklar olsun size. El atın sayın yetkililer şu işe; bu asil kadın ve saz arkadaşları için kampanya açalım; sivil toplum örgütleri size sesleniyorum; aristokrasi yok oluyor bu ülkede. Ne leydilik kaldı ne de baronluk! Ne baronlar gördü bu millet vakti zamanında! Leydiler yok oldu, lordlar kaçıp gittiler. Tek leydimiz Güngör Bayrak kaldı, yakışmıyor bize, ayıp ayıp, Tüüüü hepimize…

2. Ben de Nobel ödülü alacağım seneye…
Ey ahali; bugünden ötesi yok kitap yazmaya başlıyorum. Şu meşhur kitap “Çılgın Türkler” var ya. İşte bendeniz de şimdiden ismini bulduğum kitabım için sallamaya başlıyorum. Öyle bir isim buldum ki seneye Nobel’i elimde bilin. Konusu mu? Şöyle ki…
-Türklerin Amerikanın keşfiyle katlettiği 20 milyon Kızılderililerin öyküsü
-Türklerin Hiroşimaya attıkları Atom bombasında ölen Japonların dramı
-Türklerin Çin seddine yıkması ve altında milyarlarca Çinlinin kalması ve çin dramı
-Türklerin 2. dünya savaşında binlerce yahudiyi kaynar kazana atması ve üstüne zevkten göbek atması
-Türklerin kurtuluş savaşında katliam yaptığı binlerce Fransız, İtalyan, İngiliz üniformalı zavallı biçare askerler
-Türklerin buz denizinde Titanik adlı gemiyi içindeki yolculara aldırmadan buzul dağına çarptırak batırması

Nasıl konular ama? Hepsi olacak bu kitabın içinde. İsmi ne mi olacak? Tabi ki Çılgın Türkler değil… “A.İ TÜRKLER” (TAM 3 HARFLİ)
SÖYLEYİN BANA SİZCE ALMAZ MIYIM SENEYE NOBELİ?

Perşembe, Ekim 05, 2006

İğne Abla

Hep merak etmişimdir; köşeleri olan “DERMAN ABLALAR”ı. Gerçekten insanlar, dertlerini kim olduklarını, neci olduklarını, eğitimlerini, değer yargılarını bilmedikleri bu Derman ablalara neden yazarlar diye ya da acaba bu sözkonusu faili meçhul kişiler rumuzlarının ötesinde kayıtlı, somut birer T.C. midirler? Acaba bu derman ablalar kendi kendilerine, gündemdeki magazinsel ya da sosyal konuya göre oturup bir drama mı yazarlar?

İçten içe de tav olurum; bu derman ablalar neden şu salağa haddini bildirmez de dünya iyisi, saf polyyanna haliyle cevap yazar diye? Hem ben olsam ona şöyle şöyle derim; salağa bak, nasıl böyle bir soru sorabilirim, ah ben olacaktım o derman abla, alacaktı bir üsturuplu cevap diyecektim. Derman abla olamadım tabi, hoş eşe dosta, kendime, aileme çok akıl fikir vermişimdir ama bana sorulan sorular Derman abla tarzı değildi ki; ben salakça sorulara cevap vermek istiyordum.

Ta ki… Bugün kelebekte Güzin abla köşesine gelen birkaç salak dert mektubunu görünce; kızım iine, tam senlik bu sorular; hadi bakalım ver cevap şunlara dedim. Ama benim köşem yok ki dedi iç sesim. İç sesim kendi tezini yine kendi çürüttü; "ama iğnecim senin bir blogun var; yaz orda; hem belki epeydir sesini soluğunu çıkarmadığın için blog dostlarına hoş bir süprizin olur" dedi.
İşte ben olsam vereceğim cevabım:

