Pazartesi, Aralık 19, 2005

Sobelendim...

Beni etkileyen 8 film...
Nefincim sobelemiş beni, seni etkileyen 8 filmi yaz çabuk diye... Düşündüm taşındım, ne çok film geldi aklıma.. Nasıl 8’e indirgeyebileceğimi düşünmek bile vakit aldı vallahi... Neyse başlayalım bakalım:

1. Tartışmasız –The Prefessional - Leon
Jean Reno var, Gary Oldman var. Daha ne isteyeyim ki Allahtan? Luc Besson’ın diğer filmleri beni çok sarmadı ancak bu filmin üstüne film tanımam ben arkadaşlar. “The Professional” ( Leon ) adlı film, ailesini öldürenlerden intikam almaya çalışan küçük bir kızla profesyonel bir katilin arasındaki sıcak ilişkiyi anlatıyor. Luc Besson’un Nikitası da güzeldi ama burada Jean Reno ve Gary Oldman ikilisinin çıkarttığı muhteşem oyunculuk, dünyalar tatlısı Mathilda; bir katilin bir çiçek ve bir çocuğa kalbini kilitlemesi ve ölümü pahasına onları koruması beni sadece göz yaşlarına boğmakla kalmayıp etkisinden uzun süre de kurtulamamıştım.

2. Godfather serisi (ama özellikle I ve II)
Her sinema filminin seri yapılmadan önce ilk çekileni makbul deselerde, bence Baba serisi sinema-televizyon bölümlerinde ders olarak gösterilmesi gereken bir baş yapıt. Serinin diğer filmleri sıkmıyor birbirini, tekrar yok, oyuncuların hepsi muhteşem, Marlon Brando ve Al Pacino harikalar yaratmıştı. Hele James Caan’in (Baba’nın en büyük oğlu) otoban gişelerinde pusuya düşürülüp katledildikten sonra Marlon’un morgda oğlunu teşhis ederkenki sahnesini hiç unutamam. Oscar heykelciklerini hakkıyla toplayan dönemin en büyük Amerikan eleştirisi bence.

3. Rain Man
Ah Dustin Hoffman ah! Tom Cruise için o filme gidenler bile otistik Dustin’e aşık olup çıkmışlardı. Şapka çıkartılacak bir oyun, muhteşem bir performans, o güne kadar bilmediğimiz ya da bilmek istemediğimiz çok sık görülebilen bir rahatsızlıktan muzdarip yetişkin bir adam. Onun kafası boş işlere çalışan, paradan başka bir şey düşünmeyen haylaz erkek kardeşi ve otizmle yaşamak durumunda kalan ağbeyinin ona karşılıksız beslediği sevgi ve verdiği büyük hayat dersi.

4. Guguk Kuşu
Bir deli düşünün... Hele ki o deli Jack Nicholson olunca... Çok küçük yaşlardaydım guguk kuşunu seyrettiğimde. Jack, tutuklu olduğu cezaevinde kalmamak için deli rolü yapan bir mahkumu oynuyordu. Bir akıl hastanesine gönderilen mahkum Jack’in ordaki delilere akıllı olmayı, başkaldırmayı öğretişi, düzene isyan edişi...O nasıl bir performanstı? Sinema tarihi uzmanı değilim, Jack Nicholson o rolle oscarı aldı mı bilmiyorum ama eğer ona o rolle oscar vermedilerse, Helen Hunt’la oynadıkları o komedi ile adama ödül verdilerse, yazık etmişler demektir.

5. Good Morning Vietnam
Savaşın hep askerler ve silahlardan ibaret olduğunu düşünenleri dumur eden; bir sivilin hem de bir radyocunun Vietnam savaşında ne işi olabiliri bize bir güzel anlatan harika bir filmdi. Ben çok etkilenmiştim. Hem filmden hem konusundan hem de Robin Williams’tan. Oyunculuğuna bayılmış, performansını ayakta alkışlamıştım. Savaşın iğrençliğini burnumuza sokmadan, ortalığı kan gövdeyi götürmeden savaşın nelere malolduğunu anlatan çok güzel bir filmdi bence. Ya müzikleri? James Brown “I feel Good”, Louis Armstrong “What a wonderful world” ve niceleri.

6. Shrekkkkk..
Nasıl ama? Hiç beklemiyordunuz benden bu filmi değil mi? Belki de ruhumun çocuk kalmakta ısrarlı olan tarafına hitap mı ediyor yoksa türkçe seslendirmesinde harikalar yaratan Mehmet Ali Erbil ve Okan Bayülgen’in başarısı mıdır yoksa shrek’te yaratılan animasyon harikaları mı yoksa amerikan filmlerinden alınan bazı meşhur sahneleri ti’ye alan anekdotlar mı? Bilemedim ama ben shrek’ten çok ama çook etkilendim.