RUMUZ: KORKUYORUM
... Ben bir biseksüelim evlenmeli miyim Sevgili Güzin Abla, ben Almanya’da bir erkek arkadaşımla yaşıyorum. O, 33 yaşında, ben ise 27 yaşında genç ve oldukça yakışıklı bir erkeğim. Daha önce bu ilişkiyi bitirmek istedim, ama olmadı. Kadınlara da ilgi duyabiliyor, zaman zaman onlarla da birlikte oluyorum. Kısacası ben şu son günlerin tabiriyle biseksüel bir gencim…Çevremdeki kızlardan da teklif almama rağmen sevdiğim adamla olmayı tercih ediyorum. Ve şimdi o benimle evlenmek istiyor. Avrupa’da biliyorsunuz, erkek erkeğe evlenmek mümkün. Ama ilerde Türkiye’de sorun yaşar mıyım? Ya da şimdi beraber olduğum kişiyle bir sorun yaşarsam, boşanabilir miyim? Ya boşanmak istemezse? İlerde istersem, Türkiye’de normal bir evlilik yapabilir miyim? Belki ilerde bir kadınla evlenmeyi tercih edebilirim. Ayrıca o beni çok kıskanıyor. Bundan çok korkuyorum. Beni bu kadar sevmesi ve kıskanması beni ürkütüyor. Ne yapayım?...

İğne Abla:
Sevgili “Korkuyorum”. Korkma! Hem niye korkuyorsun ki? Maşallah kazık kadar adamsın… pardon kadınsın… ya yok bu da olmadı; adamsın… yok yok… aman , neyse işte maşallah kazık kadar insansın. Hah bu tanımlama iyi oldu evladım. Tabi insanlık hali; Allah 2 tane insan türü yaratmış; gerçi Adem’in yanına Havva’yı göndermiş, Davud’u değil; değil mi yavrucuğum? Demek ki bir bildiği varmış. Erkek erkeğe evlendiğimde bir sorun yaşar mıyım, evlenince Türkiye’ye yerleşeceğim de diye yazmışsın. Sen en son ne zaman geldin Türkiye’ye benim canım kızım; pardon oğlum? Boşuna vesveseyi bırak. Sen gelmeyeli ülkemiz çok değişti; genellikle bir genç kızın bir erkekle el ele sarmaş dolaş gezmesi toplumda infial yaratmaktadır. Sevgilin karşı cins olsa, parkta falan seni el ele diz dize görseler, seni linç edebilirler; ama aynı cins sevgilin olursa buna pek karışacaklarını tahmin etmiyorum. Hatta her ikiniz de sahnelere ve sanat camiasına kendinizi atıp kısa sürede meşhur olup paraya para demezsiniz. Geceleri lüks gece programlarında biseksüel şarkıcı olarak sahne alır, sabahları kadın programlarında sunucu olursunuz, dargınları barşıtırır, barışanları küstürürsünüz. Sen de evliler kervanına katılmaya karar vermişsin. Öncelikle zevcen ile pardon karın ile; ay pardon kocan ile; yok bu da olmadı; neyse eşin ile sana şimdiden mutluluklar diliyorum. Ülkeme dönünce boşanabilir miyim diye bana sormuşsun. Valla eşini değil boşamak, istersen eşleri 4’leyebilirsin. Ama bunu Almanya’da değil, Türkiye’de yapabilirsin; o yüzden sana vatanına dönmeni tavsiye ederim. Beni kıskanmasından ürküyorum demişsin. Ürkme evladım; Vatanına, yurdunun ve milletinin şevkatli kollarına gel. Sen kıskanılmaktan değil; eşinle ülkeye kesin dönüş yaptığında sana her çevreden yapılacak olan o büyük sevgi gösterilerinden ürk. İnanamazsın çok sevecekler seni; hele seni eşinle sokakta sarmaş dolaş gördüklerinde, hele hele bir parkta öpüşürken; sizi o kadar çok sevecekler ki kocanla seni o büyük sevgileriyle ürkütecekler. Ama taa en başında da dediğim gibi; KORKMA!