7. La vita e dolce – Hayat güzeldir
Her ne kadar arka planda yahudi soykırımı da olsa, Hayat güzeldir de, kendine has çocuksu saflığı ile, hayatının kadınının kalbini çalmaya çalışan ve sonunda da bunu başaran hafif akıllı yahudi garson Guido’nun hikayesi bu. Yıllar sonra kendinisi, büyük aşkı karısını ve çocuğunu toplama kampında hapsedilmiş bulan Guido’nun kampta ailesinin hayatını kurtarmaya çalışma hikayesi beni kah güldürmüş kah ağlatmıştı. Ancak beni yerime mıhlayan final sahnesi bana, bazen filmlerin mutlu sonla bitmeyeceğini hıçkırıklarla öğretmiş oldu.

8. Some Like it Hot! (Bazıları sıcak sever)
Klasiksiz olmaz... Ben eski filmlere daha çok bayılıyorum nedense... Belki 10 kez izlemişimdir bu filmi. Başrollerinde Marilyn Monroe, Tony Curtis, Jack Lemmon gibi efsane oyuncuların yer aldığı filmin orjinal adı “ Some Like It Hot ”. 1955’de çekilen film, gangsterlerden kaçarken çareyi kadın kılığına girerek kızlar bandosuna girmekte bulan iki şaşkın adamın maceraları konu alıyor. Her yabancı filmin türk versiyonunu yapmayı bir görev bilen yeşilçamımız zamanında bu güzelim filmin de “made in turkey”ini yapmıştı ancak geçmiş zaman olurki de İzzet Günay ve Sadri Alışık oynadıkları için sakil kalmamıştı. Filmin her iki hali de 1950’li yıllarda geçtiği ve “Türkler uzayda” tarzı bir gerizeklılık örneği taşımadığı için abes kaçmamıştı.


Ama ben duramıyorum bir türlü.. Neden 8 dedin be Nefin’cim? Ne çok varmış, aklıma geldikçe, ay bu da beni çok etkilemişti diyorum...

9. Tootsie
1980’li yıllar. Ben daha tıfıl bir ortaokul öğrencisiyim... Seyrettiğimde ne etkilenmiştim anlatamam. 1990’lı yılların Mrs. Doubtfire’ına örnek olduğu muhakkak. Başrolünde Dustin Hoffman, Jessica Lange’in yer aldığı filmin yönetmenliğini Sydney Pollack üstlenmiş. Tootsie de Mrs. Doubtfire ” gibi kılık değiştirme üzerine kurulmuş bir komediydi. İş bulmakta zorluk çeken bir aktörün, kadın kılığına girdikten sonra ummadığı kadar büyük bir şöhretin kapısını aralaması, boşandığı eşi, çocuğu falan derken hem güldürüp hem ağlattığı eşşiz bir Dustin Hoffman filmi daha.


10. A Star Is Born- Bir Yıldız Doğuyor-
Bu film Show tv’de yayınlanan “kim en salak rol keser ?” tarzı bir yıldızcık doğuran yarışmalardan değil! Barbara Straisand ve Kris Kristofferson’ın başrollerini paylaştığı bu film de ne oldum değil, ne olucam dedirten bir filmdi.. Belki siz de hatırlarsınız bu filmi. Ünlü olmak isteyen bir yıldız adayı, ününün zirvesinde ama alkolik bir starla tanışır, adama aşık olur; sonra kadının ünü yükselirken adam düşüşe geçer ve Hollywood çarkı ikilinin ilişkilerini çark dişlisinin içine alır ve çökertir aşıkları... Barbara’nın muhteşem sesi ve şarkılarıyla da mest olmuş, çok etkilenmiştim.


Ve daha neler neler? Singing in the Rain, Pulp Fiction, Kill Bill (I), Yüzüklerin Efendisi (tüm seri), çocukluğumda neden böyle filmler yoktu diyip hayıflandığım ve şu an çocuk gibi seyretmeye doyamadığım tüm Henry Potter’lar, James Bond (ama sadece Sean Connery’nin oynadıkları), Son Mohikan, My Left Foot, Kuzuların Sessizliği, Braveheart, Piano ve daha niceleri...


3 yorum:

Adsız dedi ki...

Bu akşam La dolce vitayı kiralayacağım
saplantı oldu bende,hala izlemedim de.
Tamam tama ayıplamayın,olmadı işte...

Toplu İğne dedi ki...

aslıcım ben de bu vesileyle seni sobeliyorum... la dolce e vita'yı ya da diğer adıyla da geçen "Life is beatiful" u izleyip sende bıraktığı duyguları bizle paylaşmanı rica ediyorum.

deniztuzu seni de yeşil yol'la sobeliyorum. Ben o filmi pek sevememiştim belki de Tom Hanks bana hep Meg Ryan'lı hafif filmleri hatırlatıyor; forest gumpla bile kıramadı bendeki o imajını...Yine de bu kadar beğendiğine göre mutlaka bir şey olmalı, bekliyorum.
neyse;
ikinizi de sobelemiş bulunuyorum. Fikirleriniz benim için değerli.
sevgilerimle

Adsız dedi ki...

Aaaa,görmemiştim.Ama sana bir sürprizim var.