Perşembe, Eylül 28, 2006

TÜRKÜZ, TÜRKSÜN, TÜRK -yazı dizisi (1)

Sizin de eminim dikkatinizden kaçmamıştır; ne de olsa aynı topraklarda yaşıyor, aynı suyu içiyor, aynı havayı soluyoruz. Zaman zaman bulaşıyor bize de, akıllı olanlar kıyısından köşesinden dönüyor,doğru yolu buluyor ancak yine de yaptığımız akıl almaz ve açıklanamaz gerzeklikler kendi aramızda “adamın biri…” diye başlayan ve sonra “ahhaa haaaa” diye gülme efektleriyle devam eden hikayelere konu oluyor. Ben de üşenmedim, bugüne kadar gözümden kaçmayan biz çılgın Türklere özgü gerzeklikleri ile igili bir iki saptama ve genelleme yaptım. Belki aklıma gelip de yazamadığım noktalar vardır; artık onları da siz tamamlarsınız. Devamı diğer yazıda, önce bunu bir okuyun; blogum uzun yazmama gıcık çünkü; ancak bölerek yayınlıyorum

Türk halkının düğün halleri:

Pasta kesilir; gelinle damadın birbirlerine pasta yedirmek gibi kollarını birbirlerinin kafasından boynundan dolandırıp yedirmeleri gibi bir şart oluşmuştur. Herkes kendine düşen pasta parçasını kendisi neden yiyemez bunu anlayabilmiş değilim. Bir de şampanya niyetine köpek öldüren koyarlar gelinle damadın kadehlerine ki, o içki dolu kadehleri mal gibi herkesin içinde durarak fondip yapabilen gelinle damadı henüz görmemişimdir. O kadehleri de aynı pasta gibi birbirlerine içirmek için gelin ve damat epey efor sarfederler. Kendi kadehlerinden kendilerinin içmesine nedense pek sıcak bakılmaz düğünlerde.

Düğünlerde de anlamsızca halay ekibi oluşturulur. Bu ekipte boy sırası aranmayacağı için tanımadığınız insanlarla el ele tutuşarak ve muhtemelen terden iğrenç kokan bir adamın terli ve nemli parmaklarına parmaklarınızı geçirerek ayaklarınızla yan yan uzun adımlar atmaya başlarsınız. Büyük ihtimalle yanınızda da küçük bir çocuk sizin parmaklarınıza yapışarak halay çemberine katılır ve boy farkının yarattığı ikilemle salak salak “çemberimde gül oya” olursunuz. Bu halay uzun bir müddet devam eder zaten; öyle büyür ki, kendinizi bir anda düğün salonunun kapısından dışarı doğru yan yan uzun adımlar atarak çıkarken bulursunuz, enginlere sığmaz taşarsınız çünkü. En nihayet birinin aklına yorulduğu gelir ve ilk terk ediş sinyalini çakar; kan ter içinde siz de ayrılanlar kervanına katılmak ister fakat son dakika da halaya katılmak isteyen bir başka salağın devreye girip parmaklarınızı kapmasıyla, zurnacının nefesinin insafa gelmesini beklersiniz.

Yine düğünlerde küçük kız çocuklarına gelinliğe benzeyen kabarık tuvaletler giydirilir, saçına gelin topuzu ve yanlarda sarkan lüleler yapılır. Yüzünde de çocuk pornosuna yakışır ağır makyaj yapar anaları. Hayır benim anlamadığım gelin sen değilsin ki? Kim bakacak sana? Sen alt tarafı cüce gibi ortalıkta dolaşan ebleh bir çocuksun. Geline bakıp dedikodusunu yapmak varken sana kim bakacak? Hem senin beğenilme yaşın gelmedi daha; olsa olsa pedofili’ler bakar sana! Onu da Allah korusun, hayatta karşına çıksın istemem. Annelere de gıcık oluyorum ben.. Nedir o kız çocuğunun hali? Küçük gelin olmasa çocuk bunalıma mı girer? Hele o küçük çocuğun yüzünü gözünü muhabbet kuşu gibi rengarenk boyamazlar mı? Ben duvak takanı da görmüştüm; iyi gerdeğe de sokun bari; töbe töbe!